Savaş yaşamın katilidir.

Savaşı sevdirmek için bin takla atıyorlar, öncelikle savaşı sevmeyeceğiz. Savaşı lanetlemeyen kafaların her ölümde payı vardır. Bu ölümlere destek veren, bu ölümlere yol açan, bizi ölüme süren devletlere en derin düşmanlıkla bakmamız gerekiyor.

6 Ekim Yaşar Kemal’in doğum günü olarak kabul ediliyor. 6 Ekim 1923. Yani yaşasaydı büyük usta yüz yaşını doldurmuş olacaktı. Demek ki, geçen yüzyıl sadece cumhuriyetin ilk yüzyılı değil, aynı zamanda bir Yaşar Kemal yüzyılı.

Bunca acı ve gözyaşı içerisinde, silahlar ve bombalar patlarken, edebiyattan mı söz edeceksin yine diye sorabilirsiniz? Hatta Yaşar Kemal’i andıysam, arkasından onun silaha, kan dökmeye ve öldürmeye düşmanlığıyla ilgili bir şeylerine gönderme yapacağımı da tahmin etmişsinizdir. Siz benim kabak tadı verdiğimi, hep romantik ve sonuçsuz bir barış yanlılığından dem vurduğumu, tatlısu bi şeyleri olduğumu düşünedurun, ben “Bir Ada Hikâyesi”nin üçüncü cildinden, Tanyeri Horozları’ndan söz açacağım.

Bu romanda Karınca Adası’na, orada olan meyveleri satın almak üzere Şükrü Efendi isimli bir tüccar gelir. Şükrü Efendi’nin çok önemli bir özelliği vardır. Yanında her kim savaş, Çanakkale, Gelibolu derse delirmekte, kendini kaybedecek derecede hastalanmaktadır. Çünkü savaşta iki oğlunu, yeğenlerini ve köyünden pek çok genci yitirmiştir. Bu yüzden bu sözcükleri duymak bile onu hasta etmektedir.

İNSAN OLMA UĞRAŞI

Adaya, savaştan kaçarak sığınanlardan Dengbej Uso, Şükrü Efendi’nin bu özelliğinden etkilenerek savaş karşıtı Kürtçe bir kılam üretir ve kılamı ilk söylediği sırada gizlice onu dinleyen bütün ada ahalisi, Kürtçe bilsin bilmesin kılamdan çok etkilenir. Çocuklar bile gece boyu gözlerini kırpmadan kılamı dinlemişlerdir. Karısı bunu Uso’ya söyleyince, o da çok sevinecek ve şöyle diyecektir:

“Bu demektir ki bu benim yaptığım kılam dillere destan olacak. Dengbejler dilden dile aktarıp kıyamete kadar şehir şehir, köy köy dolaşarak söyleyecekler. Benim yüreğimden çıkan kılama her dengbej, dinleyenlerle birlikte, benim kılamıma güzellikler katarak söyleyecekler. Bir daha da savaş olmayacak. Benim destanımı duyanlar savaşı akıllarından geçirmeye bile utanacaklar. (…) Bundan sonra herkes savaş üstüne kılamlar söyleyecek, yetmiş iki milletin dengbejleri. Yetmiş iki milletin insanları da onları dinleyecek, savaş yapmak isteyen insanlıktan çıkmış insanları yetmiş iki milletten kimse insandan saymayacak, onların yüzlerine bile kimse tükürmeyecek. İnsan öldürenin dört kitapta katli vaciptir, diye kimse demeyecek, çünkü insan öldürmek, ne için olursa olsun, insan öldürmek kimsenin aklından bile geçmeyecek. İşte böylece, insan insan olacak.” (Adam Yayınları, 2002, s. 256-257)

Boş hayal, değil mi, Uso’nunki ve karakter üzerinden romancı Yaşar Kemal’inki? Savaşlar olup duruyor ve insanlar öldürülmeye, paramparça edilmeye devam ediyor. Bu yazıyı yazmakta olduğum Pazar akşamı, Gazze’deki ölü sayısının 2450’ye çıktığını okuyorum. Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi” dörtlüsünü bir yerde Uso’nın kılamını kapsayan, “bir daha savaş olmayacak” inancıyla yazılmış bir söz olarak düşünürsek, buradaki inanç boşa çıkmış oluyor. Bu romanlar yayımlandıktan sonra ha bire savaşlar çıkmaya, bu romanları okumuş olduğumuz halde her an aklımızdan savaşı geçirmeye, “savaş yapan insanlıktan çıkmış insanları insan saymaya”, insanın insan öldürmesini bir an bile aklımızdan çıkarmamaya devam ettik. Ustaya cevap olarak şunu demeliyiz belki de: “Heyhat, insan insan olamadı!

RASYONEL BİR SEÇİM OLARAK SAVAŞ KARŞITLIĞI

Bunun suçu ozanda mı? Yaşar Kemal ve barış sözü söyleyenler, ağızlarından düşürmeyenler saçmaladılar ve boş hayaller mi gördüler? Bir doğa zorunluluğuna, kaçınılmaz bir gerçeğe miyop gözlerle mi baktılar? Kendilerini mi aldattılar?

Adil savaş kavramı var, kurtuluş savaşları var, öz savunma mücadeleleri var, devletlerin yurttaşlarının güvenliği için girişmek zorunda kaldıkları savaşlar var, kahramanca verilen ve şehitlerimizin kanlarıyla kutsanmış o mübarek savaşlar var. Savaşmak sadece muktedirler için değil, mazlumlar için de bir zorunluluk. O zaman barış diye diye boş yapmamak lazım, öyle değil mi? Kimse keyfinden savaşmıyor ne de olsa. Bir sürü savaşa mecbur kalınıyor. Birileri gelip çocuklarımızı kesiyor, kafamıza bombalar atıyor, kadınlarımızın namuslarını lekeliyor, bizi evlerimizden çıkarıyor ya da huzur içinde yaşarken gelip bizlere cehennemi yaşatıyor. Savaşmayıp ne yapacağız?

Eğer Yaşar Kemal’inki akıntıya kürek çekmekse, ben onunla birlikte akıntıya karşı yer alacağım, kusuruma bakmayın. Savaşmamayı seçeceksiniz. Kan dökmemeyi. Yakıp yıkmamayı. En haklı savaşta bile karşınızdakini öldürdüğünüzde, insanlıktan çıktığınızı, yaralı ve bağışlanmayı araması gereken kaybolmuş bir insan olduğunuzu kabul edeceksiniz. Her tür militarist anlayışın ve bununla ilgili kültürün karşısında duracaksınız. Bu kültür üzerinden kendi türüne kıyan memeliler sınıfına sokulduğunuzun farkına varacaksınız.

SAVAŞÇILAR KORKAKTIR

Var olan güncel siyaseti ve olayları anlamayın, olup bitene eleştirel yaklaşmayın, kimin hangi olayda ne sorumluluğu varsa onu görmezden gelin demiyorum. Bir çerçeveden, belirleyici olacak bir düşünce yapısından söz ediyorum. Savaş bir gerçeklik. Hem tarihsel olarak hem güncel olarak. Fakat içinden geçmekte olduğumuz iklim felaketi de öyle. Her ne kadar muktedirler iklim felaketine karşı üstlerine düşeni asla yapmıyorlarsa da, bize bu felaketi sevdirmeye de çalışmıyorlar. Fakat savaşı sevdirmek için bin takla atıyorlar.

Her ne yapacaksak, öncelikle savaşı sevmeyeceğiz. Savaşanları beğenmeyeceğiz. Futbol maçı oynanmıyor. Yaşamlara son veriliyor, bizimki gibi gövdeler, duyusal yüzeyler delik deşip ediliyor, kesiliyor, patlatılıyor, buruluyor, kırılıyor. Savaşta bunların olduğunu düşünmek istemiyorsunuz, sizin ve sevdikleriniz gibi insanların canlarını kaybettiklerini ya da sakat kaldıklarını anımsamamaya çalışıyorsunuz.

Çünkü biliyorsunuz ki, şu savaşçıl dünyada o ölümler ve yaralanmalar kolayca sizi de bulabilir. Savaşçılar ortalığı kana buladıkça, bunu da en ahlaklı ve kahramanca işi yapıyorlarmış, sizi korumak için yapıyorlarmış gibi gösterdikçe, iki yüzlü korkaklar olarak onları alkışlamaya, düşmanlarınızın daha da paramparça olması için beddualar okumaya, çığlıklar atmaya girişiyorsunuz. Başkaları da sizin için aynını yapıyorlar çünkü.

Şu savaşlar bizi bulmadan konformist yaşamlarımızı yaşayıp bu dünyadan ayrılabilmek için, içimizden her türlü duayı okuyoruz. “Allahım, ne olur birileri bizim kapımıza dayanmasın!” “Umarım o bombalar hep başkalarının başına düşer!” “İnşallah bu savaşçı muktedirler ölüme sürmek için bizim dışımızda birilerini bulur cephelere yollarlar da, biz de arkalarından onları ‘kahramanlar, kahramanlar!’ diye coşturup bir yandan kendi rahatımıza bakarız.”

SAVAŞÇIYA LANET

Açık konuşalım, biz aklımızla, ince ince düşünerek savaş yanlısı ya da bazı savaşların yanlısı olmuş değiliz. Savaş gerçeğinin tepemize inmesinden ödümüz bokumuza karıştığı için, tiksinti verici korkaklar olduğumuz için böyleyiz. Üstelik bu iki yüzlüce korkaklığa eroin bağımlısı, kumar bağımlısı gibi de müptela olmuşuz. Bakın sosyal medyaya ve medyaya. Herkes Karabağ hakkında, Gazze hakkında, hatta Rojava hakkında konuşup duruyor. Kimine göre Hamas’ın yaptığı kabul edilemez ve İsrail’in buna karşılık verme hakkı var. Kimine göre Hamas’ın bu canice planını zaten İsrail’in on yıllardır uyguladığı politikalar hazırladı ve dolayısıyla Hamas az bile yaptı. Kimine göre, reel politik açısından İsrail Gazze’yi yerle bir ederek boşaltacak ve oradaki milyonlarca Filistinliyi Mısır’a sürecek ve bunu önlemenin hiçbir yolu yok.

Bunları elbette konuşacağız. Fakat kavramsal çerçeve önemsiz değil. Tüm bunları nasıl konuşacağız? Şu anda olduğu gibi konuşmak, bir çaresizliktir. İnsanlıktan çıkmaktır. Liberal yazıklanma filan değildir bunlar, ey dostlar! Savaşı lanetlemeyen kafaların her ölümde payı vardır. Bu ölümlere destek veren, bu ölümlere yol açan, bizi ölüme süren devletlere en derin düşmanlıkla bakmamız gerekiyor. Gözbebeğimizdeki laneti görmeliler. Kan döken ve kan dökülmesini destekleyen herkese iğrenerek baktığımızı, bu olup biteni kabul etmediğimizi, her şeyin başka türlü olabileceğinin farkında olduğumuzu anlamalılar.

Boşuna mı indi o ilk emir: ÖLDÜRMEYECEKSİN!

Öldürene de, öldürmeyi şu veya bu yoldan sıradanlaştırana da, bunu kabul edene de…


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi