İntihal yargılanıyor…

Edebiyat temelde bir yeniden yazma eylemidir ve bu eylemin kendisi yaratıcıdır. Bunun doğrudan doğruya intihal olarak değerlendirilmesi imkânsızdır.

Edebiyat, kültür ve yayıncılık alanlarını etkileyen bir krizin içindeyiz. Yani, elbette bu kriz hep var ve/veya bizim bu krizden çıktığımız yok. Türkiye’de edebiyat, kültür ve yayıncılık alanlarının bir değil, bin tane krizi var. Bunların kimi ekonomik, kimi siyasal, kimi etik… Tabii hepsi de bir biçimde hem birbirine hem de ülkenin bu alanlar dışındaki sorun ve krizlerine bağlanıyor. Fakat ben bunlardan daha taze bir tanesini kastediyorum: İki romancı, Mine G. Kırıkkanat ve Elif Şafak arasındaki intihal davası ve davanın Şafak aleyhinde sonuçlanması.

Bilindiği üzere Mine G. Kırıkkanat Elif Şafak’ı 2002 tarihli Bit Palas romanında kendisinin 1990 tarihli Sinek Sarayı’ndan intihalde bulunduğuna dair mahkemeye şikâyet etti ve mahkeme pek tartışmalı bir bilirkişi raporu doğrultusunda kendisini haklı buldu. Bilirkişi raporunun ayrıntılı bir eleştirisi Artı Gerçek’te Ali Duran Topuz tarafından da ortaya koyuldu. Eğer mahkeme kararı kesinleşir, yani istinaftan dönmezse, Bit Palas bir daha yayımlanmayacak, piyasadaki kopyaları toplanacak ve gerekçeli mahkeme kararı en yüksek tirajlı üç gazeteden birinde, masrafı Elif Şafak ve yayımcısına ait olmak üzere tam metin olarak yayımlanacak.

BU DEFAKİ FARKLI

Edebiyatta intihal suçlamaları ve tartışmaları hep konuşulan konulardır. Çoğunlukla da edebiyatçı olmayan birileri tarafından “filanca yazar filanca romanını filanca romandan apardı” biçiminde, sansasyonel biçimlerde ifade edilir. Bu suçlamaları ciddiye alan edebiyat araştırmacıları uzun uzun açıklamalar yaparlar, yazılar yazıp yayımlarlar ama suçlamayı getirenler, kamuoyunun uzman açıklamalarını okumayacağına güvenle biraz susup, bir süre sonra yeniden bu lafları ediverirler. Haklıdırlar da bu tavırlarında. Yalan, saptırma, çarpıtma bu âleme Davut’un avâzeyi saldığı gibi salınmıştır ve kolay kolay ortadan kalkmaz.

Fakat bu sefer durum farklı. Bir romancı diğerinin kendisinden çaldığına dair bir şikâyette bulunmuş, mahkemeye gitmiş ve mahkeme bir karar vermiş. Tabii ki hukuki süreç devam ediyor ama intihal kararı istinafta onaylanırsa, emsal karar haline de gelecek ve bunun çok ciddi yansımaları olacak. Bundan sonra edebiyat ve belki diğer sanat alanlarında intihal suçlamaları gecikmeden mahkemeye yansıyacak.

Şikâyetler haklıysa, elbette cezası da olsun ve mağdur olanın mağduriyeti giderilsin. Ancak edebiyatta intihal konusu basit bir konu değil. Mahkeme ve bilirkişi ya da bilirkişileri ne buyurursa buyursun, öncelikle “edebi metin nedir?” ve “bir edebi metinde intihalden söz etmek neden kolay değildir?” sorularının, edebiyat malzemesinin ne olduğunu bilen uzmanlar tarafından tartışılması gerekir.

İÇİNDE KIVRANDIĞIMIZ İNTİHAL BATAKLIĞI

Bugün hem Türkiye’de hem dünya genelinde bir intihal sorunu var. Üstelik yapay zekâ gibi gelişmeler bunun saptanmasını ve engellenmesini oldukça zorlaştırıyor. Okullarda artık yapay zekâ nedeniyle sınav ve ödev sistemini, yani “ölçme ve değerlendirme” yöntemlerimizi temelden değiştirme gereği duyuyoruz.

İntihal konusu yapay zekâdan önce şahtı, sonrasında şahbaz oldu. Çivisi çıkmış bir eğitim sisteminde öğrencinin tek derdi en üst notu almak ve yüksek ortalama getirmek haline geldi. O zaman da öğrenci eğitimcinin, hangi bilginin ne kadar öğrenildiğini ölçüp değerlendirme çabasını dikkate almıyor.

Tek istek o en üst notu almak ve elbette bunu da fazla zahmete girmeden yapmak. Çünkü öğrenci dersteki, müfredattaki o içeriğin önemine inanmıyor. O diplomayı almaya mecbur olduğu için okula geliyor. Tiktok videosu izlemek, sosyal medyada sörf yapmak varken neden dersle ve ödevle uğraşsın? Öyle değil mi? Liyakatin açıkça ayaklar altına alındığı bir dünyada eğitim bir -miş gibi sanatıdır. Öğretmen öğretir gibi yapar, öğrenci öğrenir gibi. Aslında herkes nihilist.

Hal böyle olunca, doktora tezinde (ve tabii ondan sonraki her çalışmasında) intihal yapanlar rektör atanır, muktedir konumundaki öğrencisinin doktora tezini yazan akademisyenler en üst düzey görevlere getirilir, atama ve yükseltme alanlarındaki ölçütler kayırılacak adaya göre yeniden oluşturulur. Çürümenin, bataklığın son raddesinden söz ediyorum. Tabii bu çürümeye gelişimiz de uzun ve acılı oldu. 15 Temmuz öncesinde ÖSYM’nin nasıl ele geçirildiğini, tüm merkezi sınavlarda soruların çalınarak servis edildiğini, bunun üzerinden devlette örgütlenildiğini de biliyoruz.

NETAMELİ BİR KONU OLARAK EDEBİ İNTİHAL

O zaman edebiyat alanında da olsa bir intihalin saptanması olumlu bir şey olmalı. Ancak kazın ayağı öyle değil. Edebiyat dışı alanlarda (en incelikli biçimlerde yapılsa bile) basitçe saptanabilecek intihal, şiir ya da roman gibi edebi metinlerde aynı anlama gelmeyebilir.

Edebiyatta intihal yok mudur, bir romancı başka bir romancıdan intihalde bulunamaz ? Elbette bulunabilir. Fakat onun çok daha incelikli biçimde tartışılması ve açıklanması gerekir. Bu yüzden edebiyatta intihal nedir, bir roman nasıl bir diğerinden intihalde bulunur sorularını basitçe cevaplayamayız. Konuyu vakalar üzerinden, her örneği ayrıca değerlendirerek düşünmek yerinde olur.

Bununla birlikte edebiyat alanında ne intihal değildir ve allame ya da müfterilerin intihal olduğunu düşündükleri şeyler neden öyle değildir, daha kolay açıklanabilir. Ben öncelikle bunu tartışıyor olacağım. Kırıkkanat ve Şafak davasını, bilirkişi raporunu ve bu vakada intihal var mı konularını gelecek haftalarda inceleyeceğim. Konu hassas ve toplumun edebi/kültürel üretimini olumsuz yönde etkileyebilecek bir şey olduğu için, bunu dikkatle tartışmak zorundayız.

İNTİHAL SUÇ İSE, İNTİHAL İFTİRASI DA SUÇ OLSUN

Kırıkkanat ve Şafak davasını bir yana koyarak söylüyorum, intihal konularında suçlama ve savunmanın kanıtları çok ciddiye alınmalı. Edebi ya da edebiyat dışı alanlarda buna dikkat edilmezse, günümüz Türkiye’sinin liyakatsiz ve hukuki sistemi darmadağın olmuş şu anında sapla saman birbirine karışacaktır.

Bunun örnekleri önümüzde duruyor. YÖK gibi en üst mercilere yöneltilen intihal şikayetleri görünmez kılınarak üstü örtülürken, doçentlik jürilerinin bazılarında bir üyenin desteksiz suçlaması sonucu tüm sürecin akamete uğradığını bizzat biliyorum. Yani gerçek intihalcilerin çoğunlukla ceza görmediği ve iftiraya uğrayanların cezalandırıldığı bir anda yaşadığımızı söylüyorum. Konunun edebiyata yansıması işlerin daha da kötüye gitmesine yol açabilecektir.

Şeriatta had suçları vardır. Örneğin soygun amaçlı yol kesmek böyle bir suçtur. Bu suçtan etkilenen, mağdur olan kurbanlar suçluyu affetse bile, şeriata göre bunlar Allah’a karşı işlenmiş suçlardır ve ona göre ceza kesilir. Örneğin bir erkeğin bir kadınla nikahsız cinsel birleşmesi anlamına gelen zina da bir had suçudur. Aldatılan bir koca karısını affettiğini belirtirse, o da ceza görebilir.

Zina bir had suçu olarak kabul edilmiştir ama zina iftirası da öyle görülmüştür. Yani zinanın gerçekleşmediği tespit edilirse, suçlayan, yani zina iftirasında bulunan ceza görür. Buna benzer biçimde, intihal suçlamalarında da işin bu yönünün düşünülmesi yerinde olur. Modern hukuk doğrultusunda, suçlayan iddiasını kanıtlamakla yükümlü olmalı ve bunu yapamadığı takdirde karşılığını görmelidir.

NAMIK KEMAL İNTİHALCİ MİYDİ?

İntihal suçlamasının önemini belirtmek için bunları yazdım. Edebiyatta intihal konusunu buradan başlayarak düşünelim derim. Madem önümüzdeki dava romanla ilgili, o zaman en baştan, romanın Türkçede ilk ortaya çıktığı zamanlardan bir örnek görelim. 1870’lerde ilk Türkçe romanları yazan Şemsettin Sami, Ahmet Mithat, Namık Kemal gibi yazarlar hep acemilikle ve Batılı, genellikle Fransızca romanları taklit etmekle suçlanırlar. O yüzden de hem açık veya kapalı intihale yönelmiş hem de beceriksizce yazmış kabul edilirler.

Mesela bir örnek olarak Namık Kemal’in 1876’da yayımladığı İntibah (Uyanış) romanını düşünebiliriz. Türkçede romanın ortaya çıkışıyla ilgili bir türlü tamamlayamadığım bir kitap projem var. Bu proje bağlamında İntibah’la ilgili bir makalem de mevcut. Burada söyleyeceklerim o makalede daha ayrıntılı ele alınıyor.

Ünlü edebiyatçımız Ahmet Hamdi Tanpınar İntibah’ın yabancı bir romanla aşırı benzerliğine dikkat çeker: Alexandre Dumas oğulun dünya romantik edebiyatının en etkili romanlarından olan Kamelyalı Kadın’ı. Bir başka edebiyat araştırmacımız Güzin Dino ise, İntibah’ın bu defa yerli bir metinle, anonim olduğuna inanılan ama aslında 1851’de gazeteci Ali Âli Efendi tarafından kaleme alınmış Hançerli Hikâye-i Garibesi ile benzerliğini ortaya koyar.

Görünüşe göre, Osmanlı Türk modernleşmesinin büyük ismi Namık Kemal, bir değil iki eseri birden kendi romanını yazmak için kullanmış, o günün Osmanlı okuryazarlarının kolayca tanıyacağı iki metinle tehlikeli ilişkiler kurmuştur.

Fakat nedense, ne o gün ne de Tanpınar ve Dino başta gelmek üzere hiçbir yazar bu romanda intihal olduğunu iddia etmemiştir. Tanpınar ve Dino Namık Kemal’i hafiften suçlar, daha doğrusu küçümserler ama intihal yaptığı için değil, bu iki eserin etkisi altında kaldığı için. “Etki” kavramı, modern filolojide büyük bir günah olarak görülmüştür. Bir eser ne kadar özgün ise, o kadar başarılı kabul edilir. Ya da bir eser başarılı olsa bile, bir biçimde kendisinden önceki bir yazarın etkisi altındaysa bu onun hanesine eksi puan olarak yazılır.

YARATICI BİR YENİDEN YAZMA SÜRECİ OLARAK EDEBİYAT

Aslında bu özgünlük takıntısı, 19. yüzyıl romantik akımından kalma bir yanılsamadır. Ünlü edebiyat kuramcısı Roland Barthes, “halihazırda görülmüş olan” anlamına gelen “deja vu”dan yola çıkarak bir sözcük oyunu yapar ve “deja lu” diye bir kavram üretir. Barthes’a göre yazılan her yeni edebi metin, aslında o yazarın “halihazırda okuduklarından” ortaya çıkardığı bir şeydir. Edebiyat, “halihazırda okunmuş olan”dır.

Tabii bu durum, yazılan yeni eserleri önemsiz, ikincil ya da kopya kılmıyor. Sadece edebiyatın önemli bir özelliğini önümüze getiriyor: Edebiyat ve özellikle de roman, bir yeniden yazımdır. Roman ortaya çıkmadan önceki metinlerin ya da kendisinden önceki romanların yeniden yazımı olarak roman.

Şurayı atlamamak gerekli: Bu yeniden yazım değersiz değildir. Yeniden yazım yaratıcı bir süreçtir. Örneğin Namık Kemal neden İntibah’ta Kamelyalı Kadın ve Hançerli Hikâyesi’ni yeniden yazar? Çünkü Kamelyalı Kadın, bir fahişenin de âşık olabileceğini ve bu aşk üzerinden yüceleceğini iddia eder. Yeni yeni modernleşen ve genç evliliklerini teşvik ederek nüfusunu arttırmayı hedefleyen Osmanlı için, roman mükemmel bir aşk propagandasıdır. Ancak o dönemin (bu dönemkinden çok farklı, dermişim) Sünni Müslüman Osmanlı toplumu bir fahişenin aşkını kabul edemez.

Öte yandan, Hançerli Hikâyesi de, hem geleneksel anlatıya yakınlığı üzerinden romanın ikna ediciliğinden uzaktır hem de homoseksüel ilişki örnekleri içerir. O zaman Namık Kemal, Kamelyalı Kadın’ın âşık fahişesini alıp Hançerli’nin iyi ve kötü kadın ayrımına tabi tutar ve kötü fahişe Mehpeyker’e karşı iyi cariye Dilaşub’u üretir. Böylece Sünni ahlaka uygun bir heteroseksüel aşk öyküsü üretilmiş olur.

Buradaki yazınsal eylemi, basit bir etkilenme ya da intihal örneği olarak görebilir miyiz bu durumda? Namık Kemal’in yeniden yazma denemesi son derece başarılı ve hedefine ulaşan bir örnektir.

Bu haftanın sonucu olarak şunu söylemiş olalım o zaman: Edebiyat temelde bir yeniden yazma eylemidir ve bu eylemin kendisi yaratıcıdır. Bunun doğrudan doğruya intihal olarak değerlendirilmesi imkânsızdır.

Haftaya başka örneklerle devam edelim.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi