Milletin sorunu

995 km bizi şu soruya götürüyor: Milletten uzaklaşma siyaseti güden, milletini tebaa ve icabında düşman bellemiş, akılsız bir devlet aklını putlaştıran bu devleti ne zaman olduğu gibi görür hale geleceğiz? Fakat bu, devletin değil, milletin sorunu.

Murathan Mungan’ın 995 km romanı hakkında üçüncü ve son yazım bu. Önceki haftaki yazının sonunda şunu demiştim: “Masanın ‘Etrafı’ bölümünü gelecek hafta daha ayrıntılı konuşalım. Çünkü bu bölüm, 995 km’nin sunduğu anlayışın en az ilk kısım kadar önemli bir parçası. Eğitmen’in zihni ve masayı, yani devleti gözleyip anlayışı, ilk kısımdaki suikastçı kadar önemli. Bu durağan toplantı sahnesi olmasaydı, o heyecanlı ilk kısım romanın sunduğu anlayışı ortaya koymaya yetmeyebilirdi.”

Bu bölümdeki Eğitmen karakterine dikkat etmeliyiz. Romanın ilk bölümünde tetikçi katilin ne kadar karmaşık ve ilginç olabileceğini görüyorduk. Katilin zihninde, içine sızıp eğitim alarak tetikçi haline geldiği JEM, özellikle oradaki Eğitmen üzerinden ilginçleşiyor. Tetikçinin zihnindeki Eğitmen eğitimli ve çok yönlü bir karakter.

DEVLETLU ÖZNENİN YANILSAMASI

Oysa “Masanın Etrafı” bölümünde Eğitmen’in zihnine yerleşip dünyaya onun gözleri ile bakmaya başladığımızda ya da anlatıbilimsel kavramla “odaklandığımızda” hem kendisinin hem de ilişkide olduğu diğer devlet görevlilerinin son derece banal ama kendilerini dev aynasında gören, yanılsamalarını gerçeğin temeli olarak yaşayan tipler olduklarını görüyoruz.

Mungan, bunu açıktan açığa yapmıyor. Tüm romanda olduğu gibi, Eğitmen’de veya onun zihnine girdiğimiz üç bölümde ironik bir yaklaşım söz konusu. Zihnine girip Diyarbakır’daterörle mücadele” eden devlet birimlerine ve buradaki görevlilere onun gözlerinden baktığımız Eğitmen, daha önce de vurguladığım üzere kendini, okumayı çok sevdiği John Le Carre romanlarından fırlamış karmaşık bir casus olarak görüyor. Örneğin 178. sayfanın sonundaki bölüm bitiminde şöyle şeyler geçiriyor aklından:

“Olgular arasında kolayca matematiksel ilişki kurup olmadık ihtimaller hesaplayabilen soğuk zekâsının bazen kendisine böyle dolambaçlı oyunlar oynadığını bilmiyor değildi. ‘Mesleki deformasyon,’ diye geçiriyor içinden. ‘Hep söyledikleri gibi, koruduğu kadar yanıltır da. Ama bütün ihtimalleri göz önünde tutmak lazım. Nihayetinde hepimiz ip üstünde, bıçak sırtında yürüyoruz burada.”

Aynı Eğitmen, “Filigran” başlıklı yirmi ikinci bölümde Ankara’daki üstü ve akıl hocası Vezir’le telefonda konuşur. İstihbarat konularıyla tıklım tıklım yüklü konuşmalarının sonu şöyle bağlanacaktır:

“‘Gene olarak işler ne âlemde orada?’ diye soruyor Vezir. Eğitmen bunun her konuşmalarında Vezir’in telefonu kapatmadan önceki son sorusu olduğunu biliyor.

‘Onca deliyle uğraşıp operasyon yönetmek kolay iş değil. Beyninde prefrontal korteksi gelişmemiş insanların içinde onlarla birlikte akıllıca işler yapmaya çalışıyoruz, eh zor tabii.’

Karşılıklı gülüyorlar.” (s. 222)

KARANLIĞIN MEMURLARI

Eğitmen’de ama onun vesilesiyle karşılaştığımız Vezir’de ve devletin daha pek çok terörle mücadele veya istihbarat elemanında var olan bu kibir çarpıcıdır. Hem birbirlerine küçümseyerek bakarlar ve birbirlerinden bilgi kaçırırlar hem de çok uyumlu ve güçlü bir devletin unsurları olduklarını düşünürler. Hepsi son derece vatansever olduklarına inanmaktadırlar. Fakat bir yanda da sürekli birbirlerinden kuşku duyarlar.

Eğitmen, Saim Baran cinayetini planlayan kişidir. Bir başkasının Kürt adamlarının kaçırılıp infaz edilmeleri işinin müellifi olduğu söylenir. Ankara’dan gelen bir TAK birimi ise, herkesin aklını bulandırır. Bu çok özel terörle mücadele biriminin neden burada olduğunu kimse bilmez. Fakat çeşitli ipuçları üzerinden, bu birimin Diyarbakır emniyet müdürünü öldürmek üzere orada olduklarını anlarız.

995 km’deki devlet derin midir sığ mıdır, tartışmaya açık bir konu. Fakat her durumda Tarantino filmleri tadında bir katiller ağında hareket etmekte olduğumuz ortadadır. İşkenceciler, örgüte yardım ettiğini düşündükleri köylülerin kafasını testereyle kesip getiren korucular, muhbirler, operasyon adı altında çeşit çeşit yolsuzluk ve kötü muamelenin faili haline gelen şu veya bu birimin elemanları. Kısacası, karanlık bir devletin karanlık memurları

BİR KAYBET KAYBET OYUNU

Eğitmen dahil hiçbiri, kendi kafalarında hangi fanteziyi yaşarlarsa yaşasınlar, kendilerini hangi dev aynasında görürlerse görsünler, o kadar da akıllı değildirler zaten. Örneğin “Masanın Etrafı” başlıklı o çok önemli on sekizincin bölümün başında, gerçekten absürt bir olayla karşılaşıveririz. Foto Kamer diye bir fotoğraf stüdyosunda, örgüt üyelerinin dağda çekip yolladıkları fotoğrafların tab edildiğini öğreniriz. Eğitmen örgütün bu tedbirsizliğiyle alay edecektir:

“‘Yahu tatil fotoğrafı mı bunlar! Ne tedbirsizlik! Bir de terör örgütü olacaklar.’ ‘Bir kısmı elde kalaşnikofla hava atmak biraz da propaganda için olsa gerek amirim.’ ‘İyi, onların attıkları hava bize yarıyor, albümümüz kalabalıklaşıyor, yeni terörist yüzleriyle tanışıyoruz bu sayede.’” (s. 179)

Fakat Eğtimen’in konuşmakta olduğu asteğmen işin diğer boyutuna da işaret ediverecektir: “‘Amirim bizim erlerin çoğu da fotoğraflarını orada tab ettiriyorlardı, hani elde silah… makineli önünde… omuzda bazuka… karakol önünde falan, işte o fotoğraflardan da dağa göndermişler galiba.’ ‘Saçma! Nelerine yarayacak ki asker fotoğrafları?’ ‘Galiba asıl maksat karakollar, bölge, civar, belki teçhizat hakkında bilgi toplamak.’” (s. 179-180).

Yedek subayın görüp fark ettiği durumu kendini bir numaralı casus sanan Eğitmen görmemektedir. Burada terörle mücadele adı altında bol işkenceli, muhbirli, bin bir numaralı istihbarat çalışması yürütülürken, örgüt de bir benzerini buraya karşı yürütmektedir. Bir kazan-kazan oyununda değil, kaybet-kaybet oyununda olduğumuzu böylece daha iyi idrak ederiz.

995 KM’DE GÖRÜNEN DEVLET AKLI

Nitekim “Masanın Etrafı” bölümündeki bol dalavereli, hesapta aynı devletin memuru olarak birbirlerine karşı oynadıkları oyun ve numaralara tanık olduğumuz unsurlar, ne kadar akıllı ve güçlü olduklarını düşünürken son derece ahmak ve zayıf bir görünüm sunmaktadırlar. Bu açıdan aynı zamanda toplantının da sonu olan bölüm sonu çok manidardır:

“Tedirginlikleri dağılmış, daha odadan çıkmadan dışarıda kimseye hesap verme gereği duymadıkları kendinden hoşnut hallerine kavuşmuşlardı. Gitmek üzere toparlanmaya başlayanlara bakarken Eğitmen’in aklından tüm oyunların sonunda geçerli olan şu kural geçiyor: Her oyunun sonunda şah da, mat da aynı kutuya konurdu.” (s. 192)

Çöplüklerine döndüklerinde yine özgür olacaklarını ve o bayıldıkları pis oyunları oynamaya başlayacaklarını düşünen bu katil memurlar, aslında birer piyon olduklarını, zaten her hamlesi çoktan belirlenmiş bir kapalı sistem oyununda iş gördüklerini düşünmezler bile. Onlar bu oyuncaklara dönüşmekten memnundurlar. Kafka romanlarındaki otorite temsilcisi memurların son derece karartıcı ama absürt kendilerinden memnuniyetlerinde olduğu gibi.

995 km’nin bence asıl önemli katkısı da burada ortaya çıkıyor. Çocukluğundaki travmalar üzerinden bu yola girmiş istisnai bir ölüm makinesinin, yakın geçmişimizi karartan, doğrudan geleceğimize sıktığı kurşunlara dikkat çekmek, bunun üzerinden bir heyecan yaratmak değil Mungan’ın hedefi. Bu tür katilleri, işkencecileri, bilumum psikopat ve sosyopatları kullanışlı gereçleri olarak gören sözde devlet aklını çok alışık olmadığımız bir bakış açısından görünür kılmak.

GÖZ ÖNÜNDE OLANI GÖRMEK

Vatanı kurtarma ya da koruma, kollama yavelerinin arkasına sığınan bu özneler, son derece yanlış kararlar verdiler ve uyguladılar. Kendi aptallık ve yetersizliklerini görmek yerine, bellerindeki silahlarla, kullandıkları işkence aletleriyle dünyayı yıkmaya girişen bu memurlar “de-nasyonalizasyon”a, “milletten uzaklaşma” olgusuna katkıda bulundular. Bunun ceremesini hep birlikte çekiyoruz. Siyasal, toplumsal, ekonomik ve sosyal psikolojik açılardan.

Bugün yaralı ve sorunlu bir ulusal toplumda yaşıyorsak, devletin geçmişte yaptığı “iş”lerin bunda çok büyük payı var. Bugün karşımıza dikilen ve bizi bir kültür savaşı ve kutuplaşma üzerinden yönetmeye çabalayan bu devlet, yaptığı kötü seçimler, eleştirellikten yoksunluk ve denetimsizlik üzerinden bir zebella devlete dönüştü.

Fakat 995 km incelikli anlatısal kuruluşuyla bizi şu soruya götürüyor: “Zebella devlet, gerçek anlamda bir devlet midir?” Buna hâlâ devlet diyebilir miyiz? Milletten uzaklaşma siyaseti güden, milletini tebaa ve icabında düşman bellemiş, akılsız bir devlet aklını putlaştıran bu devleti ne zaman olduğu gibi görür hale geleceğiz?

Fakat bu, devletin değil, milletin sorunu.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi