Varlığını arzulayan toplum

Zebella devletlerin aşksız bıraktığı toplumlar kendi varlıklarını, geleceklerini arzulayabilirler mi? Bu da bir beka sorusu ve sorunu değil mi? Zebellaya dönüşen devlet diyelim varkaldı, peki toplum varkalabilecek mi? O topluma toplum diyebilecek miyiz?

İrfan Aktan’ın Evren Balta ile söyleşisini okudunuz mu? Evren Balta, küresel düzeydeki güç mücadelesinin, demokrasi ve özgürlükler adına ne dünyada ne Türkiye’de olumlu gelişmelere yol açacağına işaret etmekte. Geleceğimiz karanlık. Zorba devletler ve gözlü bir kapitalizm bizleri paçavra etmek, iliğimizi sömürmek için oyun kuruyor.

Yazılarımda hep sözünü ettiğim kültür savaşı, bu yeni gelişmekte olan jeopolitiğin otoriter iktidarlarının en sevdiği alet. Keskin ikili karşıtlıklar oluşturup, medya ve sosyal medya üzerinden herkesi trolleştiriyor ve son derece karmaşık ve uzun uzun düşünülmesi gereken konularda insanları iki farklı seçenekten birini seçmeye, daha doğrusu taraftarı ve hatta fanatiği olmaya mecbur ediyorlar.

AŞKSIZ TOPLUMUN BEKA SORUNU

Aklıma yazılarımda daha önce Leviathan filmi üzerinde uzun uzun durduğum Rus yönetmen Zvyegentsev geliyor. Zvyagentsev, Leviathan’da bir çete mantığıyla işleyen zebella devletin yurttaşını boyun eğenler ve karşı çıkanlar olarak ikiye ayırdığını, karşı çıkanı ezmek için en alçakça hilelerden kaçınmayacağını anlatıyordu. Bundan sonraki filmi, 2017 tarihli Loveless (Sevgisiz ve belki aşksız demek lazım) ise, zebella devlet tarafından bu muameleye maruz bırakılan toplumun hali pür melalini anlatıyordu.

Bu filmde, okul yolundayken gördüğümüz bir erkek çocuğu aniden kaybolur. Uzun uzun aranır. Bulunamaz. Bu arama sürecinde öncelikle anne ve baba olmak üzere, tüm toplumun sevgi eksikliğiyle karşılaşırız. Herkes çok duyarsızdır. Filmin sonunda birbirinden ayrılan anne ve babanın, herhangi bir yara taşımaksızın yeniden evlendiklerini, yeni aileler edindiklerini izleriz. Çocuğun ölümü ya da yok oluşu ne aile ne de toplum üzerinde bir iz bırakabilmiştir.

Zebella devletlerin bizi getirecekleri yer bu sevgisizlik, bu aşksızlık. Geçen hafta sözünü ettiğim toplantıdaki, aynı zamanda çok eski dostum olan bir katılımcı, felsefeci Ayhan Çitil “bir toplum kendi varlığını arzulamalı” cümlesini kurmuştu. Zebella devletlerin aşksız bıraktığı bu toplumlar kendi varlıklarını, geleceklerini arzulayabilirler mi? Bu da bir beka sorusu ve sorunu değil mi? Hani hep devletin bekası, devamlılığı vurgulanır. Zebellaya dönüşen bir devlet diyelim varkaldı, peki toplum varkalabilecek mi? Biz o topluma toplum diyebilecek miyiz? Sahi nedir bir toplum?

GEZİCİLER, DİKİLENLER...

Geçen haftayı düşünelim. Gezi Davası’nı. Hakikatlere değil, hakikatimsilere dayanan iktidar anlayışı, kendi istediği biçimde tasarladığı yargı üzerinden Gezi’yi ayaklanma olarak çerçeveliyor ve elinde tuttuğu insanlara çok ağır cezalar veriyor. Başta Erdoğan’ın kendisi, hepsi biliyor Gezi’nin ayaklanma olmadığını, sıkboğaz edilen halkın bir tepkisi olarak ortaya çıkmış bir protesto hareketi olduğunu. Fakat kolluğun copunu, yargının söz dinlerliğini ve algı medyası ile trollerinin zehirli dilini kullanarak şimdi de bunu böyle kullanabileceklerini düşünüyorlar. Fetöcülüğün, teröristliğin yetmediği yerde, baskıyı üretmek, korkutmak, sindirmek için Geziciliği de daha fazla kullanacaklar belli ki.

Benzer bir şeyi, bu keskin ikili karşıtlıklar üzerinden yürütülen kültür savaşı mantığıyla hocası olduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde de uyguluyorlar. Boğaziçi’ndeki kayyım rektörlük, yukarıdan gelen emirlerle kendi cüzi iradesinin katkılarını birleştirerek, üniversitedeki yaşamı öğrenciler, hocalar, mezunlar ve çalışanlar açısından tam bir cehenneme çeviriyor. Yönetimin ne öğrencilerle ne de hocalarla aynı düzlemde belirlenen bir iletişimi yok. Hocaların on yıllara uzanan e-posta haberleşme grubunu aniden kapattılar. Her uygulama aniden ve alelacele geliyor. Evvelki hafta kaydın başladığı gün birinci sınıfların alması gereken bir dersle ilgili yeni uygulama getirdiler mesela. Kayıt başladıktan sonra öğrendik.

Kayyım rektörlük, uzun zamandan beri okulun giriş kapılarına listeler veriyor. Kara listeler. Okula hangi mezunların, hangi emekli hocaların, hangi öğrencilerin giremeyeceği yazılı listelerde. Emekli hocaların bir kısmı bunu dava etti ve kazandı ama yönetim mahkeme kararlarına aldırmıyor bile. Nitekim Can Candan’ı üç kere dava kazandığı halde, yine işten attı ve dördüncü davayı açmak zorunda bıraktı.

KÜÇÜK KORKU DÜKKANI

Geçen hafta Cuma günü Boğaziçi direnişinin 999. günü idi. Bir süredir yönetim, rektörlüğün önünde iş günlerinde 12:15-12:30 arası cüppelerimizle tuttuğumuz akademik nöbeti de suç haline getirme uğraşında. 16 hocamıza nöbete katıldıkları için soruşturma açıldı. Yönetim, rektörlüğe sırtlarını dönen hocaları nasıl tespit ediyor diye merak edebilirsiniz. Hemen söyleyeyim: İlk nöbetten itibaren devletin kadrolu sivil polisleri nöbette karşımıza geçip fotoğraflarımızı çekiyor ve hemen oracıkta şu ünlü Soylu uygulaması benzeri bir şeylerle isimlerimizi belirleyip dosyalarımıza işletiyor. Geleceğin tarihçileri, emniyetin ya da üniversite yönetimin arşivine girdiklerinde, 1000 günü geçen direnişte hangi hocanın kaç nöbete katıldığını tespit edebilecekler. Bu arşivcilik çabasını beğenmemek elde değil.

Boğaziçi Kayyım Rektörlüğü geçen hafta çok süper bir zebella devlet uygulamasını daha gerçekleştirdi bu arada. Türkiye’nin tanınan romancılarından Murat Gülsoy, aynı zamanda okulun Biyomedikal Enstitüsü’nün profesörlerinden biri. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’ni yıllarca yönetti ve son yıllarda Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nin de müdürüydü. Murat Hoca, on gün kadar önce resmen emekli oldu. Kamuoyuna bunun gerekçelerini kendisi anlattı. Benim değinmek istediğim konu, okulumuzun bu en taze emeklisinin, tam da geçen Cuma günü onuruna düzenlenen, iki panelli bir etkinliğe katılmak için okula geldiğinde içeri alınmaması. Evet, hiçbir şey yapmasa, bağlı olduğu birimdeki laboratuvarı üzerinden yaptığı çalışmalar ve uluslararası indeksli akademik yayınlar aracılığıyla üniversitenin başarısını yükseltmiş olan Murat Gülsoy, artık adıyla sanıyla yasaklıydı.

Almadılar Murat Gülsoy’u okula. Etkinliği de aynı gün, kurumsaldan gelen bir telefonla, katılımcıları uygun bulmadıkları için iptal ettiklerini söylemişler. Katılımcılar da büyük çoğunlukla okulun hocaları ve öğrencileri bu arada. Hep birlikte gittik, okul yakınındaki başka bir mekânda Murat Gülsoy’un başarılarını, üniversiteye ve ülkeye kazandırdıklarını konuştuk. Bu kadar genç bir bilimciyi ve kültür insanını kaybettiğine Boğaziçi ve Türkiye yansın diyeceğim ama…

GERÇEKÇİ ÇÖZÜM: YAŞA VE YAŞAT!

Bize dayattıkları durum bu. Bir kültür savaşı. Ya o taraftasın ya da bu tarafta. Bu da aklıma Roger Moore’lu Bond filmi Live and Let Die’ı geliyor. Türkçeye Yaşamak İçin Öldür olarak aktarılmış ama aslında Yaşa ve Bırak Ölsün diye de çevrilebilir. Aslında bu Avrupa modernleşme tarihindeki uzun ve kanlı din savaşlarından kaynaklanan bir deyime nazire. İngilizcesi “live and let live” olan bu deyim, “kendin yaşamak için onun da yaşamasına izin vermelisin” diyor. Öldürerek, keserek kavganın bitmeyeceğini kabullenmek bu. Öldürdükçe sen de ölüyorsun. İşin aslı budur. “Yaşamak için öldür” mottosu bir James Bond fantezisidir. Kültür savaşı yaklaşımı da bu Bond fantezisi üzerine kuruludur. Fakat bu sadece bir fantezi ve sonu yok.

Ne yapmak lazım peki? Kültür savaşının dayattığı keskin ikili karşıtlıkları ve kutuplaşmaları yapıbozumuna uğratmak, etkisizleştirmek ve geride kalması için uğraşmaya devam etmek zorundayız. Ayhan Çitil’in deyimiyle kendi varlığını arzulayan bir toplum haline gelemeyiz başka türlü. Her noktada yerinden yönetimlere ve akışkan kimliklerin olumlanmasına muhtacız. Yaşa ve yaşat anlayışıyla ilerlemek zorundayız. Bunların olabilmesi için ötekinin ya da başkalarının sesini duyulur kılmaya, sese ses olmaya ve ön açmaya uğraşmak şart.

ÜTOPYA YAHUT ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ

Şu karanlık dönemde bile, ütopyalarımızın olması önemli. Benim gelecek hayalimde diğerkâm, misafirperver, silaha/savaşmaya/öldürmeye düşman ve içsel olarak ikna edici sözle diyaloğa girmeye çabalayan bir toplum var. Bunların hiçbiri içi boş hayaller değil. Her birinin altı gayet rasyonel siyasa ve uygulamalarla doldurulabilir. Örneğin misafirperverlik göçmen sorunuyla ilgili olarak etkili olabilecek en doğru çözüme işaret eder. Bugün dünyada göç olgusunun önüne geçmek mümkün değil ve bu ülkeden göç olduğu gibi bu ülkeye göç olmaya da devam edecek. Bu ülke 19. yüzyılın göç hareketleriyle oluştu. Bundan sonra da artarak göçmenler gelecek. Bütün iş, bu gelişin yasal altyapısının ve uygulamasının şeffaf ve uzlaşıya dayalı olarak inşa edilmesinde. O zaman ne siyaset arenasında faşist kafalar palazlanabilir ne de toplum göçmenlerle karşı karşıya gelir.

Ütopya ve idealleri terk etmeyelim. Bu arada, TİP’in Milletvekili Can Atalay ve Gezi mahkumları için başlattığı Özgürlük Yürüyüşü’nü izlemeyi ve desteklemeyi de unutmayalım. Farklı bir toplum için yürümeye mecburuz.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi