Utanabilme özlemi

Arkadaşına “sandviçinden ısırık alabilir miyim?” diye soran o afacan oğlan sizin toplumunuza, cumhuriyetin ikinci yüzyılına ya da Türkiye Yüzyılı’na dahil değil mi? Özellikle siyasetçilere söylüyorum: Her türlü kutsalınız adına bir parça utanın. Utanalım.

29 Ekim’e bir aydan biraz daha uzun bir süre, tamı tamına beş hafta kaldı. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına mı gireceğiz, yoksa Türkiye Yüzyılı’na mı? Her soru ve sorunda olduğu gibi burada da kabak gibi ortadan ayrışmaya hazırız. Nitekim öyle de olacak. Geçen hafta iktidarın Türkiye Yüzyılı vizyonunun Medeni Kanun’u tümden ve dinsel temelli olarak değiştirmeyi hedeflediğini konuşmuştuk. Her olup biten, bile isteye içine sokulduğumuz kültür savaşı ve kutuplaştırmanın artarak devam edeceğine işaret ediyor.

Tam da böyle bir ortamda, biz yönetilenlerin rejimin adım adım değiştirildiği bu ülkede önümüzdeki döneme ne ad verileceğine değil, geride kalanın ne olduğuna ve bunun üzerinden nasıl bir ortak gelecek istediğimize dair düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor. Sosyal medyanın ve siyasi ortamın bize zerk ettiği trol kafası ile dilini bir tarafa bırakıp, anlamaya ve kapsamaya çalışarak çaba harcamamız artık acil bir zorunluluk.

Hafta sonu katıldığım bir toplantıdan aldığım ilhamla, bu dediğimi yapmak için cumhuriyet ve demokrasinin ilişkisini düşünmenin iyi bir başlangıç olacağına inanıyorum. Bir siyasetbilimci değilim, cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının tanım ve ilişkilenme biçimlerini nesnel ve bilimsel bir biçimde tartışamam. Buna rağmen, cumhuriyetin öncelikle devletle, demokrasinin ise toplumla ilgili olduğu düşüncesindeyim.

BİRER KAZANIM OLARAK DEVLET, DİL VE TOPLUM

Osmanlı’nın 19. yüzyıl başında giriştiği modernleşme hikâyesi, yeniden oluşturulan merkezi bir devlet anlayışının çeşitli evrelerden geçerek cumhuriyete evrilmesiyle ilerledi. Ne var ki, cumhuriyet ilk andan itibaren yanında demokrasiyle birlikte gelmedi. 1839’daki Tanzimat Fermanı’nı bir başlangıç olarak kabul edersek, aradan geçen 184 yılın oldukça az bir bölümünde şu veya bu oranda bir demokraside yaşadığımızı düşünebiliriz.

Türkiye çalışmalarında, hâlâ etkili olmaya devam eden bir tartışma var: Geç Osmanlı modernleşmesi ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir devamlılık ilişkisi mi var, yoksa 1923 mutlak bir kesintiyi mi temsil ediyor? Değişik konularda ve farklı açılardan her iki değerlendirmenin de geçerliliği olduğunu düşünüyorum. İster süreklilik ister kesinti olarak düşünelim, her durumda iki yüzyıla yakın modernleşme maceramızın bence üç önemli kazanımı var: Devlet, dil ve toplum.

Bu üçünü bir kazanım olarak düşünmek size tuhaf gelebilir. Kaldı ki, modernite olgusu ve modernleşme süreçleriyle bizden farklı biçimlerde ilişki kurmuş pek çok toplumda da devlet, dil ve toplum konularında kaçınılmaz olarak değişme ve gelişme olduğu ortadadır. Ben bunların bize özgü olduğunu değil, bizdeki gelişimlerinin özgüllük ve özgünlüğüne işaret etmiş oluyorum.

Hayata soldan bakan bir birey olarak, özellikle içinde yuvarlandığımız şu otoriter konjonktürde devleti bir kazanım olarak değerlendirmem kulağa tuhaf gelebilir. Ancak devlet bir yerde bir teknoloji ve bazen hayatı bizlere dar etse de, şu ya da bu özelliklere sahip bir devleti düşünmemek elde değil. Bu açıdan baktığımızda Türkiye’de devlet gerçekten önemli ve pek çok açıdan gereksinim duyduğumuz bir varlık. Devleti bir baskı aracı değil de, özgürlükleri düzenleyen bir araç olarak yeniden oluşturabilsek, varlığından son derece memnun olurduk.

Her durumda modernleşme hikâyemizin başlangıcını devlet belirliyor. Devlet beka ve kendini sürdürme arayışı doğrultusunda hem kendini hem de tüm toplumu, her unsuruyla yeniden düzenlemeye girişiyor. 19. yüzyıl modernleşmesinin başlangıcı budur. Osmanlı, Batılı güçler tarafından yutulmamak için kendini dönüştürmeye girişti ve kısa sürede bunun ancak toplumu dönüştürmekle mümkün olacağını gördü.

DİLİN İCADINA VE ELE AVUCA SIĞMAZLIĞINA DAİR

Devletin toplumu yeniden oluşturmasında en temel aracı dil olacaktı. Merkezi ve modern bir devlet yaratmak isterseniz eğer, en başta gereksinim duyacağınız araç bir yazı dilidir. Türkçe konuşulduğu gibi yazılır filan gibi, ancak dilbilimin bazı dalları açısından geçerliliği olan bir görüş vardır. Bundan öte, tarihsel ve iletişimsel olarak yazı dili icat edilmesi, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gereken bir araçtır. Müthiş bir yatırım, maddi kaynak akışı ve insan sermayesi gerektirir.

Diyelim Rus Çarlığı ile girişeceğiniz bir savaşta topçu gücünüzü yenilemek ve güçlendirmek istiyorsunuz. O sırada düşman olmadığınız ve size yardım edebilecek, topçulukta ileri hangi ülke var? Fransa. Ne yapmak lazım? Fransa’dan askeri danışmanlar ve kitaplar getirirsiniz. Fakat danışmanlar Türkçe bilmiyor. Ordunuzda Fransızca bilen asker var mı? Yok. Ne yapmak lazım? Fransa’ya öğrenci gönderip dil öğrenmelerini sağlayacaksınız. Bunlar yetişip gelecek ve hem sözlü hem yazılı çeviriler yapacaklar. Fakat bir topun Fransızca talimatnamesini çevirirken bile oradaki cümleleri çevireceğiniz cümle yapılarına ihtiyacınız var. İşte bunların, kolay anlaşılır Türkçe cümlenin nasıl kurulacağının bile belirlenmesi gerek. O cümleler elma ağacında yetişmiyor.

İş yazı dilinin icadı ile de bitmiyor. Hem o cümleyi kurmayı bilen insanları yetiştireceksiniz, hem de kurulan cümleyi anlayacak okuryazar yurttaşları. Nerede yetişecek bunlar? Okulda. Bu düşünce zincirini daha fazla uzatmak istemiyorum ama hep birbirine bağlanan, neden sonuç ilişkilerinin belirlediği çok kapsamlı bir proje var. Osmanlı padişahları ve devlet adamları basitçe devletin düşman ülkelere karşı makus talihini değiştirmeyi amaçlayan bir değişiklik öngörmüş olsalar bile, modernleşme süreci dediğimiz şey bir çığdan farksız. Bir başladı mı, en alttan en üste, sağdan sola, yukarıdan aşağıya toplumun her kesimini etkiler. Bu anlamda tüm modernleşme tarihimizi belirleyen, doğru Batılılaşma-yanlış Batılılaşma münazaraları, Batı’nın şuyunu alalım da buyunu almayalım, düdüklü tencere çok güzel bir buluş ama içinde sadece kuru fasulye ve nohut pişirelim inatları gayet boş. Devlet-i Âl-i Osman’ı eski heybetine kavuşturmak için çıkacağınız bir yol kaçınılmaz olarak size züppeleri ve bize asla ve kat’a uymadığını inandığınız yaşam biçimlerini getirecektir. Modernleşme, lambanın içinden çıkan cindir.

Devlet bu doğrultuda dili, toplumu yeniden oluşturmanın pek basit bir aracı olarak hayal etmişti. Fakat o dil, daha ilk anlardan itibaren başka hayaller ve tasavvurları taşıyan bir rüzgâr haline de gelecekti. Bu bağlamda modernleşme sürecindeki toplumun iletişimini sağlayan dil, aynı zamanda onu değiştirip dönüştüren bir hayal gücünü de ortaya çıkaracaktı. O toplum farklı devlet anlayışlarını, anayasacılığı, meşrutiyeti, derken cumhuriyeti ve kaçınılmaz olarak demokrasiyi, özgürlüklerin dünyasını, uğruna canlardan olunan, eziyet çekilen ideal ve ütopyaları da getirecektir.

AGORA MI SENATO MU?

Böyle bir gelişim üzerinden, modernleşmenin geçen iki yüzyılı ya da cumhuriyetin ilk yüzyılı üzerinden ortaya çıkan devlet, dil ve toplumu temel kazanımlar olarak görüyorum. Tuhaf bir biçimde bu üç kazanım, aynı zamanda hiç bitmeyen sorun alanlarımız. Çünkü açılmaya, değişmeye ve gelişmeye devam ediyorlar. Çeşitli güçler bu üçünün de niteliğini belirlemek için siyaset yapıyorlar.

Dilin devlet ile toplum arasında bir ortaklaşma alanı ya da kesişme kümesi olduğunu söyleyebiliriz. Birileri dili kısıtlamak, ayar verme, belirlemek için kullanmaya çalışırken, başkaları aynı dil üzerinden direniyor, razı olmuyor ve daha farklı bir dünyayı hayal edip gerçekleştirmeye çalışıyor. Bugün dil hem bir alet hem bir silah.

Dili bir yana koyduğumuzda, ben devlet ile toplumun ilişkisini, iki kavram üzerinden düşünüyorum: Agora ve senato. Birincisi eski Yunan şehir devletlerinin doğrudan demokrasisinin belirleyici kavramı. Yurttaşların devletle ilgili konuları hep birlikte tartışıp oylayarak karara bağladıkları meydan. Diğeri ise Roma İmparatorluğu’nda siyaseti belirleyen seçkin yurttaşların, toplumun siyasi temsilcilerinin toplandığı yer. Tam olarak öyle değil tabii ama çağrıştırdığı imgeler üzerinden agorayı daha çok demokrasi ve özgür toplumla birlikte hayal ediyorum. Senato ise devletin daha otoriter bir baba olarak belirleyici olduğu cumhuriyetle bağlantılı geliyor bana.

SÜPER EGO HERKESE LAZIM

Buradan romantik hayaller de üretiyorum. Toplumun, demokrasinin ve agoranın belirleyici olduğu bir siyaset, çok daha fazla faili akıp giden bir sürece dahil etmek üzere hareket edecektir. Senatonun ya da nisbi temsilin, cumhuriyetin ve devletin belirleyici olduğu bir siyaset ise, daha ziyade konumsallık, belirli konularda duruşu belirlemek, pozisyon almak gibi daha sabitleyici bir yaklaşımla ilgili olacaktır.

İki oyun geliyor aklıma: Birincisinde çocuklar monopol oynuyorlar. Zarlar atılıyor, ilerleniyor ve mülk edinmek yönünde girişimlerde bulunuluyor. Öbür oyunda ormandayız. Her birimiz bir noktadan diğerine gidecek kendi patikamızı açmayı hedefliyoruz.

Tekrar ediyorum: Mutlak ve nesnel şeylerden söz etmiyorum. Benim kafamda olan ve başkalarında da olabilecek algılar bunlar. Ancak her şeye rağmen, agora ve senatonun, dolayısıyla toplum ve devletin mutlak bir ikili karşıtlık, karşılıklı konumlanış olmamasını sağlayan bir şey var. Her ne kadar bunlar arasında farklar olsa da, ikisini de belirleyen bir özellik de diyebiliriz: İster agorada doğrudan demokrasiye katılan bir yurttaş olun, isterseniz senatoda oy kullanan bir temsilci, işin idealinde siyaset yaparken egolarınızdan değil, süper egolarınızdan yola çıkıyorsunuz. Elbette bir egonuz, benliğiniz var ama toplum adına hareket ederken, diğerleriyle birlikte hareket ediyor ve herkesin yararına olanı belirlemek için uğraşıyorsunuz.

ERDEMLİLERİN UTANCI

Ben bu süper egonun belirleyici kavramını utanç olarak görüyorum. Yanlış yapmaktan da, başkasından size ya da başkalarına yönelecek yanlıştan da utanç duymak. Ar etmek. Mahcup olmak. Yerin dibine geçmek. Öyle tek tek insanlarla ilgili, regresif duygulardan da söz etmiyorum. “Yüzüm kızardı” ya da “yerin dibine geçtim.” Bu kadar basit değil. Ortaklaşa oluşturduğumuz bir şeye gelecek zarardan, güzel bir şeyin bozulmasından korkmak ve buna yol açan olmaktan utanmak.

Örneğin sivil toplum çalışanı ve siyasetçi Hacer Foggo ve başka insanların dikkatimizi çektiği “okullarda bir öğün yemek acil ihtiyaç” çağrısı. Hem yurttaş hem siyasetçi olmak bu durumdan utanmayı gerektirmiyor mu? Sırasında aç oturan üçüncü sınıf öğrencisi bir kız çocuğu, arkadaşına “sandviçinden bir ısırık alabilir miyim?” diye soran daha alfabeyi sökememiş o afacan oğlan sizin toplumunuza, cumhuriyetin ikinci yüzyılına ya da Türkiye Yüzyılı’na dahil değil mi? Böyle bir durumdan içiniz yanmıyorsa, sizin içinde yer alacağınız ya da baştan yaratmaya girişeceğiniz o ikinci dönemden kime ne hayır gelir?

Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrencim olan ama henüz hiç yüz yüze tanışamadığım, sınıflarımıza girememiş gencecik İbrahim Enes Gacar 1036 gündür mapusta. Kaç kere söz konusu ettim bu köşede. Her gün Twitter’da “ben terörist değilim” diye not düşüyor. Gençlerini pis siyaset oyunlarına alet ederek hapiste çürütmekten utanmayan bir ülke kendine nasıl bir gelecek kuracak? Orada utanan var mı?

Umutsuz, karamsar ve depresif olalım demiyorum. Fakat anlamlı biçimde eyleyebilmek ve olumlu bir toplum yaratmak için hepimizin utanması gerekiyor. Özellikle siyasetçilere söylüyorum: Utanın! Allah aşkına, her türlü kutsalınız adına, ne olur, bir parça utanın. Utanalım.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi