İki önemli tavsiye

Mücadele etmezsek, bizi bire kadar kırmaktan bir an bile kaçınmayacak muktedirlerin oyuncağı olacağız. Yarın bir birey olarak herhangi bir hakka sahip olmak istiyorsanız, bugün yerel ve ulusal bazda siyaset yapın, hak mücadelesi verin.

Birey…

Geçen hafta yeni akademik dönemin ilk derslerini yaptık. Bu dönem bir lisansüstü dersi ve bir de Türk Dili ve Edebiyatı lisans programının ikinci yılında zorunlu ders olan “Türk Edebiyatında Modernleşme”yi veriyorum. Tanzimat Fermanı’nı da bir metin olarak ele alıp, Arap harfli Türkçe yazılan edebiyatın 1900’lere kadarki dönüşüm sürecini inceliyoruz. Osmanlı edebiyat alanı neden geleneksel divan edebiyatından ayrıldı ve yüzünü Batılı, Avrupalı edebiyatlara, temelde de Fransız edebiyatına döndü? Neden orada gördüğü şiirleri, tiyatro oyunlarını, romanları önce çevirmeye ve sonra bunlara benzer telif eserler yazmaya girişti?

Tamam da… Birey!

Bu dönüşümü siyasal, toplumsal ve kültürel değişim bağlamında, ele aldığımız metinleri edebi açıdan da inceleyerek bir edebiyat tarihi dersi yapıyoruz. Dönem başında, tüm bu değişimin bir neden-sonuç zincirine bağlı olarak başladığını ve geliştiğini ortaya koyuyorum. Bu doğrultuda, “modernleşmesüreci ve “moderniteolgusunun, 1600’lerden itibaren Avrupa’dan kaynaklanan gelişim öyküsünden söz etmem gerekiyor. Bugüne kadar gelen beş yüz yıllık bir süreçteki önemli tarihsel merhaleleri ve bunların nasıl birbirlerine yol hazırladıklarını konuşuyoruz.

PEKİ YA BİREY?

Birey, modernite ve modernleşmenin hem en önemli ürünlerinden biri hem de bu uzun tarihsel dönemin temel aktörü. İçinde yer aldığı toplumdan özerkliğini elde etmiş ve o toplumun önemli bir parçası olmaya devam ederken bile, kendi özel gündemini takip eden, kendini gerçekleştirmek üzere özgün macerasını yaşama kapasitesine sahip olan bir unsur birey.

Öte yandan modernitenin her unsuru gibi, o da tek değil, çok yönlü. Coğrafi keşiflere, Aydınlanma’ya, Rönesans’a veya Luther’in başlatacağı Protestan Reformasyonu’na baktığımızda tek başına geleneksel kurumlara meydan okuyan, merak eden, araştıran ve sorgulayan, kendi perspektifinin önemini anlatmak için yollar arayan ve pek çok durumda bunları bulabilen bireyler, madalyonun aydınlık yüzünü temsil ediyorlar.

Ne var ki, aynı bireyler madalyonun karanlık yüzünde ben merkezli, çıkarcı, kâr odaklı, kıskanç, hırs içinde yaratıklar da. Büyük bir bilim adamının ya da filozofun son derece kötü bir insan olduğunu öğrenebiliyoruz. Ya da Kristof Kolomb bazıları için Amerika’nın kâşifi iken, keşfettiği yerde yaşayan yerli uygarlıklar ve halklar için yüz yıl içinde gelişip tamamlanacak, yüz milyon civarında cana mal olacak bir soykırımın ilk ayağı.

Bireyin ne kadar yeni ama belirleyici bir unsur olduğunu, bugün herkesin yaşamının birey olma üzerinden kurulduğunu söyleyebiliriz. Bunun modern öncesi dönemden farkını gösteren en önemli mecralardan biri olarak da romana işaret edebiliriz. 18. yüzyılda İngiltere ve Fransa’da yazılan ilk örneklerle ortaya çıkan ve er ya da geç tüm dillerde yazılmaya başlayan romanlar, her zaman yepyeni konuları anlatmazlar. Bazen modern öncesinde de görülmüş öyküleri yeniden yazarlar. Fakat bunu yaparken bile, bireyin perspektifini şu veya bu oranda kurmaları, romanları tamamıyla modernleşmeye özgü bir yeni edebi tür ya da biçim haline getirir.

BİREYLİK BİZE HARAM

Şu anda bu konuları derste de işlediğim için, istekle sayfalarca yazabilirim. Fakat amacım bir modernleşme ve edebiyat gelişimi anlatısı sunmak değil. Aslında uzun zamandır beni düşündüren ama özellikle dün başlayan İsrail-Hamas Savaşı’ndan beri hiç aklımdan gitmeyen bir soruyu tartışmak istiyorum: Bugünkü ülkesel ve küresel konjonktürde ne kadar birey olabiliyoruz?

Görünürde sosyal medyanın varlığı ve oradaki etkileşim ve karşılıklılık hepimize şimdiye kadar hiç olmadığı kadar birey olma şansı vermiş gibi geliyor. Düşüncelerinizi güçlü bir biçimde geliştirip ifade ederseniz, icabında yüz binlerce, hatta milyonlarca insan ya da birey sizi takip edebilir, sizinle etkileşime girebilir, düşüncelerinizin gelişmesine ve daha çok yayılmasına ortak olabilir. Yani eskiden şu veya bu düzeyde daha ayrıcalıklı bir kamuoyu oluşturucular grubu ya da kulübü mevcutken, şimdi bu imkân herkese açık. Bir paylaşımla milyonlarla etkileşime girebilirsiniz.

Ancak bu sadece dış görünüş. Abartılı derecede varlıklı ya da bir güç/iktidar grubuna dahil değilseniz, özellikle makro düzlemde ilerleyen olaylara etki edebilmeniz çok zor. Bugün itibarıyla dünya bir yangın yeri. Karabağ’da insanlar yerinden yurdundan oldu, Suriye ve Kuzey Irak’ta siviller şiddete maruz kalıyor, sadece Cumartesi günü sabahtan akşama kadar hem Filistin hem İsrail’de yüzlerce insan öldü ve binlercesi yaralandı. Ukrayna Savaşı da hemen kendini hatırlattı ve Rusya’nın şehirlere, sivil yerleşimlere füzeler attığını, insanların öldüğünü okuduk.

Bütün bu gelişmeler içerisinde sosyal medyaya bakınca, orada birey olarak yer aldığını düşündüğümüz kullanıcıların, devletler ve bazen Hamas örneğinde olduğu gibi devlet altı örgütlerin yürüttüğü savaşlarda birer asker haline geldiklerini görüyoruz. Hamas’ın sivillere saldırısını kınamaya kalkarsanız birileri sizi İsrail ajanı olmakla suçluyor. İsrail’in bu saldırı da dahil, Filistin sorununu on yıllardır buraya taşıdığını belirtecek olursanız, Hamas destekçisi olarak yaftalanma tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, her siyasal ya da tüzel oluşumun ve hatta bireylerin devletlerde görülen cinsten sözcüler ve metin hazırlayıcıları edinmesi gerekiyor.

İsrail-Hamas Savaşı’nda Siyonist görünmenizi engelleyecek ama sizi siyasal İslamcı Hamas’a taraf kılmayacak bir paylaşımı nasıl hazırlamalısınız? Karabağ meselesinde, elbette on yıllar öncesinde benzer bir yersizyurtsuzlaştırılmaya maruz kalan Karabağ Azerilerini de anarak, bugün Ermenilerin başına gelene duyduğunuz üzüntüyü nasıl ifade etmelisiniz? Böyle vatan haini gibi görünmeden hümanist bir yorum nasıl yazılmalı?

BİREYDEN BÜYÜK FİL VAR

Şu kaynayan dünyada, ülkedeki tüm anti demokratik gelişmeler bir yana enflasyonist bir cehennem içerisinde tek derdimiz bu mu diye soruyor olabilirsiniz. Haklısınız. Fakat başımıza bir şeyler geldikçe, dönüp dönüp birbirimize bindiriyoruz. Gittikçe karmaşıklaşan bir dünyada bir dala tutunmaya, bir sözü doğru söylemeye, bir tavrı uygun biçimde ortaya koymaya çalışıyoruz. Başarılı olabiliyor muyuz? Sanmıyorum.

Biz bireylerden daha büyük aktörler çatışmaya başladığında ya da dönüp bizleri vuracak eylemler, uygulamalar başlattıklarında hemen o ünlü söz geliyor aklımıza: Filler tepiştiğinde olan çimenlere olur. Filler ve çimen. Biz çimeniz. Ne yapabiliriz ki? Öyle ezileceğiz. Normal olan bu. Bir şey yapamayız. Gücümüz yetmez. İşte hep bu filler…

Bunlar elbette doğru. Bizler tek tek ya da hatta birkaçımız bir araya gelerek ne yapabiliriz ki? İlk düşüncemiz bu oluyor. Elden bir şey gelmez. Evet, filmlerde filan bir anda devlet düşmanı ilan edilen ya da işlemediği bir suçla mahkûm ediliveren bireyler muhteşem bir mücadele vererek düze çıkmayı başarıyorlar ama o film icabı. Gerçek hayatta bu mümkün olamaz ki.

Oysa, “olmazsa olmasın” diyebilmek gerekiyor. Bizim birey olarak farklı düşünmeye ve sonra bizim gibi ya da bize benzer olanlarla bir araya gelerek tartışmaya, eylemde bulunmaya, sorgulamaya ve bizden büyük ve güçlü öznelerden talepte bulunmaya hakkımız var. Sadece sistem bunlara hakkımız yokmuş gibi yapıyor. Trolleriyle, yasalarıyla ya da uygulamalarıyla sizi bezdiriyor, korkutuyor, kafanıza inecek copu göstere göstere sallıyor, ibretiâlem için, yani sizler bir şey yapmaya kalkışmayın diye Selahattin Demirtaşları, Osman Kavalaları, İbrahim Enes Gacarları hapse atıyor. Ayrıca filmleri, dizileri, okullardaki müfredatı ve bin türlü üstyapı aracıyla sizi konuşmaya, karşı çıkmaya, siyaset yapmaya kalkışmamanız için ikna ediyor.

BİREY OLMAK İÇİN HALK OLMAK

Halbuki siz başka bireylerle bir araya gelerek birlikte bir güç olabilirsiniz. Siz en büyük güce dahilsiniz. Siz halksınız. Dev bir mekanizma sizin bunu fark etmemeniz, gerekli adımları atmamanız için işliyor ve kafanıza şunu işliyor: “Sen halk değilsin, yönetilensin, yönetilensin, yönetilensin! İtaat et, karşı çıkma, başını kaldırma. Ezerler seni, mapuslarda çürütürler, hayatı sana zindan ederler.

Eğer kafanıza bu mesajları işleyen düzen başarılı oluyor ve sizin gibi milyonları hareketsiz kılıyorsa, içinizden seçtiği küçük bir gruba hayatı zindan ederek bunu başarıyor. Hayatı zindan olanlara bakıp, “neme lazım, dünyayı ben mi kurtaracağım, zaten insan dünyaya bir kere geliyor, kendi işime bakayım, tatilime gideyim, arabayı yenileyeyim, akşam kötü kötü dizi filmleri izleyip sabah yine bir türlü hiçbir şeye yetişmeyen maaşı kazanmak için sokaklara döküleyim” diye düşündüğünüz için o insanlara hayat zindan oluyor.

Yapmanız gereken ve yapabileceğiniz bir şey yok mu? Tabii ki var. Muhalefeti eleştirip duruyorsunuz. CHP şöyle, İYİP böyle, Yeşilsol daha da öyle! Peki neden sizin gibilerle bir araya gelip tartışıp konuşarak, çözüm yolları üretmek ve beğenmediğiniz şeyleri düzeltmek için o partilere üye olmuyorsunuz? Kaç milyon kişi CHP’ye oy verdi? Kaç üyesi var CHP’nin?

Sadece partiler mi? Sivil toplum kuruluşları da aynı durumda değil mi? On binlerce, yüz binlerce akademisyen var memlekette. Kaçı sendikalı? Sendikayı geç, ÜNİVDER gibi akademisyen derneklerinin kaç üyesi var? Mesela vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenler? Ciddi bir sorunları var. Yıllardır üniversitelerinin mütevelli heyetleri ve yönetimleri, YÖK’ün “çalıştırdığınız akademisyenlere devletteki eşdeğerlerinden daha düşük maaş vermeyeceksiniz” emrine rağmen, sırf emri veren YÖK bunun takipçisi olmadığı için son derece düşük maaşlar veriyorlar. Devletin verdiği akademisyen maaşlarının ne kadar düşük olduğunu biliyoruz. Vakıf üniversitelerindeki daha da düşük. Neden vakıf üniversitelerindeki akademisyenler hemen sendikalara ve derneklere üye olarak, on binler olarak sokağa çıkmıyor ve haklarını aramıyorlar? Bunu yapmadıkları sürece yoksullaşmaya devam edeceklerinin farkında değiller mi?

OLUMLU BİR HAK MÜCADELESİ ÖRNEĞİ OLARAK EŞİK

Toplumsal hak mücadelesinin bir seçenek değil, bir zorunluluk olduğunun bilincinde olan oluşumlar da var. Bunların en etkililerinden biri EŞİK, yani “Eşitlik İçin Kadın Platformu.” EŞİK üyeleri, 3 Ekim’de TBMM’ye gittiler ve daha önce yazdığım, iktidarın Medeni Kanun’a dönük, kadın ve LGBTİ+ düşmanı yasama planlarına karşı etkin bir hak savunması gerçekleştirdiler. Bu savunmadan rahatsız olanlara da açıkça ilan ettiler: “Yeniden daha güçlü geleceğiz!

Örneğin EŞİK aktivisti Hülya Gülbahar mecliste şunları söyledi: “Bugün burada toplanma nedenimiz kaygılarımız. Kaygılanmalıyız çünkü bu Meclis’i oluşturan bazı partiler, seçimlerde kadın erkek eşitliğine karşı söylemlerini seçim kampanyalarının neredeyse merkezine oturttu. Kız çocuklarının eğitim hakkından, kadın sanatçıların sanat yapma, kadın sporcuların spor yapma, kadınların sokaklarda özgürce dolaşabilme, belli mesleklerde çalışabilme gibi en temel hakları bile tartışmaya açıldı.”

Bunlar, elimizden alınmasına izin vereceğimiz haklar mı? Fakat bu konularda hassas olan herkes gerekli örgütlü mücadeleyi gerçekleştirmeye başlamaz ve “hayır, izin vermiyoruz” demezse bu haklar elimizden alınacak. Çok yakın bir zamanda hem de. Oysa bunlar toplumun müşterek, ortak değerleri. İktidar blokunda yer alan birtakım gerici güçler bunu istiyor diye bunlardan vazgeçilemez. Anamızın ak sütü gibi helal olan, hakkımız olan örgütlenme özgürlüğünü kullanarak, bir şeylerin olumlu yönde değişmesi için mücadele edebiliriz.

Mücadele etmezsek, bizi bire kadar kırmaktan bir an bile kaçınmayacak muktedirlerin oyuncağı olacağız. Enflasyonist bir ekonomiyle bizi borçlandırıyor, medya ve sosyal medya düzeniyle aptala çeviriyor, kahramanlık söylemiyle süsledikleri yasal şiddetle bizi bir güvenlik diktasına mecbur bırakıyor ve en küçük bir itirazımızda “oy verdiniz ya, mecliste temsilciniz var ya, daha ne olsun?” diye alay ediyorlar.

İki küçük tavsiye ile bitiriyorum: Yaşlılığınızda torba taşıyabilmek ve dengeli yürüyebilmek için gençken halter kaldırın. Yarın bir birey olarak herhangi bir hakka sahip olmak istiyorsanız, bugün yerel ve ulusal bazda siyaset yapın, hak mücadelesi verin.

Bence ikisi için de geç değil, hemen şimdi harekete geçin.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi