Edebiyat umuda nasıl kaynak olur?

Dünya parlak bir yer değil. Fakat bizim çabamız onu anlamlı kılıyor. Zorluklar orada. Depremzedeler, mapustakiler, adaletsizlik, eşitsizlik, iklim felaketi. Fakat dayanma ve eyleme gücünüz de var. Elbette değiştirme gücünüz de.

Ben bir edebi kültürel tarihçiyim. Bir edebiyat kuramcısı ve karşılaştırmalı Latin Amerikan edebiyatları tarihçisi olan Mario Valdes’ten öğrenip kendime uygun gördüğüm bir paye bu. Tabii sadece boş bir tabela olarak kullanmıyorum, edebiyat araştırmacılığımı bunun üzerinden örüyor ve devam ettiriyorum.

Edebiyat tarihi genellikle kitaplar üzerinden ilerler ve metinleri metinlere, yazarları yazarlara ve akımları akımlara bağlamaya öncelik verir. Edebiyat tarihinin geçmiş ve bunun anlatısı olarak tarihle ilişkisi yüzeyseldir. Oysa edebi kültürel tarih (literary cultural history) edebiyat metnine aynı anda hem bir zaman ötesi estetik deneyim hem de tarihsel bir olay olarak bakar.

İlk bakışta bu acayip ve birbiriyle çelişir şeylermiş gibi gelebilir kulağınıza. Fakat gerçekten de her edebi metin, okurla arasına yoğun bir dil engeli girmemiş, metnin dili okurun yardımsız anlayamayacağı kadar eskimemişse, yayınlandıktan sonra herhangi bir anda herhangi bir okur tarafından ele alınır, okunur ve böylece estetik bir deneyim yaşanmış olur.

Öte yandan, şiir, roman ya da tiyatro eseri belirli bir zaman ve mekânda, benim kullanmayı sevdiğim tabirle yazılma anında, bir yazar tarafından belirli bir okur kitlesi tahayyül edilip muhatap alınarak yazılır. O yüzden de yazıldığı ya da yayımlandığı ana endekslenmiş olur. Ortaya çıkartılmış bir edebi metin artık tarihsel bir olay haline gelmiştir.

Edebi kültürel tarih metinlere yaklaşırken, böyle bir perspektiften yola çıkar ve özellikle metnin üretim ve okunması ya da yine bizim tercih ettiğimiz bir kavramla, alımlanmasında etkili olan maddi koşulları ortaya çıkarmaya çalışır. Buradan bakıldığında, yazar ile okur olarak siz arasında özel bir bağ olarak düşündüğünüz okuma süreci, aslında hem üretim hem alımlanma aşamalarında pek çok farklı aktör ve aracı içerecektir.

HER ŞEY OKURLA YAZARDAN İBARET DEĞİL

Kültürel üretim çok girift bir süreç. Bir endüstri. Matbuat kapitalizmi diye bir olgu ve tarihsel araştırma alanı var. Bunun her ülkede ortaya çıkışı ve dönemden döneme gelişmesi son derece zengin ve karmaşık. Bir roman, şiir ya da öykü kitabının hangi koşullarda yazılıp bir yayınevi tarafından yayımlanarak biz okurlara ulaştırıldığı insanlık halimizin de ayrılmaz bir parçasıdır.

Yazarlar var ama onların yayınevlerine sundukları kitap önerilerini okuyan yayınevi editörleri de var. Dosya kabul edilirse, editörle yazar arasında belirli değişiklikler için defalarca gidip gelebilir. Tabii görüş almak için başvurulan hakem okurlar da olabilir. İleri bir aşamada metni basıma hazır etmek üzere belirli bir yazılıma aktaran dizgiciler olacaktır. Sonra dizilmiş metni düzeltmek, pürüzlerini gidermek üzere okuyan düzeltmenler.

Kitap yayımlandıktan sonra, onu tanıtacak yazar ve değerlendirmecilere gidecektir. Ayrıca çeşitli biçimlerde metnin reklamı da olacaktır. Sonuçta ortada alışveriş ortamına dahil olan bir meta var. Sonra tanıtımlardan daha derinlikli değerlendirme ve eleştiri yazıları da yazılacaktır. Eğer metnin şansı varsa, uzun yıllar farklı okurların değerlendirmesinden geçerek macerasını devam ettirecektir.

Tabii edebi metnin başka bir dilden çevrilmesi söz konusu olduğunda telif uzmanlarından çevirmenlere ve çeviri editörlerine ilerleyen bir başka süreç daha söz konusu olacaktır. Artı TV’de 16 Nisan tarihli “Sözün Yarısı” programımdaki konuğum İshak Reyna idi.

İshak Reyna, günümüz edebiyat yayıncılığının en değerli editörlerinden biri. Fakat programda özellikle yeni romanı Azınlık’ı konuştuk. Reyna, kendi yaşamından da unsurlar katarak kurmaca bir karakterin, 1965’te doğup 2015’te henüz 51 yaşındayken kanserden ölen Yahudi edebiyat çevirmeni ve çeviri edebiyat editörü Edi’nin öyküsünü anlatıyor bize. Birkaç aylık ömrü olduğunu öğrenen Edi’nin kendi ağzından, bir ben anlatısı olarak izliyoruz romanı. İstanbullu alt orta bir Yahudi esnaf ailesine doğup hiç çoluğa çocuğa ama aynı zamanda ülkede olup biten etliye sütlüye karışmadan 51 yıl yaşayan Edi, yayınevini 22. çevirisini yapıyormuş gibi kandırıp, 21 kitap çevirisi içeren yaşamının öyküsünü bize anlatmaya başlıyor. Amacı ortalığı velveleye vermeden, yaşamının muhasebesini ortaya koyup bu dünyadan sessizce gidivermek.

SIRADAN BİR KARAKTERDEN KAHRAMAN OLUR MU?

Kendi ağzından tanıdığımız Edi, neredeyse bir anti kahraman. Kilolu, dille ilişkisi dışında pek becerikli değil, kadınlara çekici gelmiyor ve onun da bunu dert edecek ne arzusu var ne de maddi durumu. Üniversitede çeviribilim okuyan Edi, kendisi gibi prostat kanserinden ölen babasının ardından annesi ve büyükannesini geçindirmek için yayınevlerinde çalışıyor ve bir yanda da çeviri yapıyor. Tatil günleri dahil, diğer işleri bir yana günde ortalama üç sayfadan, birbirinden farklı tür ve dönemlerden 21 kitap çevirisi yapıyor Edi. Her gün üç sayfa! Ne sıkıcı, değil mi?

Gün be gün ölümüne yürüyen Edi, annesinin ölümünden sonra yalnız yaşamakta olduğu küçük Şişli apartman dairesinde, hiçbir yere çıkmadan, en büyük zevki olan yemekten başka bir lükse yönelmeden, bize 50 yıllık yaşamını anlatıyor. Ülke ve dünyadaki, yayıncılık gelişmeleri öncelikli bir kültürel, ekonomik ve siyasal gelişmeyi de vermeyi ihmal etmeyen ama asıl yaptığı çevirileri iştahla ve ayrıntısıyla ortaya döken bir çaba Edi’ninki.

Türk romanından bazı yayıncılıkla ilgili karakterleri hatırlıyorum. En çok aklımda kalanı Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah’ın hülyalı genç şairi Ahmet Cemil. Ahmet Cemil’in de yayıncılık, gazetecilik ve şairlik serüvenini izliyoruz ama o serüven kahramanımızın büyük umutları ve bunların boşa çıkması üzerine, bir yenilgiyi kabullenip İstanbul’dan uzaklaşmasıyla sonuçlanıyordu. Tam bir tragedya var orada. Oysa burada öyle bir şey yok. Dümdüz bir karakter Edi. Acaba İshak Reyna, bizi bir tür eksik karakterle mi karşılaştırmayı deniyor, Edi’deki yaşamasızlığa mı dikkatimizi çekiyor diye düşünüyorsunuz.

Ben son kertede öyle olmadığını düşünüyorum. Edi gerçek bir kahraman. Reyna’nın da söyleşimizde vurguladığı üzere, romanın başlığı sadece Edi’nin Yahudiliğine gönderme yapmıyor. Edi pek çok açıdan azınlık. Fakat romanın geneli açısından, özellikle yaşamını bir kültürel pratiğe adaması üzerinden bir azınlık. Edi, asla maddiyata dönüşmeyen bir kültürel sermayenin girişimcisi ve var edeni. Her gün yapmaya devam ettiği ve ölüme yürürken bile bir tatile gitmeyi düşünmeden anlatısını kurduğu üç sayfalık çeviriler üzerinden, kültür ortamımızın ayakta durmasını sağlayan bir savaşçı.

HAYATI ÜRETEN KAHRAMANLAR OLARAK BİZ

Edi gibi bir kültür insanı öldüğünde, iyi bir çevirmendi, şu yazarı da o fark etti, çeviri konusunda verdiği dersler çok yararlıydı filan deyip geçiveriyoruz. Oysa kitlelere çarpıcı gelmeyen, Netflix dizilerine tahvil edilemeyecek bu hayatlar çok önemli. Üretimin nasıl adım adım gerçekleştiğini, hangi aşamalardan geçildiğini, nerede ne yapıldığını bize anlatıyor. Drama yok, heyecan az ama toplumun hayatına renk katan, onu zenginleştiren bir çaba var ortada. Reyna’nın Edi’si tam da bu nedenle, benzerlerini pek görmediğimiz bir kahramana dikkatimizi çekiyor. O kahramanlar sayesinde, her tür sosyo-ekonomik ve politik soruna rağmen nefes almaya devam eden bir kültürün içerisinde yer alıyoruz. Hayat bu kahramanlar sayesinde anlamlı olmaya devam ediyor.

Hayatımızın kahramanları biziz. Sıradan ömürler sürüyoruz. Bir an doğuyoruz, bir sonraki an ölüyoruz. Fakat insana ait hayat ve kültür kendini çoğaltmaya ve çeşitlendirmeye devam ediyor. Sanat uzun, hayat kısa Latin deyişinde olduğu gibi. Gençlere bunu anlatmamız gerekli. Dünya parlak bir yer değil. Fakat bizim çabamız onu anlamlı kılıyor.

Edi öleceğini anladığında oturduğu ev ve çevirilerinin telif gelirlerine dayanan bir vakıf kuruyor ve her sene bir çevirmene buradan bir yıllık burs verilmesini temin ediyor. Bu, insanın işine duyacağı müthiş bir sevgi değil mi? O mütevazı duruşuyla Edi, kısa yaşamında etkileyici bir kahramana dönüşüyor. Örnek alacağımız bir kişiliğe. Edi, dayanacak bir omuz bile talep etmeden, tüm bir topluma omuz veren bir süper kahraman.

Bugün bir kitap alın. Azınlık’ı mutlaka alın ama başka bir kitap alsanız da olur. Telif ya da çeviri. Ne kadar insan emeğini, terini, beyin hücrelerini ve hayatlarını o elinizdeki kitaba kattı, bunu bir düşünün. Bunlar olmaya devam ettikçe, bir yarın olmaya da devam edecek. O kitabı okurken, umudu göreceksiniz. Ona doğru yürüyün. Korkmadan, endişe etmeden. Kurmaca dünyasından sizi izleyen Edi’ye ve tüm yoldaş ve meslektaşlarına selam çakarak. Yazara da aşk olsun deyin. Mesela “aşk olsun İshak, ne iyi ettin, günümüzü şenlendirdin, seninkini şenlendirenler de eksik olmasın, hep artsın,” deyin.

Sonra kafanızı kaldırıp dünyaya yeniden bakın. Zorluklar orada. Depremzedeler, mapustakiler, adaletsizlik, eşitsizlik, iklim felaketi… Fakat dayanma ve eyleme gücünüz de var. Elbette değiştirme gücünüz de. Edi gibi yapın. Azar azar. Fakat sonuçta çok şey değişecek. Göreceksiniz.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi