Çocukları ne zaman öldürmeli?

Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen yıllarda özellikle Doğu Anadolu’da ama tüm Anadolu'da cinayetler, katliamlar gerçekleştirildiğini biliyoruz. O zaman şu zor soruyu soralım: O yıllarda öldürülen Anadoluluların çoluk çocuğuna ne oldu?

12 Haziran 2023 tarihli yazım “Kim Korkar Tehlikeli, Riskli İlişkiler Kurmaktan?” başlığını taşıyordu. Orada Yaşar Kemal’den, kaynaklarını belirtmeden iki alıntı vermiş ve okurları bu iki kaynak hakkında tehlikeli, riskli ilişkiler kurmaya davet etmiştim. Cevap yazan ve yorumda bulunanlar oldu, hepsine teşekkür ederim.

Geçen hafta Trans Onur Yürüyüşü’ne dönük transfobik valilik yasağı ve yaşananları anlatma amacıyla konuyu ele almayı ertelemiştim. Bu hafta bu iki alıntı üzerinde duruyor olacağım. İlk alıntımız şöyleydi:

“Bu çocuklardan çok görmüştü, bunlar savaşta anaları, babaları ölmüş, kimseleri kalmamış Ermenilerin, Kürtlerin, Yezidilerin çocuklarıydı. Ama o gördüğü çocukların hiçbirisi bu hale düşmemişlerdi. Yüzlercesi birarada köyden köye, kasabadan kasabaya fırtına gibi esiyorlar, girdikleri kasabalarda, köylerde, köylerin, kasabaların evlerinde, dükkanlarında yiyecek ne bulurlarsa alıyorlar, rüzgâr gibi, nasıl girmişlerse, göz açıp kapayıncaya kadar, öyle fırtına gibi çıkıyorlardı. Kasabalılar, köylüler de atlanıp bunların arkalarına düşüyor, yakaladıklarını öldürüyorlardı. Bazı bazı da silahlı, atlı kişilerle çocuklar arasında bir savaş başlıyor, çocuklar taşlarla, sapan taşlarıyla silahlılara karşı koyuyorlar, iki güç kıyasıya cenk ediyorlar, savaşanlardan biri savaş alanını terkeyliyor, ya da karanlık çökünceye kadar savaş sürüyordu. Çok çocuk öldürülüyor, çok köylü, çok kasabalı sakat kalıyordu. Bir de sürüleri tükenmiş, dağılmış, çalınmış köpek sürüleri ortalığı almış, hiç durmadan o dağ, o köy, o kasaba senin, bu dere, bu ova, bu orman benim dolaş ha dolaş ediyorlar, önlerine hangi canlı çıkarsa parçalıyorlardı. Her köpek bir canavar kesilmişti. Kırıma uğramış Ermenilerin, kırıma uğramış Kürtlerin, kırıma uğramış Yezidilerin sürülerinin köpekleriydi bunlar.”

“YETMİŞ İKİ MİLLETİN VELEDİ ZİNALARI”

Çok rahatsız edici, değil mi? Anaları babaları katledilmiş çocuk sürüleri ile aynı katledilenlerin sahibi olduğu kimsesiz köpeklerin oluşturduğu sürüler art arda betimlenerek, okur adeta terörize ediliyor. Hangi bağlamda veriyor Yaşar Kemal bu korkunç betimlemeyi? “Bir Ada Hikâyesi Dörtlemesi”nin ikinci kitabı olan Karıncanın Su İçtiği romanında, Sarıkamış Seferi’nde Ruslara esir düşen Baytar Cemil, memleketi Van’a geri dönmeye çalışırken bu çocuklarla karşılaşmıştır. Cemil, bu çocukları kurtarmak için ulaştığı kasabanın kaymakamına koşacak ama ondan da şu cevabı alacaktır:

“Siz o çocukların kim olduklarını biliyor musunuz zabit bey, onlar insan değil, çekirge sürüleridir. Onlar çocuk değil, her biri bir canavardır. Şu koca memleketi onlar yaktılar, yıktılar, köyleri, kasabaları talan ettiler. İnsanları öldürüp küçük kızların ırzına geçtiler. Onlar Ermenidir, onlar Kürttür, onlar Yezidi, onlar Keldani, onlar Çingene, onlar yetmiş iki milletin veledi zinalarıdır. Dört kitapta onların katli vaciptir. Siz onları bilmiyorsunuz, iyi ki ölüyorlar, onlardan, o çekirgelerden, o insan suretinde halk edilmiş gergedanlardan, kan içici canavarlardan kurtuluyoruz.”

Resmi makamdan bu korkunç cevabı alan Cemil, çaresizlikle sokağa fırlayıp “çocuklar ölüyor” diye bağırmaya başlar. Fakat yanına yaklaşan bir yaşlı adam, kaymakamın ifade ettiği anlayışın burada yerleştiğini, eğer hemen gitmezse başına kötü şeyler geleceğini söyleyerek onu uyarır. Cemil çaresizce oradan ayrıldığında, çözüm önünde beliriverir: Çukurdakiler gibi bitkin olmayan bir çocuk sürüsüyle karşılaşır ve onlara durumu anlatır. Çocuklar Cemil’e çukurdakileri kurtaracaklarını söyleyerek ayrılırlar. Cemil arkalarından bakakalır ve öykünün anlatıldığı bölüm sona erer. Gerçekten de, ölmek üzere olan çocuklara yine sadece çocukların yardıma gittiği bu nokta sözün bittiği yerdir.

YAZAR, OKURUNA NEDEN KIYAR?

Bir yazar neden bu kadar korkunç bir öykü anlatır? Bunu nasıl yapabilir? Okuruna kıymak değil midir bu? İnsanlık, etnik ve dinsel ayrımlarını çocuklarına da bu kadar kolay uygulamış olabilir mi? Bunun tarihsel gerçeklikle herhangi bir bağlantısı olabilir mi? Gerçekten de Yaşar Kemal’in tahayyülü, akıl almaz ve çok abartılı bir noktaya gitmiş gibi görünür. Üstelik başka hiçbir roman ve tarihsel kaynakta da böyle bir sahneye ilham verecek bir unsur mevcut değildir. O zaman Yaşar Kemal belki de sansasyon peşindedir. Korkunç bir imge yaratmaktan kendini alamamış olsa gerektir.

Daha doğrusu, keşke öyle olsaydı diyebiliriz. Çünkü yazar bu dehşet verici sahneyi, gerçekten yaşamış birinin anlattıkları üzerinden tahayyül edip kurmaktadır. İşte burada da ikinci ve kurmaca dışı alıntımıza geliyoruz. Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor kitabındaki Kör dilenci Kotey’in anlatısıdır bu. Yaşar Kemal’in ailesi Birinci Dünya Savaşı sırasında Rus saldırısı nedeniyle Van’daki köylerini terk edip Toroslara göçerken, köyden bir çocuk kaybolmuş ve bulunamamıştır.

Çok uzun yıllar sonra Yaşar Kemal, bir cami avlusunda Kürtçe dilenen kör bir adamla karşılaşır ve bir biçimde bunun, kendisine sonradan anlatılmış olan Kotey olduğunu fark eder. Kotey, terk edilmiş çocuklar tarafından bulunmuş ve onlarla yaşamaya başlamış, arkadaşlarıyla beraber kasaba ve köyleri yağmalamaya girişmiştir. Bir yağmadan kaçarken, ikinci alıntımızda anlattıkları meydana gelir:

“Bir adam beni de yakaladı, tabancası elinde, sıkacakken vazgeçti, atından indi yanıma geldi, sevindim beni öldürmeyecek, diye. Yüzüme bir süre baktı, yazık, dedi, seni öldüremeyeceğim. Ne güzel bir çocuksun, Allah da seni ne yakışıklı yaratmış. Ben bu sesleri duyunca daha çok sevinmiştim. Sonra adam belinden hançerini çekti, beni yakaladı önce sağ gözüme soktu, sonra da sol gözüme. Bayılmışım, ne kadar baygın kalmışım bilmiyorum. Beni çocuklar uyandırdı. Seslerinden anladım, bizim çocuklar değillerdi. Üç yüz, dört yüz kişi olduklarını söyleyen daha kalabalık bir çocuk topluluğuydu. Nereye gittilerse beni bırakmadılar, birlikte götürdüler. Bir köyde de baktırdılar. Cerrah gözümü iyi ettikten sonra beni gelip aldılar. Cerraha para da verdiler. İki üç yıl sonra hükümet geldi bizi topladı. Öteki çocukları okullara verdiler. Ben de burasını, Ulu Caminin önünü mekan tuttum. Allah razı olsun, cemaat bana baktı. Benim gibi yitmiş, benim gibi gözden olmuş bir kızla tanıştım, evlendim. Üç çocuğumuz var.”

Yaşar Kemal Kotey’in öyküsünü bu şekilde aktardıktan sonra şu yorumu yapar: “Koteyin hikayesi beni çok heyecanlandırmıştı, üzmüştü. O kadar üzülmüştüm ki bu olaya, bu olayı ilk olarak yazıyorum, hiçbir romanıma koyamadım Kotey’in hikayesini. İnsanlara kıymak olurdu bu. İşte görüyorsunuz vazgeçtim bu düşüncemden. İnsanoğlu, her kişinin yaptığından sorumlu olmalıydı. Böyle olayları bilmeleri insanların belki bir gün işine yarardı.”

ÇOCUK SÜRÜLERİNİN TEHLİKELİ, RİSKLİ İLİŞKİLERİ

Şimdi Yaşar Kemal’in sözlerini de düşünerek, gelelim Kotey’in anlatısı ortaya çıkana kadar gizli kalmış bu tarihsel olay ve bunun Yaşar Kemal’in romanında temsili arasındaki tehlikeli, riskli bağlantılara. Her şeyden önce, bu tarihsel gerçeklik neden başka bir kaynakta geçmiyor? Biz bunu neden bilmiyoruz? Belki bilenler vardır ama bu bilgi neden yaygın değil? Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen yıllarda özellikle Doğu Anadolu’da ama aynı zamanda tüm Anadolu coğrafyasında çok kan akıtıldığını, cinayetler, katliamlar gerçekleştirildiğini biliyoruz. Fakat pek kimse bunun çocuklarla ilişkisine değinmedi? O zaman şu zor soruyu soralım: O yıllarda öldürülen Anadoluluların çoluk çocuğuna ne oldu? Yetişkinlerin canlarına kıyıldığı bir dönemde çok daha güçsüz ve korumasız olan çocuklara ne oldu?

Resmi tarih söylemi bu noktada sus pustur. Burada bu dehşetengiz ve iğrenç tarihsel gerçeğin anımsanması ve temsili konusunda herhangi bir “kurumsallaşmış bağlantı” kurmak mümkün olabilir mi? Kotey söylemiş işte, savaş bittikten sonra devletin yetkilileri gelip sessiz sedasız çocukları toplamış ve yetimhanelere, yatılı okullara koymuşlar. Yani haberdarlarmış o kimsesizlerden. Zaten bunların daha küçükleri de çeşitli yetimhanelerdeydiler, herhalde. Ayrıntısını bilmiyoruz. Bize anlatmıyorlar. Anlatmadılar. Kurumsal ilişki kuramayacağın anıyı bastırman ve yokmuş gibi yapman gerekir. Resmi tarihçilik budur.

O zaman, Kotey’in anlatısından da yola çıkarak olanları şöyle ifade edebileceğiz: Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda Rus ordusuyla cephe olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da başta Ermeniler olmak üzere pek çok gayrimüslim yerinden yurdundan edildi ve tehcir yollarında ya da yola bile çıkamadan öldürüldü. Karıları ve kız çocukları Müslüman ailelere verildi. Küçük erkek çocuklar yetimhanelere ve yine Müslüman ailelere verildi. Fakat belli ki, çocukların bir kısmı kaçtı ve sürüler oluşturdu. Savaş koşulları bitene kadar bu çocuk sürüleri, çalıp çırparak, köylü ve kasabalılarla savaşarak hayatta kaldılar. Herhalde cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda da devlet tarafından toplanıp yetimhanelere yerleştirildiler.

Hikâyenin sonu mu? Olup bittiği bize hissettirilmeyen bu acı burada sona erdi mi? Acı ve travmanın, bastırıldığı zaman daha farklı görünümler kazanarak geri döndüğünü söylüyor bize psikanaliz. Yaşar Kemal’in tarihsel bir gerçeklik olduğunu tespit ettiği ve romanına taşıdığı “katledilmişlerin çocukları” acaba bastırıldığı kolektif bilinçaltından kolektif bellek ve anımsama süreçlerine nasıl geri döndü? Bunu biliyor muyuz? Burada tehlikeli, riskli bir ilişki kurabilir miyiz?

Sakın katledilmiş gayrimüslimlerin çocuklarının oluşturduğu sürüler bize “kahraman çocuk şehitler” anlatısı üzerinden geri dönmüş olmasın? Bunu da gelecek hafta düşünmeye devam edelim.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi