Vicdana notlar

Köylüler kendi kendilerini yakmış meğerse! Kendilerini bombalamış, kaçırmış, kaybetmiş, birbirlerini asit kuyularında eritmişler, karakolların bahçelerine gömmüşler kendilerini! Bizden buna inanmamızı, buna itaat etmemizi istiyorlar. Zulmün arsızlığı işte

Musa Anter’in başından geçen o ıslık anısını her okuduğumda yüzümde hüzünlü bir tebessüm oluşuyor. Acıların nasıl omuzlarda taşınan haklı bir öfkeye dönüştüğünü anlıyor insan. Böyle yazılıyor vicdana notlar.

Ape Musa o gün yaşadıklarını şöyle anlatıyor;

1943 yılında İstanbul’da Dicle Talebe Yurdu müdürüydüm, bir gün polislerce yaka paça dönemin birinci şubesine götürüldüm. Şubeden içeri girer girmez üç- beş polis ve komiser çullandı. Tekme, tokat küfür…

Sebebini sordum. Komiser “Ulan hain oğlu hain, kusurunu bilmiyor musun?” dedi.

“Hayır bilmiyorum” dedim.

Komiser, “Radyonuz yok mudur?” diye sordu.

“Var” dedim. “Peki pikabınız?” diye sordu. “O da Var” dedim.

‘Peki it oğlu it, bu kadar güzel Türkçe plak varken ne bok yemeye yurtta Kürtçe ıslık çalıyorsunuz?’ dedi.

“ne bok yemeye yurtta Kürtçe ıslık çalıyorsun” diyen o sesin sahibinin aslında bir kişi olmadığını, kurşunlanmış bir çocuk bedeninin, manşetlere “terörist ölü olarak ele geçirildi” diye düşürülüşüyle hatırlıyorum. Çocuğun ayağındaki terlik hala hafızamda.

Ses aynı ses. Tınısı, ukalalığı ve hâkim güç puştluğu her şey aynı.

Birbiriyle benzeşenlerin, benzemeye gönüllü olanların, kendisini benzeştiğine kanıtlamaya çalışanların salladıkları o parmakların gözlerinizi oyuşu aynı.

Kan çanağına dönen gözlere bakmak, onunla yüzleşmek elbette hiç kolay değil. Herkesin birbirine unutmayı salık verdiği “yaşam koçluğu” da elbette bir yere kadar. “Hakikat, şu acı hakikat” diyen sesin çıplaklığı kaldırmıyor vesselam -mış gibi yapmaları.

Hatırlayalım; Helikopterden yüzlerce askerin arasına atılan ve hunharca linç edilen iki köylüydü Servet Turgut ve Osman Şiban.

Servet Turgut 20 gün direnebilmişti ölüme.

Osman Şiban ise kan çanağına dönmüş gözleriyle korkuyla bize bakıyordu.

Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Soylu’nun “gözbebeğimiz” dediği TSK mensubu askerlerin postalları ezmişti bedenlerini.

Sivas katliamı için “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!.” diyen Tansu Çiller gibi, öldürülen, köyü yakılan, dışkı yedirilen, işkenceye çekilen Kürt vatandaşların suçlanması tesadüf mü dersiniz?

Peki ya Genel Kurmay Başkanı’nın Sezgin Tanrıkulu’nu hedef alarak “gaflet ve dalalet içinde” olduğunu ifade etmesi, “hain” imasında bulunması…

Hrant Dink’in hedefe konulup “iç düşman” ilan edilmesi ve sonrasında katledilmesi ile Tahir Elçi’nin bir çatışmanın ortasına çekilip infaz edilmesi arasında tüm bu ifadelerin bir “derin” anlamı yok mudur?

1943 yılında “neden Kürtçe ıslık çalıyorsun” diyerek Kürt aydını Musa Anter’i tekme tokat dövenlerle, 20 Eylül 1992’de onu katledenler arasına bir bağ yok mu sizce?

Veli Küçükler, M. Ağarlar neden bu kadar devlet katında muteber?

“Devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir” diyen o sesin manasındadır belki cevabı.

Belki de Hacı Lokman Birlik’in ölü bedenini bir panzerin arkasına bağlayıp, sokak ortasında sürükleyenlerin, bunu bir eğlenceye dönüştürme cesaretleriyle, Hizbulkontraların domuz bağı işkencesiyle insanları katledip, altına gömdükleri odalarda yemek yiyebilmelerindeki o rahatlıktadır cevabı.

İkisini aynı ittifakta buluşturabilenlerin ilan ettikleri asıl zafer budur belki de.

Herkesi topuk selamıyla tekmil vermeye çağıranların aynı söz ve cümlelerle had bildirmeye kalkması belki de bu ittifakın ana omurgasıdır.

Ve evet bu hayatlarımıza biçtikleri, kan ve gözyaşıdır.

Meğer ne köy yakmalar olmuş, ne köylüler bombalanmış, ne insanlar kaybedilmiş, dışkı yedirilmiş, ne de karakolların bahçelerinde toplu mezarlar bulunmuş!

Köylüler kendi kendilerini yakmış meğerse! Kendilerini bombalamış, kaçırmış, kaybetmiş, birbirlerini asit kuyularında eritmişler, karakolların bahçelerine gömmüşler kendilerini!

Bizden buna inanmamızı, buna itaat etmemizi istiyorlar. Zulmün arsızlığı işte.

Bizden bunları yazmamamızı, görmememizi, konuşmamamızı istiyorlar. Zulmün kibri işte.

Ve tam da bu yüzden Kürt gazetecileri “terörist” ilan edip, cezaevlerine sürüklüyorlar.

Kemal Kurkut’u hatırlamayalım diye gazeteci Abdurrahman Gök’ü, Osman Şiban’ın kan çanağına dönüşen gözlerinin hatırlattıklarını konuşmayalım diye gazeteci Sedat Yılmaz’ı, Dicle Müftüoğlu’nu yargılıyor, üzerlerine demir kapıları kilitliyorlar.

Kim bilir belki de hücrelerden Ape Musa’nın mısraları havalanıyordur geceye.

Yok sayılmalara karşı ellerinde kalan tek şeyle sesleniyorlardır.

“…Namlunun ucunda çırpınırdı yürekler

Ağıtlar yankılanırdı dağlara doğru

Kapılar kırılır, talan edilirdi sevdalar

Umutlar ve insan olan ne varsa?

Ve kan akardı derelerimizden;

Zilan, Munzur, 33 kurşun, Newala Qasaba

Ve ülkenin bütün derelerinde?

O iklimde kalırdı acılar

Duymazdı bir Allah'ın kulu çığlığımızı

Ve dağlara sevdalanırdık

Karabasan gecelerin sabahlarında

Direnmek kalırdı Kürde

Yaşamanın bir başka adı direnmektir?”


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi