1 Nisan’dan sonra Savaş ve Barış

Kürt siyaseti kaybederse, Türkiye demokrasi mücadelesi ivmesini ve ruhunu teslim eder. Türkiye sol hareketi Kürt siyasetinden kendini soyutlamaya kalkarsa yenilgide en çabuk tükenen olur. Kazanmak isteyenler bir arada daha sıkı ve net durmak zorunda.

Bu zor bir konu. Hele ki ülkenin bilmişi çok olunca, kendi fikrinizi bir çerçeve içine derleyip toplamak daha da zorlaşıyor. Yıllardır Kürt siyasetini takip etmeye, yayınlarını, açıklamalarını, paradigmalarını ve bunların arasındaki bağı okumaya çalışan birisi olarak, keskin ve mutlak ifadeler kurmak hala bana zul geliyor. (Biraz uzun olacak derdi anlatmak bu nedenle)

Genel seçimler ile yerel seçimler arasında çok şey yaşandı. Genel seçimlerde yaratılan TİP tartışması göz göre göre operasyonel bir hal aldı. Kürt siyasetinin sol, sosyalistlerle kurduğu ittifak siyasetinin zemini sarsıldı.

HDP’den YSP’ye geçiş süreci aynı zamanda iç çekişmelerin dışarıya yansıdığı, “olmaz”ların çoğaltıldığı, statülerin ve statükocuların hakimiyet kurmaya çalıştığı ve bunun sonucunda siyaset yapma aklının kelepçelendiği bir zorlu dönem oldu.

Bunun önemli sonuçlarından birisi oy kaybı olarak karşımıza çıktı ama asıl kayıp ideolojik alanda yaşanan zemin kaymasıydı. Bu öyle endişe verici hala gelmişti ki, uyarıcı cümlelerimiz bile linçten kurtulamadı. Emek, Özgürlük İttifakı’nın önemli bir bileşeni olan TİP eksenli yürütülen tartışmalar derin yaralar açtı, önyargılar büyüdü, büyütüldü. Tansiyon yükseldikçe her söz, her cümle delik deşik edilip ortaya atıldı ve nihayetinde Kürt siyasetinin ideolojik iradesinin boşa düştüğü bir zemin oluşuverdi.

Kendini “Kürdi” olmakla perdeleyen, tasfiyeciliği meşru kılmaya çalışan gönüllü provokatörler eliyle, Kürt ulusal mücadelesini “ilkel milliyetçi” tutumlara hapsederek, “yığın” haline getiren işbirlikçi bir şekilsizlik ortama hakim kılınmak istendi.

Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü ve Demokratik Cumhuriyet temelli İmralı çizgisi, yerini hızla “bize ne Türklerden”, “Türk solu sırtımızdan inmiyor”, “CHP kuyrukçuluğu yapılıyor”, “Kemalistlerle, Ergenekoncular'la iş tutuluyor” gibi ucu açık saldırıların altında bırakıldı. Bu söylemlerin farklı versiyonları ile sosyal medyada hükümranlık kuruldu ve oluşan hoyratlık, kimi YSP yöneticileri dahil birçok kesimi içten kuşattı. YSP içinden karşılık buldukça, zehrin ideolojik etkisi daha büyüdü. Sol rekabetten doğan hakimiyet kavgası da durumu fişekleyip, ortaya çıkan durumla küçük çıkar ortaklığı kurulunca, Kürt siyasetinin kazandığı ideolojik alan maalesef hızlı bir kayıp yaşadı.

İdeolojik alanda süren savaşın, demokratik alanda yaşadığı zemin kayması belki de bu yüzden genel seçimlerin ardından hızla masaya yatırıldı ki bu tartışmaların pratik özeleştirisini DEM Parti hem süreci yönetme hassasiyetiyle, hem birikimini politik kazanıma dönüştürmesiyle, hem de inci bir çizgide kurduğu denge siyasetiyle verdi ve süreç devam ediyor.

“Çözümlenen, an değil tarihtir, kişi değil toplumdur” anlayışının bir yansıması olarak durumun ele alındığını da söyleyebiliriz.

Kim kazanırsa kazansın, kim kaybederse kaybetsin kazanan olmak, bunu başarmak ve aldığı sonuç ile savaşa da, barışa da hazır olduğunu göstermek ve bunu daha büyük ve genel bir stratejinin parçası olarak, kitlelerle buluşturup, özgürlük mücadelesini gençleştirip, yeniden halklaştırmak hiç kolay olmasa gerek. Öyle “parti fokurduyor”, “şahinler güvercinler çarpışıyor” geriliğiyle anlaşılabilecek bir durum değil açıkçası. Kamuoyunun ve medyanın sevdiği bir yaklaşım tarzı bu evet ve belli ki bunun kokusunu her alan, bir “ci” deme ihtiyacı duyuyor.

Kazanma stratejisinin “Demokratik Ulus Diplomasisi” ayağını doğru bir zemine oturtabilirsek, mücadelenin karmaşıklığını da, toplumlar ve siyasi kurumlar arasındaki ilişkilerini de daha doğru anlayabiliriz. Böylece kurulan her cümleden büyük çıkarımlar, buluşlar yapmamıza gerek kalmayacaktır.

Halktan gizli yürütülen bir politika olmadığını, aksine “demokratik ulus diplomasisi” kavramı etrafında şeffaflaştırılan bir sürecin halkla birlikte örgütlendiğini görebiliriz bence.

Newrozlar bu yanıyla net bir tutumu ifade ediyor.

Savaşa da, barışa da hazır olunduğu bizzat örgütlü bir güç gösterisi ile ortaya kondu, konuluyor.

Newroz’a katılan her bir bireyin, örgütsel ve ruhsal olarak bu bilincin taşıyıcısı olarak yan yana geldiğini ifade etmek abartı olmaz.

“Demokratik Ulus Diplomasi”sini toplumsal ele alan o aklın, konuya ne kadar doğru bir zeminde hayat verdiğini anlıyoruz böylece. Kapı kapı çalışmak, konuşmak, hakikati hatırlatmak, sofraları paylaşmak işte bu diplomasinin içeriklerindendir diyebiliriz.

Parti binalarına sıkışmamış, sosyal medyada kendini eğlememiş, boş ve ucuz tartışmalardan uzaklaşmış ve poz verme derdinden sıyrılarak halkla yüz yüze olmayı temel almış bir yaklaşımın ruhu Newroz’da karşılık buldu evet. Newroz’un ideolojik olarak iktidar güçlerine büyük bir cevap verdiğinin üstünden atlayamayız.

Demokratik Ulus Diplomasisi’ni “toplumun ihtiyaçlarını karşılama mecburiyeti” olarak ele alan, değerlendiren tutum üzerinde derinleşmek, Kürt siyasetinin kodlarını anlamakta çokça fayda sağlayabilir.

SAVAŞA VE BARIŞA HAZIR OLMAK

Peki 1 Nisan sonrası kimilerinin dediği gibi büyük bir savaş mı olacak yoksa yeni bir çözüm süreci mi başlayacak?

Bu iki soru etrafında dönüp duran tartışmaları konudan uzaklaşmak olarak görüyorum.

Savaş zaten sürüyor. Askeri, siyasi ve ideolojik cephede hiç hız kesmeden ve sürekli tırmanarak devam ediyor. Hem de en çetin haliyle aylardır binlerce askerle, en ölümcül savaş araçlarıyla sürüyor. Siyasi suikastlar, PKK’nin önder kadrolarına dönük nokta saldırılar hiç durmadı. Kürdün nefes aldığı her alanda devasa bir kuşatma var.

Çözüm arayışı da var elbette. Savaşlar sadece yok etmek için yapılmaz çünkü.

Tam da bu nedenle Dem Parti içinden çözümü işaret eden yaklaşımların dile getirilmesi, Erdoğan’ın bu konuda işaret edilmesi şaşırtıcı değil. Bir yandan savaşırken, diğer yandan çözümü zorlamak “kazanma” stratejisine çok uygun.

İsimlerden bağımsız olarak tartışılması gereken asıl şey, “kazanma” stratejisinin bu duruma uygun olup olmadığıdır.

Siyasete aktif olarak geri dönen ve her mitingde gördüğümüz Leyla Zana’ya da buradan hareketle bakarsak, Kürt hareketinin kazanma diplomasisinde yürüttüğü akla yaklaşırız.

Kadronun olmadığı alana bir yurtseverin, yurtseverin gidemediği alana donanımlı bir dost gönderme anlayışının bu seçim sürecinde de sahada karşılık bulduğunu söylemek mümkün ve bu ilkesel yaklaşımın kurucusunun Öcalan olduğu ise bilinen bir gerçek.

Özetle hem savaşa, hem barışa hazır olmak ve siyasetin tüm kıvrımlarını buna uygun donatmak, halkla birlikte süreci ele almak, savaş mı olacak, barış mı olacak sığlığından da kurtulmak anlamına geliyor. Kimi liberallerin kendi siyasal süreçlerine bakmadan Kürt siyasetini “barış hayali” görmekle itham etmesi ve “savaş geliyor” diyerek İmamoğlu’culuğu bir kurtuluş olarak sunmaları, herkesi ahmak yerine koymanın bir başka tutumu olarak okunabilir.

Hem Erdoğan’ı hem İmamoğlu’nu siyaseten konumlandıran ve kazanma stratejisiyle ülkenin iki yakasında politikasını örgütleme başarısı gösteren bir siyasete herkes kendi diktiği elbiseyi giydirmeye çalışıyor. Lakin hangi giysiyi dikerseniz dikin, ayaklardaki Mekap her defasında hakikati hatırlatıyor. Bu yüzden kibrinizi iki elinizin arasına alıp düşünün derim. (Bu arada Kürtleri var eden şeyin kurdukları hayallerine bağlılık olduğunu da bir mücadele notu olarak buraya düşmeyi önemsiyorum.) Evet her şey bir hayalle başlar. Ona sahip olmayanlar ise gücü elinde tutanların hayallerinin aparatı olmaktan kurtulamaz. (Bu başka bir yazı konusu olsun)

Kürt siyasetini sol, sosyalistlerden koparmak isteyenler ile demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü çizgiden nefret edenler arasında, halkları eşitlik kavgasından uzaklaştırmak isteyenler ile onları demokratik cumhuriyet temelinde birleştirenler arasında, barış ve çözümü halklardan yana örgütlemek için mücadele edenlerle, onu gücü elinde tutanların siyasi çıkarlarına tahvil etmeye çalışanlar arasında daha da keskinleşecek bu süreç diyebiliriz.

Barışın Türkçesi olmak isteyenleri boğmak isteyen anlayışla, her Newroza çöreklenen ve kendini “Nasyonalist Kürt” olarak tanımlayan Hitler artığı kesimlerin, Kürt özgürlük mücadelesinin ödediği bedellerin üzerine basarak kendine kariyer dizenlerin rahat tutumları arasında elbette bir bağ var. Saldırı cephesinin gönüllü birlikleri olarak görebiliriz onları.

İDEOLOJİK ZEMİN KAYMASI

Tahammül ile duruş arasındaki çizgi silikleştiğinde kaçınılmaz olan şey yaşanıyor.

Newrozlarda Deniz Gezmiş flamalarını yakma cesaretini kendilerinde bulacak kadar güçlü hissetmeleri, ideolojik zeminin nasıl kaydığını da işaret ediyordu elbette.

Burada en ürkütücü olan şey ise idam sehpasını tekmelerken “yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi” diyen bir devrimci önderin Newroz alanında resimlerinin yer aldığı flamalarının yakılması. Bu Kürt hareketi açısından hem bir uyarıcı, hem de bardağı taşıran son damla oldu ve duruşun hatırlatılması ihtiyacı oluştu.

İşte tüm bu yaşananların toplamı, asıl savaşın ideolojik alanda yürüdüğünü gösteriyor bize. Savaşın sonucunu da, çözümün gelebilmesini de sağlayacak olan şey tam olarak bu.

Son söz olarak;

Savaşa karşı geniş ittifakın kurulması, barış için en geniş talebin örgütlenmesi durulan yerin yalnızlaştırılmasıyla değil, büyütülmesiyle mümkün.

Bu nedenle ittifakların bittiğini ilan eden yaklaşım da, ittifakları tapulu malı gibi gören ve kendisi dışında kimseyi istemeyen sapma yaklaşımlar da tüketici marjinal yaklaşımlar olarak kendini ele veriyor.

Sosyalistlerin geniş kitleler içerisinde siyaset yapması, cümlelerini, dilini örgütlemesi, tutumlarını buna uygun olarak politik arenaya yansıtmaları ve varlıklarını kalıcı kılmaları, Kürt siyasetinin kaderiyle çok ortak. Bu ortaklığın altı çizilmeli her zaman diye düşünüyorum.

Bu ortaklığın koparılmasına dönük her yaklaşımı mahkûm etmek ve hakikatin sadece diline değil, aklına da sahip olmamız gerektiğini hatırlatıyor.

Kürt siyaseti kaybederse, Türkiye demokrasi mücadelesi ivmesini ve ruhunu teslim eder. Türkiye sol hareketi Kürt siyasetinden kendini soyutlamaya kalkarsa yenilgide en çabuk tükenen olur.

Kazanmak isteyenler tam da bu nedenle bir arada daha sıkı ve net durmak zorunda.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi