Travma kuramları/Öteki’nin travmaları

Kolektif travmanın en korkunç boyutlarından biri faillerin ve mağdurların aynı ülkede, aynı kentte, aynı mahallede hiçbir şey yokmuşçasına hayatlarını sürdürmesi, mağdurların bu realiteyle yaşamak zorunda bırakılmasıdır

Travma, bağlamları birbirinden çok uzakta olsa dahi çeşitli durumlarda sık sık kullanılmaya başladı. Acı çektiğimiz durumlar, ani ve şiddetli korkular dahi travma olarak adlandırılabiliyor. Travmada korku, çaresizlik ve acı vardır ama bu haller travma için yeterli değildir. Yaşadığımız bir durumun gerçekliğine ya da ciddiyetine vurgu amaçlı travma kavramı epey enflasyonist kullanılmakta. Travma bir üst (geniş, kapsayan) kavramdır. Ayrıntılandırdığımızda farklı travmaların olduğunu fark ederiz. Travmalardan söz ederken öncelikle bireysel ve kolektif travmalar arasında bir ayrım yapmak gerekiyor.

Yıllardır travma geçirmiş insanlarla çalışıyorum. Travma anında travmayı yaşayanlar sonsuz çaresizlik yaşarlar, bir çıkmazda hissederler. Çaresizlik ve çıkmaz, bir yandan da sonsuz güçsüzlük hissi. İzmit Depremi’ni travmalarla yaşamış biriyle çalışıyoruz. Çalışırken travma bitmiş, travmanın geride bıraktığı semptomları tedavi etmeyi deniyorum. Yani bu hastanın ‘ev sarsıldı mı’ sorusu terapide reel bir durum değil, depremden arta kalan bir iz. Travma anı artık geçmiş. Başka bir örnek: Yugoslavya iç savaşlarını yaşamış biriyle terapide de durum aynı. Savaş bitmiş ve hasta savaşın bıraktığı derin acıyla/problemlerle baş edemiyor. Savaş bitmesine rağmen zihnindeki savaş sürüyor. Türkiyelilerle durum çok başka... Travmalar yaşamış insanlar daha sonra Almanya’ya gelmiş ama yaşadıkları travmalar hâlâ sürüyor çünkü devletin yapıp ettikleri aynı şekilde devam etmekte.

Travma çalışmalarında da failin suçunu kabul etmesinin en azından işlediği suçtan pişman olmasının mağdurun iyileşmesine olumlu etkisi oluyor. Eğer fail yaptığını inkâr ediyor ve ortaya çıkan zulüm için sorumluluk üstlenmiyorsa, mağdur bu durumdan ötürü yeniden travma yaşayabiliyor. Mesela işkence mağdurlarıyla çalışırken işkencecilerin (devletin) yaptıklarının işkence olmadığını söylemeleri, işkenceyi inkâr etmeleri işkence mağdurunu yalancı, iftiracı konumuna getiriyor. Yani mağdur bu anlamda bir kez daha suçlu ilan ediliyor.

Failin zulmünü anlatmanın peşinde olan mağdur bu kez fail olmadığına ve masumiyetini ispat etmeye zorlanıyor. Fail suçunu ve zulmünü mağdurun üzerine yıkarak, mağduru bir kez daha çaresiz bırakarak kendini rahatlatıyor. İşkence/travma anı, tanığın olmadığı ya da tanıklık yapacak kimsenin olmadığı andır. Bu olayın tanığı olmadığı için devlet de zaten buna güvenerek inkâr eder. Mağdur işkence gördüğünü anlatırken tanığı olmayan bir olayı kanıtlamak istemektedir. Bu çok önemlidir, çünkü tanığı olmayan, devletin (gücün ve iktidarın) inkâr ettiği, failin mağduru suçladığı bir durumda mağdur yaşadığının gerçek olduğunu, hayal ürünü olmadığını da ispat etmenin derdindedir. Bütün bu acı/zulüm hayal ürünü olarak ilan edildiğinde psikotik bir durum oluşur. Mağdurun yaşadığı duygular, çektiği acı, korku... Her şey bir hayal ürünüyse eğer, mağdur gerçek ile hayali ayırt edemeyen psikozlu biridir.

Travmanın inkârı psikotik bir durum yaratır. İşte bu psikotik durum mağdurun bir kez daha mağdur edilmesidir. Ya da inkâr kültürü ve geleneği kolektif travmaların faillerini kahraman ilan eder. Travma bu gibi durumlarda o kişi tarafından temsil eder. Mağdurun faili fail tarafın kahramanı. Travmanın dışındakiler bu tür bir tercihle travmaya dolaysız dahil olurlar. Diyarbakır cezaevi işkencelerinin sorumlusunun adını bir okula vermek ve faile kahramanlık söylencesi bulmak… Suçlu toplumlar tarihsel suçlarıyla yüzleşmedikleri sürece, inkârı sürdürdükçe suç o kültürün normali oluyor. Günümüzün ahlak erozyonu bu tür suçların normalleştirilmesiyle de ilişkili…

Konu buraya geldiği için aslında burada (yazıda da) bir sorun var: İşkenceyi, işkenceciyi, faili değil, tam aksine mağdurun kötülüğünü konuşuyoruz. Fail-mağdur dinamiğinde çok sık gözlemlediğimiz bir durum. Buradan sonra artık mağdur, mağduriyetini anlatmak için girdiği yolda kendi masumiyetini anlatma ve kanıtlama derdine düşer. Bu durum yeniden sonsuz çaresizliğin yaşandığı tepe noktasıdır. Ya bu psikotik duruma tahammül edecekseniz ya çıldıracaksınız ya da vazgeçeceksiniz. Her ihtimal faili bir kez daha güçlü konumuna getirir.

Bütün bunlar travmatiktir ve başka travmalara yol açar, çünkü travma anında da mağdur güçsüz, fail güçlü konumdadır. Fail mağdur ilişkisi birçok boyutuyla asimetrik bir ilişkidir. Fail sadece mağdurun güçsüzlüğünden ötürü zulüm yapmaz, şiddet uygulamaz, bu güçsüzlükten de bir tür zulüm üretir. İktidar keyfileşir… Yani failin istediği zaman mağdura/güçsüze kötülük yapabilme imkânı vardır ve sadisttik bu asimetrik durum bile travmatik bir durumdur.

Çocuğuna kötü not aldığı için kızan, onu şiddet uygulayan baba çocuğunu aşağılar, küçük düşürür. Çocuk yaptığı bir yanlıştan ötürü bir ceza değil, bir yanlışa karşılık çokça ceza (kızma, dayak, küfür, hakaret, aşağılama, küçük düşürme) alır. Bir hatanın bir değil de birçok cezası vardır burada. Bu ilişkideki asimetrik güçten ötürü çocuk kendini koruyamaz. Çocuk güçlünün eline düşmüştür ve güçlü olan zayıf olanı bütünüyle teslim almak, biat ettirmek ister...

Fail travması gerçekleşebilirse yani fail suçunu kabul eder, kullandığı güçten ötürü utanır ve bu gücü kötüye kullanmaktan vazgeçerse mağdur rahatlayabilir. Pratik bir örnek verelim: Trafik kazasında birini yaralayan ya da ölümüne sebep olan şoför o günden sonra araba kullanmayı (araba kaza anında bir silah ve güç dengesizliği yaratan etmene dönüşür) bırakıyor. Fail suç bilinci oluşturarak, bir başkasına tekrar zarar veririm korkusuyla araba kullanmaktan vazgeçiyor. Psikoanalitik bir çalışmada bu şoförün bir daha kaza yapma arzusuzundan korktuğunu dahi konuşabiliriz, şayet bu şoför uzun bir analiz yapmayı isterse.

FAİL DİSSOSİASYONU (AYIRMA)

Mağdurlar travma anında bir yanlarını kendilerinden kopararak, ayırarak, kendilerine ait değilmiş gibi yaparak yaşamayı denerler. Korudukları yan kurban ettikleri yanlarından daha değerlidir ve kişi bu değerli yandan yana tavır koyar. Bedenime sahip olabilirsin diyen kadın için de kalbi bedeninden daha değerlidir. Dissosiasyon dediğimiz şey sadece mağdurda olmaz. Fail yaptığının zulmün bilinmesine engel olur ya da failler yaptıklarıyla yüzleştiklerinde/yüzleştirildiklerinde mağdurun yaptığı gibi olayın bazı yanlarını ayırırlar ve olayın bu yanını unuttuklarını söylerler.

Başka bir örnek: Bir kaza sonrası bir anne çocuğunun kanlar içerisinde yattığını görüyor. Çocuğunu kucakladığı gibi hastaneye gidiyor. Çocuğunu doktorlara emanet eden anne orada bayılıyor. Ayıldığında doktorlar anneye çocuğun yarasının olmadığını, kaza esnasında annenin kanının çocuğa bulaştığını söylüyorlar ve annenin yarlarından ötürü hastanede kalması gerektiğini anlatıyorlar. Anne yaşadığı şoktan ötürü kendi acılarını hissetmiyor. Yani acısını ayırarak, sanki kendisine ait değilmiş gibi yaparak hissetmiyor. Başka bir boyut ise yaralı olduğunu düşündüğü çocuğunu emin ellere teslim edene kadar bayılmıyor da. İşkencede buna benzer durumlar sıkça yaşanır ve kişi işkenceye direnebilir. Haklı olduğunu bilmek de ayrıca direnme gücü verebilir.

TRAVMA NE DEMEK?

Eski Yunancada yaralanma anlamına gelen travma, psikolojide ruhsal incinme anlamında kullanılıyor. Travmada, edindiğimiz tüm savunma mekanizmaları, bilgimiz, kaçış yollarımız ve 'ben' fonksiyonlarımız (düşünme, algılama, kavrama, sembolleştirme, korunma gibi) işe yaramaz hale gelir. Travmada sonsuz bir çaresizlik yaşanır ve bu en kudretsiz olduğunuz, kendinizi koruyamadığınız bir andır. Savaşlarda, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında yaralanan askerlerin tedavilerinin yapılıp yeniden cepheye gönderilmeleri amacıyla doktorların ve özellikle psikiyatristlerin askerlerde gözlemledikleri ruhsal sıkıntıları tanımlamak amacıyla “ruhun yaralanması/incinmesi” anlamına gelen bir travma kavramı kullanıldı.

Savaşlarda ve diktatörlüklerde insanların toplu halde yaşadıkları zulmü tanımlamak için “kolektif travma” tanımı dilimize yerleşti. Kolektif travma, bir grup insanın yaşadıkları benzer zulme işaret ederken, yaşanan bireysel acıyı tarif için yeterli olmayan bir tanımlamadır. Angela Kühner, kolektif travma kavramında faillerin berrak bir biçimde ortaya çıkmadığına vurgu yaparak, zalimlerin bu tanımda gölgede kaldığının unutulmaması gerektiğine işaret eder.[1]

Kolektif travmanın en korkunç boyutlarından biri faillerin ve mağdurların aynı ülkede, aynı kentte, aynı mahallede hiçbir şey yokmuşçasına hayatlarını sürdürmesi, mağdurların bu realiteyle yaşamak zorunda bırakılmasıdır. Bu, travmanın yeniden ve yeniden anımsanmasıdır. Bu anımsama mağdurun içinden gelen bir anımsamadan çok, dış etkiden kaynaklanan bir zoraki anımsamadır. Hatırlama değil de tehditkâr hatırlatmadır yani.

Travmayı belirleyen en belirgin özellik “unutulamıyor” olmasıdır. Travma, travma anı geçtikten sonra da çok yoğun duygularla içimizde kalıyor. Travmada zaman yaşandığı anda olduğu gibi sanki içimizde donar. [2]Travmayı yaşayan kişinin içinde zaman da donar. Bu nedenle travma çoğu kez kalıcıdır. Travma, travma öncesinde içselleştirilmiş olan ilişkilere de zarar verebiliyor. Mesela travma sonrasında arkadaşlarımızla ve anne-babamızla olan ilişkilerimiz etkilenebiliyor. Bu, kendimizle olan ilişkinin de etkilenmesi, kendimizle ilgili diyaloğun bozulması anlamına geliyor. Travma temel güven duygusuna zarar verdiğinden güvensizlik hakim oluyor; dünyaya karşı güvensizlik ve korku psikolojiyi denetliyor. Travma kurtulmak istediğimiz, ama içimizde kaldığı ve dışarı atılamadığı için sürekli yaşayan, yaşatılan bir belaya dönüşüyor.

HER TRAVMA BİR TACİZDİR

Angela Kühner kolektif travmayı incelediği kitabında 'dolaylı travma' kavramını kullanır: Kastettiği seyirci olma, görmenin travmatik etkisi, yani ikincil travmadır. İkincil travmalardan en önemlisi de yaşanmış bir travmanın gelecek kuşağa travmatik aktarılmasıdır: Holokost’u yaşayanların çocuklarında gözlenen travmatik etkileri böyle düşünebiliriz. Travmayı yaşamayanların, yaşayanların anlatıları (bazen bu suskunluk bile olabilir. Burada suskunluk yaşanana uygun dil bulamama, yaşananın insanın hafızasının alamayacağı bir boyutta olduğuyla da ilgilidir) üzerinden ikincil travma yaşamaları da bu kapsamdadır. Soykırıma uğramış halkların çocuklarında ve torunlarında görünen etkiler de aynı şekilde.

TRAVMADA İLK AKLIMIZA GELENLER

a) Doğal afetler: Bu afetlerin insanlara zararı lokaldir, bir coğrafyada yaşanır. Suçlusu doğadır, kişiselleştirilemez. Tarihte insanlar doğal afetlerden tanrıları sorumlu tuttuklarından, örneğin onların öfkesini gidermek için kurbanlar vererek onları sakinleştirmeyi denemişlerdir. Doğal afetlerin nedenleri günümüzde bilindiği halde bazı insanlar geçmiştekine benzer tepkiler gösterirler; yetersiz ibadetlerin, dolayısıyla günahkârların sorumlu tutulmasının ya da bunun tanrının bir sınavı olduğunun anlatılması bu yüzdendir. İnsanlar doğal afetten bile dolaylı olarak kendilerini sorumlu tutarlar. Travma sonrası insanların sorumlu ve suçlu araması, afeti kişiselleştirme çalışmasına bulunan bir cevaptır biraz da. Birileri inanç üzerinden bu arayışa girerken birileri de ihmal arayışındadır. Buradan, ‘ihmal yoktur’ iddiası anlaşılmamalı; depreme dayanıklı evler yapmak, yerleşim alanlarını deprem, sel ve yanardağ bölgelerinin uzağına yapmak gibi önlemler alarak kendimizi koruma ve afetten kaçınma imkânlarımız varken hem de.

b) Bir kişi ya da grubun yaptığı yanlışın yol açtığı travmalar: Bir otobüs şoförünün ya da bir pilotun yaptığı bir hata sonucu otobüsteki/uçaktaki yolcuların ya da yakınlarının yaşadığı travma veya bir maden göçüğü sonrasında yaşananlar buna birer örnek.

c) Grup liderinin öldürülmesinin grupta travmatik etki bırakması: Cortez’in küçük bir grupla Aztekleri ortadan kaldırması, Atilla’dan sonra kurduğu birliğin dağılması bu tür grup travmasına örnek teşkil edebilir. Osmanlı padişahlarının sefer sırasındaki ölümleri de bu tedirginlikten ötürü askerlerden saklanır, iktidar boşluğu ortaya çıkacağı düşünüldüğünden ölüm haberi ancak İstanbul’a dönünce açıklanırdı. Liderin ölmesi o grubun çözülmesiyle sonuçlanabilir, bazen de grup çözülmese de grubun kolektif bilinç ötesinde derin travmatik izler bırakır.

d) Savaşlar: Savaşlarda yenilen gruplarda bir travma olduğu yaygın bilinen bir gerçek. Psikolojide travma Birinci Dünya Savaşı sonrası savaşı yaşayan insanlarla yapılan araştırmalarda konu edilmeye başladı. Savaş koşulları, savaş süresince failler ile mağdurlar arasındaki yakınlık/uzaklık ilişkisi ve bunun sonuçları bugünkünden farklıydı. Mağdurlarla fail arasında dolaylı/tasavvur edilebilir bir ilişki var. Mağdurlar açısından durum fazla değişmedi. İnsansız hava aracı kullanan askerler artık insanları bir kompüter oyununa dönüştürerek öldürüyor, tabii failleriyle göz göze gelmeden ölüyorlar insanlar artık. Yani insansız hava araçları, uçaklar savaşta yargısız infaz yapma araçlarıdır. Ve savaşlarda hukuk ortadan kalkar. Aslında bu tür araçlarla devletler uyguladıkları terörü bir kompüter oyunu gibi sunmayı başarırlar.

TRAVMA ANI:

İşkence çok travmatik bir durumdur. Bu durumda mağdurda yaşamı boyunca oluşturduğu ve içselleştirdiği ‘iyi’ ve ‘güzel’ fail tarafından yok edilir. İçimizdeki iyinin yok edilmesi sonucu mağdurun içinde sadece kocaman bir boşluk ve kötü kalır geriye. Bunun anlamı, travma sonrası mağdurun içindeki kötü ve korku İyi'den kalan boşluğu doldurur. İyiye dair resimlerin, inançların, güvenin yok edilmesi psikolojik yapının dağılması ve yok edilmesi de demektir. Ayrıca iyinin travma anında yok edildiğinde iyinin oluşması olanaksızdır çünkü mağdurun ilişkide olduğu kişi fail, yani kötüdür. Kötüyle baş edebilmek iyiyle mümkün olamadığından mağdurda kin ve intikam fantezileri de başlar. Bu fantezilerde farkına varmadan kötüyle özdeşleşme, kötüyle kötü olarak intikam almak vardır. Fail kötülük yaparken kendi içindeki kötüyü de yok eder.

Travma ilişkisinde iyiye dair çok şey yok edilir. Benim fail travması dediğim şey failin travma anında uyguladığı zulümden ötürü yitirdiği iyiyi yeniden edinmesi olanağıdır da. Tramvayla yüzleşme fail açısından kendi zalimliğiyle yüzleşmesi, kendini aynada görmesidir. Fail travmasının bir değişiklik yapabilmesi için iyiye dair derinliğinde bir şeylerin hâlâ kalmış olması, refleksiyon yeteneğinin bütünüyle yok olmaması gerekmektedir. Kürt meselesi konuşulduğunda mağdurların birçoğunda hâlâ iyiye dair izler, çabalar mevcut ve bu insanlar hâlâ barıştan söz edebiliyorlar. Bazen insanlar yaşadıkları travmada oluşan öfkeyi, intikam duygularını süblime ederek yaratıcı ve pozitif intikama dönüştürebiliyorlar.

Bazen failin kendisi de zulüm anında mağdurdur: Vietnam’da savaşan Amerikalı askerler haksız bir savaşa alet edildiklerini anladıklarında fail pozisyonunda mağdurlardı.[3]

Narsizm:

Çocuklar narsistik incinme yaşadıklarında özgüven duyguları da zedelenir. Bu durumu onarmanın en yaygın yöntemi çocuğun grandiyöz büyüklük fantezisine kaçıştır. Michel Foucault, mahkûmların fantezisinde hapisten kaçma olduğunu yazar. Sınıftaki korkan ve dışlanan çocuk da fantezisinde süpermendir. Zayıflık ve korkaklık fantezide tam tersine çevrilerek sınırsızca güçlü ve cesur bir kahramana dönüştürülerek narsistik incinme onarılmaya çalışılır. Normal gelişimde insan bu fantezileri gerçeklik süzgecinden geçirerek normal ölçülere getirir.

Narsistler realite süzgecinden geçirmeyi başaramayanlardır ve özgüven duygusunun incinmesi, bunun sonucu oluşan aşağılık duygusuna reaksiyon olan grandiyöz fantezide kalınır ve bu fantezi normal ölçülere getirilemez. Bunun nedeni narsistin gerçekliği inkâr etmesine ilişkindir. İşte bu narsistik mekanizma gruplarda da vardır ve genelde benzer şekilde işler. Grup narsizminde Türklerin kahraman, cesur, becerikli, savaşçı olmaları böyledir. Mesela savaşçı olmak pozitif bir grup özelliği olamaz, çünkü savaş pozitif değildir. Ayrıca savaş çıkar çatışmalarının, çözülemeyen çelişkilerin getirdiği bir sonuçtur, bir grup özelliği değil. Sorun çözme yeteneği olmayan, uzlaşmayı beceremeyenlerin seçtiği bir yöntemdir savaş. Yani hiçbir grup ‘bugün sıkıldım, kiminle savaşayım’ gibi bir grup özelliği taşımaz. Grandiyöz gibi görünen kişilikteki madalyanın öbür yüzü aşağılık duygusudur. Bizim diğer ülkelerle ilişkilerimizde bu büyüklük duygusuna vurgu çoktur.

Mesela biz büyük bir ülke ve millet olduğumuzu savunuruz. Bu büyüklüğümüz tarih boyunca da böyledir. Müslümanların önderi olmamız gerektiği kanısı çok yaygındır. Müslümanların gerçekten bizden böyle bir talebi olmamasına rağmen bu fikir sürekli anlatılır. Turan’ın gerçekleşebileceği fantezisi birçok insan için uğruna savaşılacak bir tezdir. Gerçi yine diğer Türki milletlerin böyle bir talebi bizden olamamasına rağmen kendimizi bu ideal için seçilmiş görürüz. Bu grandiyöz olmayı sorgulayan herkese bizde öfke ve şiddet uygulanır. İşte bu yücelik eğilimleri bizi Ortadoğu'nun kabadayısı olmaya özendirir. Bizim büyüklüğümüze söylenen her söz, alınan tavır bizde narsistik yeni incinmelere yol açar ve intikam duyguları geliştirir. Bizim intikam fantezilerimizdeki şiddetin derecesi aynı zamanda incinmemizin derinliğine ilişkin bir fikir verir. Bazen bu incinme bizim kurgusal büyüklük fantezimizle de ilişkili olabilir. Burada diğer gruplarla ilişkimizdeki sembolik etmenler de önemlidir, bazen bu incinme de kurgusal olabilir.

İntikam fantezisi farkına varmadan sadistçe bir haz da üretebilir. Bu haz intikam fantezisini ehlileştirmeyi zorlaştırır. Bir grubun bir süre boyunca aşağılanması ya da grubun kendisini aşağılanmış hissetmesi bu süre boyunca intikam fantezileri için de bir sürece dönüşüyor. Bu sürecin intikam, intikamın gerçekleşmesi için de büyüklük/güçlülük fantezilerinin olması (grandiyöz) ve bunların hazza dönüşmesi geri dönülemez bir şiddet sarmalına götürür grubu. Burada dönüştürücü öğelerin yokluğu, deeskalasyon olanaklarının kullanılamaması şiddeti kaçınılmaz kılıyor.

Devam edecek.

[1] Angela Kühner, Kollektive Traumata (Psychosozial-Verlag, 2007).

[2] Heinz Weiss, Trauma, Schuldgefühl und Wiedergutmachung (Klett-Cotta Verlag, 2017, s. 27

[3] age, s. 48.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi