Her doğum erken doğumdur

Her çocuk bir düş kırıklığıdır! Çünkü ideale benzemez. Her doğumda sergilenen sevinç, düş kırıklıklarının da üzerini örter. Sorun bebekte değildir; düş kırıklığı, daha önce oluşturulan fantezi ve beklentiye ilişkindir

Kültür karşılaştırmalarında dikkatimi çeken bir başka nokta: Bazı kültürler anne-babalığı teknik bir görev gibi görürken, başka kültürler çocukluğu ve anne-babalığı duygusallaştırır. Teknik bir görevle kastettiğim, çocuğun gereksinimlerinin teknik olarak giderilmesi, yani çocuğun karnının doyurulması, altının temizlenmesi ve giysilerinin tedariki; bunlar yapılırken de duygusal boyutun çok öne çıkmaması ve duygusal bağlanmanın çok yoğun olmaması...

Modern konseptte ise ilişki daha çok duygusal. Çocuğun gereksinimleri teknik olarak giderilirken ilişkinin yoğun şekilde duygusallaştırılır. Mesela bebeği emzirirken çocuğun karnını doyurmanın yanı sıra çocuğu duygusal açıdan doyurmak, çocuğun ilişkilenme isteğine yanıt vermek de önemsenir: Çocuğu emzirirken izlemek, göz göze gelmek, yumuşak sesle konuşmak, tepkilerini gözlemlemek, onları tercüme edip ona göre yanıtlar vermek... Çocuğun altını temizlemek teknik bir mesele. Bunun yanı sıra çocuğun altını temizlerken ondan tiksinmemek ve böylece o kişinin ileride kendisinden tiksinmemesini sağlamak, onunla konuşmak, ona sevgi göstermek, kendine ve bedenine güvenmesini sağlamak. Birçok insanın kendi bedenini, dolayısıyla kendini beğenmemesinin tohumlarını atmamaya çalışmak…

Psikanaliz insanın duygusal gereksinimlerini yoğun olarak inceler. Bu konuda en ayrıntılı gözlemleri Margaret S. Mahler yapmıştır ve incelemelerinin sonunda Mahler çocuğun doğumuyla psikolojik doğumunun aynı döneme denk düşmediğini söyler.[2] Diğer canlılarla karşılaştırıldığında insan, yaşamını sürdürebilmek için annesine en uzun süre gereksinim duyan canlıdır. Bu anlamda insanın doğumu bir erken doğumdur. Diğer canlılar kısa bir süre sonra anneye gereksinim duymazlar. Ceylanlar birkaç ay sonra anneleri olmadan yaşayabilirler. Kaplumbağalar ve yılanlar doğduklarında hayatlarını sürdürecek kadar donanımlıdırlar. İnsan ise uzun yıllar anneye ihtiyaç duyar. İnsanın psikolojik doğumu işte bu bağımlılık süresinde olur. Bebeklik ve çocukluk bu bağlamda psikolojik hamileliktir de.

HER ÇOCUK BİR DÜŞ KIRIKLIĞIDIR

Eşler aile olmaya karar verdiklerinde aralarındaki ilişkiyi de üçlü ilişkiye dönüştürmeye karar verirler. Yani çocuk biyolojik olarak doğmadan önce aileye fantezide doğar. Bir çocuğa hamilelik, kafamızda, fantezilerimizde başlar. Aslında her çocuğun fantezisinde bir çocuk vardır. O çocuk doğmadan yıllar önce fantezide doğar ve büyür. Bu çocuğu erkekler de doğurur. Önce bu fantezi çocuğu belirsiz bir çocuktur ama zamanla bu çocuk şekiller almaya, özellikler kazanmaya başlar ve sonunda ideal bir çocuk oluşur. Bu ‘fantezi çocuk’, yaşadığımız hayata alternatif bir çocuktur.

Yıllar sonra partnerlerle kafalarda oluşturulmuş fantezi çocuklar karşılaştırılır, benzer hale getirilmeye çalışılır. İşte evlilikte de aile olunmadan önce fantezide bir ya da birkaç çocuk doğar ve aile olunur. Bu çocuk da idealdir. Sonra çocuk doğar… Her çocuk bir düş kırıklığıdır! Çünkü ideale benzemez. Her doğumda sergilenen sevinç, düş kırıklıklarının da üzerini örter. Sorun bebekte değildir; düş kırıklığı, daha önce oluşturulan fantezi ve beklentiye ilişkindir. Düş kırıklığını önlemenin en bilinen kuralı beklentiyi azaltmakken, fantezi çocuğunda bu mümkün değildir, çünkü narsisizm buna izin vermez. Her doğan çocuk bu kontekstte kabul edilendir, arzulanan değil.

Her doğum bir düş kırıklığı dedik ama bu anne-babanın idealden vazgeçmelerini, doğan çocuğa kendilerini vermelerini gerektirmez. Şimdi daha zorlu bir ebeveynlik başlar: Çocuğu kafadaki ideale uygun hale getirmek. Saçlarını kafamızdaki resme uygun taramak, güzel ve temiz giydirmek: Onu, “en güzel çocuk”u meydana getirebilmek için uğraşmak! Bizim “en güzel” algımız bakımlı ve temiz olmakla da ilişkilidir. “En akıllı çocuk” için okullar, kurslar, dersler…

En doğal haldir: Her çocuk sevilmek ister. İşte bu isteği kullanarak, Pavlov’un köpeğine dönüşerek, beklediğimiz davranışa olumlu tepkiler gösterirler... Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş; ama bu da yeterli değildir! Kuzgunun yavrusu şahin yapılmak istenir. “En uslu çocuk” aslında aptal(laştırılmış) çocuktur; ama yine de ideal çocuk, uslu çocuktur! Halbuki yaramaz çocuklar ya mutsuz ya da akıllı çocuklardır.

Çocuk bir düş kırıklığı olduğunu hisseder. Anne-baba bu kadar çaba gösteriyorsa, onun eksiklerini tamamlamaya çalışıyorlarsa, demek ki o eksiktir! İşte çocuk anne-babanın bu çabasına katkıda bulunarak kendindeki eksikleri gidermek için uslu çocuk olmayı ve böylece sevilmeyi umar. Anne ve babaya “layık” olmaya çalışır. Anne-babanın idealini yakalamaya çalışır. Benim tanıdığım “modern”, akademisyen ve Batılı anne-babaların çocukları üniversite okumaya, okulları dereceyle bitirmeye ve çocuk yaşta yabancı dil bilmeye mahkûmlar. Evet, mahkûmlar! En değerli, en akıllı ve en güzel çocuklar olmak zorundalar. “En” mahkûmları; “en” hapishanesinde yaşıyorlar...

DOĞAN ÇOCUK KİME BENZER

Sizler de çok kez tanık olmuşsunuzdur: Doğan çocuk anneye/babaya benzetilir. Hiçbir bebek aslında anneye ya da benzeye benzemez, bebek bebeğe benzer. Çocukluktan çıkışta vücutta değişimler oluyor. Vücudun kıllanması, göğüslerin büyümesi, burnun biçiminin yetişkin halini alması gibi. Bu değişimlerden sonra asıl benzerlikler daha da belirginleşir. Bu anlamda bebek yetişkine benzemez. Bebeğin kokusu, teninin rengi başkadır... Bu kadar benzemezlik ortadayken neden insanlar mutlaka bebeği birine benzetmek isterler? Sanıyorum bu tür benzerlik narsistik renkler taşıyor.

Bebek babaya/anneye benziyorsa görünüm olarak da anne/baba çocukta benzer olarak da yaşayacaklarını sanıyorlar. Ayrıca benzerlik bebeğe bağlanmada da olumlu bir rol oynuyor... Annenin/babanın bebeği kendisine benzeterek bir haliyle de kendilerini bebekte buluyorlar. Kendilerine benzeyen bebek üzerinden kendileriyle bir ilişki de kuruyorlar. Zaten çocuk sahibi olmanın altında çocukta bir şekilde yaşamak, insanın soyunu sürdürme arzusu da yok mudur?

Önceleri DNA testi yoktu. Bu söylencelerin, anlatıların başlangıç dönemlerinde yani. Kan tahlili ve kan grubu benzerliği üzerinden bir akrabalık ve yakınlık kurmak mümkün değildi, çünkü bu testler/tahliller mevcut değildi. Ataerkil toplum, namus konsepti, kadının denetlenmesi... Yeterli değildi galiba. Kadın anne olunca annelik tartışmasızdır. Bebeğin annesi çok belirgindir. Ya erkek ve babalık? Hiçbir erkek o dönemler asıl baba olup olmadığını bilmiyordu... Kadının hem somut anneliği aynı zamanda babanın kim olduğunu bilme durumu anneyi/kadını avantajlı duruma getiriyor... Baba sadece annenin bilgisine güvenerek baba olduğundan emin olabiliyordu. Erkek tarafı da aynı emin olamama durumunu yaratıyordu.

“Bebek babasına çok benziyor” ya da “tıpa tıp babası” ... Babayı teselli etmek için, bu bilinmezin yarattığı kuşkuyu azaltmak için mi söyleniyor acaba? Psikanalizde doğuramamanın kıskançlığı olarak sözünü ettiğimiz kadına haset bu anlatıda rol oynuyor mu acaba? “Anası doğurdu ama bebek en çok bana benziyor”la erkek kendine teselli mi buluyor biraz? Bu benzerlik anlatısıyla belki de doğumdaki düş kırıklığı da relative ediliyor… Düş kırıklığı… Çocuğun kendisine benziyor olmasının düş kırıklığı… Hiçbir çocuğun fantezi çocuk kadar ideal olmayışı…

HER DOĞUMDA ÖLÜM GİZLİDİR

Her hamilelik korku, tedirginlik demektir. Beklentiler, insanın mutluluk tasarımı çocukla ilişkilendirildiğinden bu korku belirleyici değildir. Zaten korku ağır bastığında çocuk yapma fikri kaybolabilir. Korku var her hamilelikte çünkü hamilelik kadının hayatına bir tehdittir de. İnsanlık tarihinde sayısız hamilelikten kaynaklanan ve doğumdan ötürü ölüm var. Bu kadının bilinçötesinde kayıtlıdır. Günümüzde bu tehlike çok aza indirilse de kadının annelik kodlarında bu bilgi var. Her hamilelik sorumluluk, ömür boyu bağlanma ve bağımlılık anlamına da geliyor ki bu da çokça tedirginlik yaratabiliyor. Çünkü yaşadığımız hayatın getirdiği riskler bu ilişkiyi daha riskli hale getirebiliyor.

Her doğumda gizli de olsa bir ölüm teması var. Doğacak çocuk bir dönem sonra anne/babanın yerine geçip anne/babayı mezara götürecek kişi de. Gelecek kuşak kendini yaratan/doğuran kuşağı mezara taşır. Her doğurtan kuşak çocuklarında yaşamayı arzular (soyun sürdürülmesi), geride bıraktıkları ve kendilerini ölümsüzleştirdikleri proje gelecek kuşağı yaratmak ve bu kuşakta yaşamaktır da. Yani çocukta yaşamanın, ölümsüzleşmenin narsistik bir tarafı da var. Doğum ile ölüm arasındaki en belirgin çizgiyi Ödipus anlatısında görürüz. Ödipus’un babası karısının hamile olduğunu öğrenince yok edileceği temasıyla yüzleşir... Kısacası anne/baba/çocuk ilişkisini belirleyen sevgi duygusu olsa da aslında görmezden geldiğimiz ölme ve öldürmenin de rol oynadığı düşmanca bir ilişkidir de.

ÇOCUĞU ÖLDÜRME HAKKI

Teorik olarak bir anlamda anne ya da baba olmak ömür boyu her koşulda devam eden, emekliliği olmayan, hastalığı ve sağlığı umursamayan bir sorumluluktur; ama gerçekte hiçbirimiz olağanüstü durumlar dışında sürekli bu sorumluluğu yaşamayız. Bu bilinç vardır ama her an, her zaman aktif değildir. Covid salgını günlerinde anne-babalar hiç bilmedikleri, önceden provasını da yapamadıkları bir durumla karşı karşıya kaldılar: Yirmi dört saat çocuklarla birlikte vakit geçirmek!

Çocuklar melek değilse ve onlarla zaman geçirmek zorsa, bir kuşak geriye bakmamızda yarar var; çocuğu yaratan kuşağın bilinç ve bilinç ötesine... Türkiye’deki sorunlardan biri bana göre şu: Bir yandan çocuk merkezli bir yaşama yönelirken diğer yandan anne-babalık kutsallık konumunu korumaya devam ediyor. İbrahimî dinlerde Tanrı ve peygamber arasında ‘çocuğu öldürme hakkı’ konusundaki söylencede anne, baba ve Tanrı’nın çocuğu öldürme hakkı vardır. Bu hak her ne kadar kullanılmamış olsa da bu hakkın sorgulanması zordur.

Michel Foucault, öldürme hakkını incelerken, bu hakkın önce Tanrı’ya ait olduğunu, daha sonra Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi krala, ondan sonra da erkek egemen toplumda babaya ait olduğunu anlatır. Elisabeth Badinter öldürme hakkının tanrılardan krallara ve daha sonra da babalara aktarıldığını yazar.[3] Çocuğa karşı acımasızlık, acımasız hayatı çocuğa öğretmek olarak gerekçelendirilir.[4] Öldürme hakkına karşın çocuğu tanrının verdiği fikri ve bu tanrının verdiği emaneti koruma ve sevme fikri de yaygınlaşıyor ve çocuklardan yana bir tutuma yol açıyor.

Sofokles’in yazdığı, Freud’un da kendi kuramının merkezine koyduğu Ödipus söylencesinin konusu, bilindiği gibi, yetişkin-çocuk kavgasının kimin lehine sonuçlanacağı üzerinedir. Batı kültürü (böyle bir genellemenin yanlış olduğunu, homojen bir Batı kültürü ve homojen bir İslam kültürü olmadığını biliyorum; gruplarla ilgili genelleme yaparken bazen bu söylemler kaçınılmaz olabiliyor)

Yahudi-Hıristiyan geleneğinden gelmesine karşın ‘ödipal çözüm’, çocuğun ebeveynlerini geçmesi ve onları sembolik olarak yok etmesi biçimdedir. İslam kültüründe ise bu kavganın galibi anne-babadır. Tanrı, İbrahim ve İsmail anlatısında yetişkinin (otoritenin) çocuğu öldürme hakkı tartışmasız vurgulanır. Bu anlatı Anadolu’da kuşaklar arası çatışmanın kimin lehine sonuçlanacağını, kültürün kimden yana olduğunu açıkça belirtir. Bu anlatıyı dinlerken özdeşleşmeyi bir an İsmail’le kurun. Hiç ilginiz olmadığı halde babanızın Tanrı’yla yaptığı bir anlaşma için boynunuza bıçak dayadığını düşünün! İbrahimî dinlerin bu anlatısı, insanların tanrılara insan kurban etmelerini sonlandırmayı amaçlar, yani bu anlatı aslında bir ‘insan kurban etme yasağı’dır. Bizde bu ödipal çözüme vurgu daha yoğundur.

Yaşlıların (babaların) çıkardığı savaşlarda gençler, yani çocuklar ölüyorlar. Babalar çocuklarını ölüme yollayabiliyorlar. Evladını yitirmiş gözü yaşlı bir annenin acılar içinde, “Diğer oğlumu da vatana kurban ederim!” ya da “Vatan/namus/aile için çocuklarımı kurban ederim!” gibi söylemlerinin arkasında söz konusu “öldürme hakkı” konusu da gizli. Ayrıca anne-babalar “hakkını helal etme(me)” yetkisine dayanan bir güce sahip; anne-babayla çocuk arasındaki ilişki bu ödenemez borç üzerinden belirleniyor. Her ne kadar çocukları her şeyden çok sevsek de “cennet annelerin ayağının altında” olduğundan, çocuğa gösterdiğimiz adresin annenin ayaklarının altında olmasına hiç kimsenin itiraz edememesi de biraz bu konularla ilişkili.

Ve ebeveynlerle çocuklar arasında çocukluk sonrasında bile eşitsiz ve dengesiz bir ilişki vardır. Ebeveynler çocukları evlatlıktan reddedebilirken çocuğun anne-babayı reddetme hakkı yoktur. Çocuk anne-babasının fotokopisi olduğu sürece “hayırlı evlat” olabilir ve sosyal çevrenin takdiri üzerinden narsistik kazanımı vardır. Ayrıca hayırlı evlada cennet vaat edilir. Bu koşullarda çocuğun bağımsız ve otonom bir kişilik geliştirmesi zorlaşır. Her ne kadar sevgi gönüllülük üzerinden tanımlansa, yani cebren olmasa da çocuk ebeveynin “saçını süpürge etmesinin” karşılığı olarak onları sevmek zorundadır. Ebeveynler saçlarını süpürge etmekle övünürken hiçbir çocuğun süpürge saçlı bir anneyi sevmeyeceğini akıllarından bile geçirmezler. “Sponsor”, “servis şoförü” ve “süpürge saçlı” anne-babalar ile anne-babalarını sevmek zorunda bırakılan çocukların zamanı haz dolu geçirmesini nasıl bekleyeceğiz?

‘HAYIR’LI VE ‘HAYIR’SIZ EBEVEYNLER

Anneler de melek değildir. Psikanalist Melanie Klein, anne ile çocuk arasındaki ilişkide agresyonun ve ‘kötü’nün bebeklik döneminde, yani çok erken ortaya çıktığını anlatır. Bebekler annelerinden sadece süt emmezler, süt içtikleri memeyi ısırırlar da. Anne ile çocuk arasındaki sevginin asıl anahtarı ‘Hayır!’dır. Sevmek ‘hayır’ ile başlar. ‘Koşma, düşersin!’, ‘Ceketini giy, üşürsün!’, ‘Geç oldu, uyu artık!’, ‘Derslerini yap!’ Bunların hepsi birer ‘hayır’dır. Sevmek ‘Hayır!’ demektir, diyebilmektir.

Bazen anneler sevmek ile sevimli olmayı karıştırırlar. Anne çocuklara sevimli olmak için çocuğa hayır diyememekte ve ‘evet’leriyle onu şımartmaktadır. Aslında ‘hayır’ diyemeyen anne çoğu kez güçsüz bir annedir. Güçsüz bir anne ‘evet’ dediğinden dolayı çocuk için o an sevimlidir ama bu uzun vadede bir faciadır. Çünkü çocuk anneyle özdeşleşmek durumundadır ve böyle durumlarda bu güçsüz anneyle özdeşleşir. Anne ‘hayır’ diyemediğinde çocuk onu kendisinin bir uzantısı, bir hizmetçisi olarak görür. Bu da annenin, çocuğun iç dünyasında ‘öteki’ olamaması anlamına gelir. Bu durum insan ilişkilerinde sürekli harmoni arayışına yol açar. Ben ve öteki arasında farklılık oluştuğunda ya bu fark ya da öteki yok edilir. Bizimki gibi ülkelerde devletin ve çoğunluğun dayattığı konularda ‘hayır’ diyenlerin başına gelenler biraz da bu mentalite yüzündendir. “Ya itaat eder dediğimi yaparsın (farklılığı ortadan kaldırırsın) ya da terk edersin (seni yok ederim!)” “Ya benimsin ya da kara toprağın!”

Annenin ‘hayır’ diyememesi çocuğun olumsuzlukla karşılaşmaması demektir. Bu da çocuğun narsisizmini tanrısal boyutlara taşır. Çocuğun yaşadığı dünya dikensiz gül bahçesidir. Çocuğun sorunla karşılaşıp optimal (baş edilebilir) hüsranla tanışmaması çocuğun psikolojik olgunlaşmasını engeller. Bu çocuklar alçak gönüllülüğü ve hoşgörüyü fazla bilmezler. ‘Hayır’ demek benim kişilik sınırlarımı gösterdiğinden, otonom bir kişiliğim olduğu anlamını da içerir. Anne çocuğa ‘hayır’ diyerek bir kişiliği olduğunu, bu kişiliğin çocuktan bağımsız olduğunu, ama aralarında sevgi dediğimiz güçlü bir bağın da var olduğunu gösterir ve böylece çocuğun da otonom bir kişilik sahibi olmasına yardımcı olur.

Anne ya da babanın güçsüzlüğü çocuk için bir faciadır; çünkü çocuk güvenebileceği, öyküneceği ve örnek alacağı insanları kaybetmiş olur. Olgunluk, ‘hayır’ın bir olumsuzluk (negasyon) olduğunun farkına varmaktır, ayrıca ‘hayır’ı kötü olarak görmemektir de. Çocuklar anne-babalarının söylediği ‘hayır’ı kötü sanırlar. O nedenle çocukluktaki ‘hayır’ sağlıklı durumlarda kötü olarak algılanır ve düş kırıklığına, incinmeye yol açar. Kısacası, iyi anne-baba olmak ‘alçak’ olmayı göze almayı da gerektirir. Çünkü çocuk, çocuğa danışılamadan dünyaya getirilir. Bu anlamda her çocuğun “Beni dünyaya getirirken bana mı sordunuz?” sorusuna anne-babanın verebileceği ve çocuğun da kabul edeceği bir yanıt yoktur.

‘Hayır’, iyi ya da kötü değildir. Bir negasyon, bir reddetmedir. Çocuk, dürtüleri (Trieb) ve arzuları sonsuza dek ve anında doyurulsun ister. Bunların tehir edilmesine tahammül etmez. İşte anne burada ‘hayır’ der, demek zorunda kalır. ‘Hayır’ çocuk için reddedilme, arzuların ve isteklerin hemen yerine getirilmemesi anlamı taşıdığından, olumsuz yani kötü olarak değerlendirilir. Bu bir kırgınlık yaratır. İşte bu nedenle çocuk ‘hayır’ı hafızasına kötü olarak kaydeder.

Aslında bazen bu çocuğu koruma amaçlıdır, “Bıçağı bırak, elini kesersin!” gibi. Bu görünürde olumsuzdurlar ama aslında aksi istikamete yol gösterir, çocuğu yönlendirirler. Bu lafı duyan çocuk çoğu kez elini keser. Yetişkin de bu kez “Ben sana demiştim!” der. Aslında yetişkin ‘hayır’ der ama bilinç ötesi tersi bir yol izler. Her yetişkin çocuğun meraklı olduğunu bilir. Çocuk bıçakla yetişkinlerin elma, ekmek, biber vs. kestiğini görmüştür ve eline bıçağı aldığında da amacı yetişkinleri taklit etmek, bıçağı kullanmayı denemektir. Ama bu filme bir kurt düşürülmüştür; merak... Çocuk elin nasıl kesildiğini görmemiştir ve yetişkinlerin kendisine göstermediklerini, gizlediklerini sandığı bir şeyi de denemek ister. El kesildiğinde yetişkin hiçbir sorumluluk üstlenmeden olanlardan sadece çocuğu sorumlu tutar ve hatta uyardığını anlatır: “Ben sana demedim mi?” Bu ifade de doğrudur, çünkü yetişkin “Elini kesersin!”i çocuğuna söylemiştir.

Bir anne çocuğuna hayır derken aslında kızgın değildir. Hatta sevecenlikle bunu söyler ama bunun çocukta karşılığı ‘kötü’ olabilir. Hayır’ın reddedilme olarak anlaşılması, ‘hayır’ın yarattığı düş kırıklığı ve kızgınlıklar agresyon yaratır. Sevgi hayır’la başlar ve agresyon sevgiye dahildir. Çocuk bir şeyi yaparken haz da alıyordur; ‘hayır’ bu kontekstte hazzın engellenmesidir.

Gözlemlediğim bir şey var: Yetişkinlerin hayır’ı kötü olarak görmeleri, bir negasyon olarak görememeleri çocukça’lığa (regresyon) işaret eder. Mesela sizi ziyaret etmek isteyen birini kabul etmediğinizde bu o kişiyi bütünüyle reddettiğiniz gibi anlaşılabiliyor. Halbuki belki de o kişiyi evinizde kabul etmek istemiyor, özel alanınızın dışında tutmak istiyor ama bu kişiyle dışarıda bir ilişki sürdürmek istiyor olabilirsiniz. Karşınızdaki kişi bunu kendisinin bütünüyle reddedildiği olarak anlayarak ilişkiyi bitirebilir. Çünkü bu ret onda narsistik incinme yaratır. Hayır’ın agresyon olarak anlaşılmasının bir nedeni de anne/babaların hayırlarında çok kararlı olmamaları. Yani hayırda bir pazarlık payının olması. Film izleyen çocuğa annesi uyumasını söylüyor. Çocuk filmin bitmesini istediğinden bu isteği duymazdan geliyor. Anne birkaç kez daha çocuğa uyumasını söylüyor. Bu konuşmanın finali ama annenin kızgınlıkla hayır demesiyle bitiyor. Burada kararlılıkla agresyon kesişiyor. Anne agresif olarak bağırarak/kızarak hayır dediği için hayır ‘kötü’ olabiliyor.

Bebeklere dair gözlemlerini bir kitapta toplayan Rene A. Spitz, ‘hayır’ın bebeğin kullandığı semantik ilk sembol olduğunu yazar.[5] Bebek meme emmek istemediğinde yüzünü çevirerek, kafasını sallayarak ‘hayır’ der. Bu ‘hayır’ sadece semantik bir sembol değil, ayrıca bedende karşılığı olan, kaynağı beden olan bir kavramdır. Çocuklar başlayıp sonlandırdıkları işleri unuturlar. Yetişkin ‘hayır’ dediğinde çocuk açıcından bu eylem yarım bırakılmıştır. İşte yarım kalanı tamamlama isteği bazen inatçılık olarak da görülür... ‘Hayır’ çocuğun eylemini durdurduğundan çocuğu pasifliğe iter.

Otonom olmak, çocuğun aktivite alanlarının genişlemesi demektir. Bu da çocuğun bazı riskleri ve tehlikeleri göze almasıdır. Çocuk bu tür deneyler yaparak kendini sınarken aynı zamanda otonomiden de korkar. İlk kez divandan inmeye çalışan çocuk, aynı zamanda korkar da. Eğer yetişkinler bu gibi durumlarda çocuğun bu denemeyi güvenceli bir şekilde yapmasını sağlamak yerine ona yasak koyarlarsa, çocuğu pasifliğe zorlarlar ya da uyararak onun korkularını artırırlar. Yetişkinler çocuğun otonom olmasından tedirginlik duyarlar. Bu tedirginliği olduğu gibi ya da abartarak bebeğe yansıtırlarsa çocuğun dengesini bozarlar. Çocukta iki eğilim vardır ve çocuk bu ikilemle baş etmekte zorlanır: otonomi korkusu ve otonomi arzusu. Yetişkinlerin bu müdahaleleri otonomi korkusunu çoğaltır. Ayrıca çocuk otonomiye yöneldiğinde anne-babasının istemediği bir şeyi yaptığını sanarak kendini suçlu da hisseder.

Her ne kadar bir negasyon olduğunu, kötüyü içermediğini bilsek de ‘hayır’ın incitici bir yanı var. ‘Hayır’ bir reddedilme olduğundan, yetişkinler de ‘hayır’a bebekçe tepkiler verebiliyorlar ve reddedilme incitiyor. Narsisistler ‘hayır’ı kişi olarak bütünüyle reddedildikleri biçiminde anladıklarından, narsistik öfkeyle tepki verirler. Halbuki ‘hayır’lar çoğu kez bir duruma ilişkindir ve kişiyi bütünüyle reddetmek anlamına gelmez.

Hayır’ çocukların algıladığı gibi sadece negasyon değildir ve ayrıca psikolojik strüktürün oluşmasını da sağlar kısacası. Asi olmadan, itiraz etmeden hiçbir insan kendi olamaz. İnsan kişiliğini, kişiliğinin sınırlarını ‘hayır’ deneyimleriyle öğrenir... ‘Hayır’ diyebilenler kişilikli, itaatkârlar ise renksiz ve şekilsiz kişiliklerdir.

Çocuğun anal dönemde ‘hayır’ı aslında kendi iradesini koruması amaçlıdır. Yani anal kontrol sadece hazla ilişkili değildir. Bazen aileler çocuğa tuvalet eğitimi verirken onun iradesini kırmayı, onu yenmeyi amaçlıyorlar. İnatçılık olarak tanımlanan şey aslında çocuğun irade oluşturması ve bunu savunma çabasıdır. Burada çocuğu yenmek ağır bir incinme ve buna bağlı içe atılan bir ‘anal öfke’ demektir. Çocuğun iradesini kırmanın övünülecek bir yanı yoktur. Ama çocuğu arka teker yapma, ondan fotokopi çıkarma eğilimi bu iletişimi yengi ve yenilgiye dönüştürüyor. Burada oluşan derin aşağılanma duygusu ve özgüvende iz bırakan durum görmezden geliyor. Bu tür yengiler aslında sadistik bir haz verebilir…

Devam edecek.

[1] İnsanın yetersiz olarak doğduğundan M. Mahler’den yüzyıllar önce ilk söz eden Anaximander’dir: Bkz. 1-Carlo Rovelli, Die Geburt der Wissenschat [Bilimin Doğuşu], (Rowohlt Verlag, 2019); 2-Wolf-Dieter Gudopp-von Behm, Thales und die Folgen (Königshausen&Neumann Verlag, 2015). Mahler’in bu kavramı Anaximander’i okumadan kullandığını sanıyorum.

[2] Studien über die drei ersten Jahren (Klett-Cotta, 1992).

[3] Die Mutterlibe [Anne Sevgisi] (DTV Verlag, 1984), s. 24-25.

[4] age, s. 67.

[5] Vom Säugling zum Kleinkind (Klett-Cotta, 1996), s. 198.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi