Anne ve baba çocuklarıyla arkadaş olabilir mi?

Anne/babanın çocuklarıyla arkadaş olması anne/babayı yetişkin pozisyonundan çıkarıyor. Çocuk iyi bir arkadaş/dost kazanırken anne/babayı kaybediyor ve çocuk aslında bir anlamda anne/babasız büyüyor. Çocuklarla arkadaş gibi olunabilir ama arkadaş olunamaz.

Çocukluğu ve çocuk kültürünü kuramsal olarak ikiye ayırabiliriz: Çocuk odaklı yaşanan çocukluk ve yetişkin odaklı yaşanan çocukluk. Bazı kültürler ‘yetişkin merkezli’ bir yaşamı idealize ediyorlar. Geçmişte Anadolu’da da yaygın olan, günümüzde değişen bir eğilimdir bu. Bu kültürde yetişkinler önceliklidir, saygındır. Onların gereksinimleri giderildikten sonra eğer zaman ve kaynak kalırsa, sıra çocuklara gelir. Çocukların bedensel gereksinimleri giderilir ama duygusal gereksinimlerine yeterince özen gösterilmezdi.

Bundan bir süre önce Anadolu’daki bir köyde sofraya önce erkekler oturur, karınlarını doyurur, yemeğin aslan payını yer, kalanı da toplumsal hiyerarşide aşağıda bulunan kadınlar ve çocuklar yerdi. Yetişkin merkezli kültürde yetişkinler ve çocuklar arasında kuşaklar arası bir mesafe de var.[1] Bu kültürde çocuklar yetişkinlerle oyun oynamıyor, çok vakit geçirmiyor. Beraber vakit geçirme sadece yetişkinlerin çocuğa vazifelerinin giderilmesi süresince (yemek, temizlik, uyutma gibi) oluyor. Bu kültürde çocukla olan mesafeyi korumaya özen gösteriliyor. Çocukla oyun oynamak çocuklaşmak, yani olumsuz demek.

Bu kültür çocukla yetişkin arasındaki ilişkiyi vazifeler ve disiplin üzerinden regüle ediyor. Cinsellik kuşaklar arasındaki tabulardan birine dönüşüyor. Bu kültürde belirli hiyerarşiler kişinin grup içindeki konumunu belirliyor ve bu pozisyon roller ve vazifeler yüklüyor. Yetişkin yetişkinliğini, çocuk çocukluğunu; kadın kadınlığını, erkek erkekliğini öğreniyor ve bu konumun gerektiği gibi davranmaya zorluyor. Kuşaklar arası çatışma bu katı kurallar ve vazifeler üzerinden engelleniyor. Yetişkin odaklı kültürde çocukluk çocukların daha çok hemcinsleriyle (homoerotik ortamlar, kadın kadına veya erkek erkeğe) genelde kendi yaşıtlarıyla yaşadığı, deneyimlediği şeydir.

Kültürlerde oysa şimdi bir değişim var: çocuk merkezli yaşam. Çocukluk çocuğun anne babasıyla yaşadığı ve deneyimlediği şey. Psikanalizin ve pedagojinin gelişimi çocukla ilişkiyi farklılaştırdı. Anne/babanın davranışının çocukta yaptığı duygusal yıkımın fark edilmesi anne/baba çocuk ilişkisinde suç ve sorumluluğu; çocuğun yaşadığı olumsuzluğun anne/babaya yüklenmesi suçlanma ve savunmayı anne/baba çocuk ilişkisinde öne çıkardı.

Antje Haag’ın sözünü ettiği durum, bir paradoks sonucu ortaya çıktı: Çocuklar bir yandan anne/babalarıyla çok yakın ilişkiler kurdular ve çocukluk anne/babayla yaşanmaya başladı ama bu anne babanın çocuğun yaşadığı mutsuzluktan sorumlu olması nedeniyle çocuğun anne/babadan duygusal uzaklaşması ve onları suçlaması anlamına da geliyor. İşte bu paradoks anne/babayı çocuklarıyla “arkadaş olmaya[2] itti. Hatta o kadar arkadaş oldular ki birbirlerine isimleriyle hitap ediyorlar. Oğlum/kızım, anne/baba sıfatları kullanılmamaya başladı.

Bu tür söylem bir yanıyla aradaki rollerin ve vazifelerin relative edilmesi ve dert ortağı olmak demekti. Bu liberallik de içinde sorunlar taşıyor. Anne/baba yetişkin pozisyonundan çıkıyorlar. Aslında çocuk iyi bir arkadaş/dost kazanırken anne/babayı kaybediyor ve çocuk aslında bir anlamda anne/babasız büyüyor. Burada çok problemli başka bir durum, ‘parantifize olmak’[3] dediğimiz bir durum da ortaya çıkıyor: Çocuklar da anne/babanın dert ortağı olarak çocukluktan çıkarılıyor ve çocuğa yetişkin pozisyonu/sorumluluğu veriliyor. Şunu söylemeye çalışıyorum: Çocuklarla arkadaş gibi olunabilir ama arkadaş olunamaz. Arkadaş olmak, kuşaklar arası sınırın ortadan kaldırılması demek ve bu çoğu kez faciayla sonuçlanıyor.

Geleneksel toplumda çocuk anne ve babasını kendisini dünyaya getirdiği için sevmek zorundaydı. Çocuk aslında borçlu doğan canlı ve hayatı bu borçlarını ödemekle geçirmek durumundaydı. Tanrıya, anneye, babaya borç. İşte bu borç ve borç ödeme üzerinden kurulan bağ ve bağlanma. İtaat, boyun eğme bu konseptin önemli ayakları. Modern toplumda bireyselleşmeyle birlikte bir sorgulama da başladı: “Annemi/babamı seviyor muyum?”[4]

Çocuk merkezli kültür geçmişte emir itaat üzerinden yürüyen ilişkiyi de değiştirdi. Anne/baba çocuk kendi aralarında pazarlık ederek, çocuğun da gereksinimleri ve istekleri göz önünde tutularak kararlar alıyorlar.

Yetişkin merkezli kültürde yetişkinlerin gereksinimleri önemseniyor, çocuğunkiler geride kalıyor hatta dikkate alınmıyordu. Çocuk ve anne baba ilişkisi çok duygusallaşıyor, bedensel yakınlık çok ve ilişki narsistik renklerle süsleniyor. Bu kültürlerde hayat çocuğun gereksinimlerine ve mutlu olmasına göre planlanıyor. Çocuk merkezli bir hayat organize ediliyor ve yetişkinler yaşamlarını çocuğa göre senkronize ediyor. Gezmeler çocuğun okul saatine göre ayarlanıyor, yemekler çocuğun beğenisine göre yapılıyor, filmler çocuğa yararlılıkları açısından seçiliyor…

Bu durum çocuğu ve çocukluğu çok özel ve önemli hale getiriyor. Daha çocuk doğmadan anne/babanın hayalinde oluşturulan bir çocukluk var. Eşler daha evlenmeden oturacakları evin çocuğa uygunluğuna da dikkat ediyor. Ev parka, okula yakın bir semtte mi? Çocuğun nasıl ve nerede doğacağı, hangi renk elbise giyeceği, anneliğin nasıl olacağı, bebeğin nasıl ve ne zaman ve ne kadar emzirileceğine kadar her şey planlanıyor. Modern denilen sistemin en belirgin özelliği öngörülebilir ve planlanır olabilmesi. Çocuğun olacağı döllenme, hangi dönemlerde hamileliğin daha kolay olabileceği hesaplanıp planlanabiliyor. Hamileliğin dahi endüstrisi var: hamilelik testleri, hamilelik süresindeki doktor kontrolleri, hamile kıyafetleri, hamilelik sporları, hamilelik beslenme programları. Doğurmalar da çeşitli. Doğumevleri, hastaneler, evde doğumlar… Yatakta doğurma, suda doğurma…

Kapitalizm de buna uygun çeşitli endüstriler yaratıyor. Bu kültürde çocuk ve çocuğun gereksinimleri en önemli sermaye. Çocuk kitapları, çocuk eğlence programları, çocuk odaları (mimari çocuk önemsenerek düzenleniyor), çocuk mobilyaları, çocuk giysisi, çocuğa uygun tatiller, kurslar vs. Kentler bile çocuğa göre dizayn ediliyor; okullar, parklar, oyun alanları...

Yaygınlaşan yeni çocukluk konsepti anneliği ve çocukluğu idealize (kutsallaştırıyor da) ediyor. Bu konsept anne-baba ve çocuk ilişkisinde hiç olumsuzluk yokmuş hissi veriyor. Bu durum, yüceltilen ideal annelik ve ideal çocukluğu da dolaylı olarak zorluyor. Halbuki anne-baba ve çocuk ilişkisi olumsuzu da içerir. Anne-baba ve çocuk ilişkisi harmonik, sonsuz sevgi dolu bir ilişki gibi kurgulansa da bu ilişkilerde canice eğilimler ve fanteziler vardır. Düşmanlık hissinin bu ilişkileri domine etmemesinin nedeni ise yoğun sevgi ve bağımlılıkların olmasıdır. Bu düşmanlık öyle çok belirgin şekilde dışa vurulmaz; çünkü ayıplanır ve günahtır. Bununla birlikte, olumsuzu bütünüyle gizlemek mümkün değildir; kendine yol bulur. “Çocuklar melektir.“Çocuklar için her şeyimizi veririz, canımızı bile!” “Cennet anaların ayağının altındadır.” Bu çok sevilen, çocuklara da gösterilen bir adrestir. Baş tacı ve ayak altı olmak: İşte çocukluk tam da budur!

Çocuklar narsistik projeksiyon objesi olabiliyorlar… Psikanaliz, ebeveynlerin kendi narsisizmlerini çocuklara yansıttıklarını ve çocuklarla gururlanmanın ardında bir “yansıtılmış narsisizm” olduğunu anlatır. Özellikle Horst Eberhard Richter’in bu konuya ilişkin büyük araştırmaları var. Çocuğumuzun “dünyanın en akıllısı” olmasının ardında söylenmeyen ama dolaylı ifade edilen bir şey vardır: “Bu çocuğun annesi/babası benim!” Onun “en akıllı” olması benimle de ilişkilidir. Çocuk melek ise ben de o meleğin annesi ya da babasıyım yani... İşte bu “en akıllı”, “en güzel” “melekler”le yirmi dört saat birlikte olmak durumundaydı insanlar.

Kendimizle bile baş etmekte zorlandığımız bir ortamda birden çocukları eğlendirmek gibi bir sorunla karşı karşıya kaldık. Bu durum ister istemez bizleri anne-babalık ve çocukluk konseptleri üzerine yeniden düşünmeye sevk etti… Bu yazıda bir yandan bu konseptlerin hem tarihini hem de günümüzdeki özelliklerini özetlemeye çalışacak, bir yandan da özellikle bizim toplumumuz için önemli bulduğum bazı sorunlara temas edeceğim. Anneler melektir… Pozitif anlamını siz biliyorsunuz. Kulağa çok hoş gelse de şiddet içerir. Çünkü anneyi aseksüel bir varlık yapar… Anneyi insan olmaktan çıkarır insandışı/insanüstü bir varlık yapar. Çocuklar çocuk olsunlar melek olmasalar daha iyi gibi galiba…

ÇEŞİTLİ ÇOCUKLUKLAR VAR

Tek tip bir ‘çocukluk’tan bahsedemeyiz; çeşitli çocukluklar var. Bu çocuklukları karşılaştırdığımızda en önemli fark çocukluğun nasıl anlaşıldığında ve nasıl yaşandığında görülüyor. Geçmişte ve günümüzde bazı toplumlarda çocukluk özel ve önemsenen bir mesele değil. Bu kültürlerde çocukluk, çocukların kendi aralarında, yetişkinlerin özel ilgisi olmadan yaşanan bir süreç. Batı toplumlarındaki yaygın modern çocukluk konseptinde ise çocukluk, çocuğun anne-babasıyla yaşadığı, duyguların da önemsendiği bir konsept. Mesela çocuk anne-babasıyla parka gidiyor, birlikte oynuyorlar, birlikte zaman geçiriyorlar ya da çocuk evde anne-babasıyla oynuyor, hayatını keyiflendiriyor.

Günümüzde bu çocukluk idealize edilirken, anne-babanın iş yaşamından ötürü çocuğuna çocukluğunu yaşatacağı zamanın sınırlı olduğunu unutmamak gerek. Anne-baba çocukla geçirdiği sınırlı zamanı ‘duygusal-yoğun ve kaliteli’ hale getirerek çocuğuna çocukluğunu yaşatmayı deniyor. Bunun bir diğer anlamı: Çocukluk, profesyonel yetişkin kişilerin (eğitmenler, öğretmenler, bakımverenler) denetiminde yaşanan bir şey oluyor.

Philippe Ariès, çocukluğun tarihini araştırdığı kapsamlı çalışmasında (Geschichte der Kindheit) çocukluğun bugünkü anlamda tarihinin 17. yüzyılda başladığını anlatır. Çocukluğun psikolojik tarihini inceleyen Lloyd deMause ise çocukluğun 17. yüzyılda keşfedildiğini söyler. Orta Çağ çocukluğunu Ariès biraz olumlu anlatırken deMause bunu reddeder; ama ikisi de bugünkü anlamdaki çocukluğun olmadığına vurgu yaparlar.

Başka kültürlerde çocukluklar başka başka yaşanıyor. Marshall Sahlins ilkel bilinen birçok kültürde çocukların tamamlanmamış kişilikler olduğunu yazar.[5] Batı toplumlarının aksine bazı ilkel toplumlarda vücudun terbiye dilmesi gerekmez. İnsanın kişiliği zamanla ve insan ilişkilerinde oluşur. Bolivya yerlileri yetersizlikten yeterliliğe giden süreci çocukluk olarak tanımlıyorlar.[6] Yeterli olmak, kolektif için sorumluluk alabilmek anlamına geliyor. Malezya yerlileri sorumluluk alamama yaşlarını çocukluk olarak adlandırıyorlar.[7] Sorumluluk almak yetişkin olmak, yeterlilik demek. Çocukluktan çıkma kriteri hatta.

Yetişkinlik aynı zamanda bedeni kontrol edebiliyor olabilmek de. Bedenin kontrolü çocuk anal dönemde öğrenmeye başlıyor. Temizlik eğitimiyle birlikte vücudun kapama kaslarını (çiş ve kaka) kontrol edilebilir yetkinliğe gelmek de bir gelişim olarak görülüyor. Bunu yapamamak ‘hayvanca’ olarak tanımlanıyor. Batı’da yemek kurallarını öğrenmek, temizliği öğrenmek çocukluktan çıkmak, ergen olmak anlamına geliyor. Batı’da iki çocuk resmi var melek ve hayvan. Gelişim hayvanca olandan insanca olana doğru. Tuvalete işemek, vücut temizliğini öğrenmek… Hayvanca olan da denetlenerek (eğitimle) insanlaştırılıyor. Batı dışındaki birçok kültürde insan sadece insan. Batı’da biyolojik özelliklerle tanımlanıyor gereksinimler (istek, arzu gibi). Bu istek ve arzuları denetleyenler uygar denetlemeyenler ise vahşi, hayvanca görülüyor.

TARİHTE ÇOCUKLUĞUN GEÇİRDİĞİ EVRELER

Çocukluk tarih boyunca değişiklikler göstermiş. Her ne kadar eski çocukluk konseptleri eski haliyle yok olsa da bunlar dönüşmüş olarak bizim kültürümüzde de hala sürmektedir. Lloyd deMause bu değişimleri beş kategoride inceler:[8]

İlk dönem, antik çağdan M.S. 4. yüzyıla kadardır ve bu dönemde çocukları öldürmeler ve tecavüzler çok yaygındır. Bu dönemde çocuklar bir tehlike kaynağı olarak görülmekteydi. Çocukların cinsel tacizi günümüzde de sürüyor. Aile içi taciz ve tecavüze ilişkin istatistiklerde görünmeyen bir yoğunluk olduğu tahmin ediliyor. Yani çocuklar cinsel olarak yararlanılan varlıklar. Ayrıca bazen basına da yansıyan yurtlardaki cinsel tacizler, ilkel dönemlere ait saydığımız geleneğin gizli bir biçimde sürdüğünü gösteriyor.

Çocuğu tehlike olarak görmek, farklı bir biçimiyle Anadolu’da da çok yaygındır. “Çocuğa cin girmiş”, “nazar değmiş” gibi anlatılarda dolaylı olarak çocuk düşmanlığı vardır. “Çocuğu al karısından korumak” çocuğu korumak gibi görünse de doğan bebekten ötürü gelecek tehlikedir konu olan. Burada yaşlı bir kadının (“al karısı”) bebeklere düşmanlığı; çocukları öldürme isteğinin (çocuktan kurtulma arzusu) korku biçiminde bilinmez ve görünmez bir objeye (al karısına) projeksiyonu söz konusudur. Bununla anlatmak istediğim, annenin zalimliği değil. Tarih boyunca doğum ve anneliğin anneye varoluşsal bir tehdit oluşturduğu (doğururken ölen anneler veya doğurduğu için uzun bağımlılıktan ötürü annenin yaşamsal kaynaklara ulaşmakta zorlanmasının getirdiği varoluşsal bir sorun) ve bunun annede korkular yarattığı gerçeği.

Günümüzde çeşitli korkular biçiminde ortaya çıkan, bilinç ötemizde depolanmış bir korku. Mesela annenin bebeğinin engelli doğacağı korkusu, ya da annenin hamilelik dönemindeki bulantıları: Annenin hamileyken hem kendini hem de bebeğini besleme durumu var ve bilinç ötesi annenin sürekli kusmasını sağlar, böylece anne beslenmeden ötürü hem kendini hem karnındaki bebeği zor durumda bırakır. Bilinç ötesinden kimse sorumlu değil; çünkü bilgimizde ve kontrolümüzde değil. Sadece annenin binlerce yıllık korkusunun dile gelmesidir bu.

Çocukların tanrılara kurban edilmesi de çocuklardan kurtulma biçimi değil midir? deMause, başka bir eserinde geçmişte çocukların ölümünün ardından yas tutmanın yaygın olmadığını yazar.[9] Aile kendi başarısı için çocuk kurban etme geleneği oluşturur.[10] Ailenin refahı için, aileyi bir dertten kurtarmak için çocuklar tanrıya kurban edilir. Kartaca’da bulunan toplu çocuk mezarlarının böyle bir ritüele işaret ettiği sanılıyor. Kartacalılar ticaret mallarının adresine sorunsuz ulaşabilmesi için tanrıya çocuklar kurban ediyorlardı. Günümüzde çocuklar başka türlü kurban edilebiliyorlar: Savaşlarda kuşaklar katledilmiyor mu? Yaşamsal kaynakların kısıtlı olmasından dolayı bazı çocuklar erken yaşlarda üretime katılarak aileye yardım ederken katledilen çoğu kez gelecekleri değil midir? Yoksulluk, fedakârlık ve kurban ister...

Çok çocuklu yoksul ailelerde bir çocuğun eğitimini sürdürebilmesi için diğer çocuklar kendi istikballerinden feragat ederler sıklıkla. Bu fedakârlığın bir karşılığı yoktur. Ömür boyu ödenemeyecek bir borç ve bu borç üzerinden derin bir bağımlılık oluşur. Bu borç bazen çocukları ailenin rehinesi haline getirir. Rehin çocuklar kendi hayatları yerine ailenin zorladığı başka bir hayatı yaşarlar.

İkinci dönem, M.S. 13. yüzyıla kadarki dönemdir ve bu dönemde çocukların ruhlarının olduğu fark edilir. Bu dönemde çocuklar başka ailelere yetiştirilmek üzere verilir ve böylece anne-babalar çocuklardan ‘kurtulur.’ Peygamber’in de bebekken süt anneye verilme anlatısından tanıdığımız, geçmişte yaygın olan bir uygulamadır. Burada o toplumların ikilemleri açığa çıkar: Bir yandan çocuk yaşasın diye başka bir aileye verilir, ama diğer yandan ama çocuk yük olarak, ailenin hayatını sürdürmesinin engeli olarak görülür. Bu uygulama dönüştürülmüş ve yaygın biçimde sürer: Kreşler, ana okulları, yatılı okullar ‘çok yüce amaçlı’ organize edilmiş birer çocuklardan kurtulma projeleridir aynı zamanda. Kapitalizm üretime engel olabilecek öğeleri üretimi engellemeyecek biçimde hayatın kenarına iter. Deliler tımarhanede, yaşlılar huzur evlerinde, çocuklar okul ve kreşlerde, hastalar da hastanede toplanır, profesyonel bakım alırlar ve üretim devam eder. Üretimin ve kârın kutsal olduğu yaşam stilinde bu organizasyonlar kutsanarak sunulur. Bu kurumların ortadan kalkmasını istediğim anlaşılmasın buradan; kuşkusuz bu kurumlar insan hayatını kolaylaştıran ve uzmanların çalıştığı yerler. Benim söylediğim, kutsalın kurgulanmasındaki asıl faktörün ne olduğu.

Lloyd deMause bir başka araştırmasında, bazı ailelerin akrabaların ihtiyacına göre çocukları evlatlık verdiklerinden söz eder.[11]Almancılar”da gözlemlenen ve “bavul çocuklar” (Kofferkinder) olarak tanımlanan bir fenomen vardı(r): Anne ve babanın çalışıp para kazanmasını sağlamak için doğan çocukların Türkiye’deki yakınlara gönderilmesi (sembolik evlatlık verme). Büyük kentlerde ninelerin ve dedelerin çocukların bakımını üstlenmeleri ve anne-babalığı yerine getirmeleri de bu sistemin çeşitli biçimlerde devam ettiği anlamına geliyor. Ülkenin yetiştirdiği ‘beyin göçü’ denilen fenomen de ülkenin evlatlarını evlatlık vermesi değil midir? Çocukların küçük yaşlarda kreşlere verilmesi ve eğitmenlere emanet edilmesi ‘modern süt anneliği’ değil midir?

Üçüncü dönemde (14.-17. yüzyıllar arası) çocuklar ailenin duygusal hayatında etkinleşiyor ve çocuklarla duygusal ilişkileniyor. Bu çocuklarla olan ilişkide ikilemler de artırıyor. Çünkü duygular sadece olumlu değil; olumsuz duygular da bu ilişkilerde rol oynuyor.

Dördüncü dönem 18. yüzyıl. Bu dönemde çocuğa ilgi artıyor ve çocuk tehlikeli bir canlı olarak görülmemeye başlıyor. Çocuğun içini, iç dünyasını anlamaya çaba gösteriliyor. Ama bu olumlu gelişimin bir diğer anlamı da çocuğun iç dünyasını keşfetmek ve istila edebilmek…

Beşinci dönem 19. yüzyıl 20. yüzyılın ortaları. Bu dönemde çocuk eğitimi ve sosyalleşmesi çocukla mücadeleye dönüşüyor; aileler çocuğu itaate ve boyun eğmeye zorluyorlar. Böyle bir çocuk eğitimi Anadolu’da çok yaygın. Mesela çocuğa din eğitimi vermek çocuğun beynini yıkamadan olamıyor hiçbir kültürde. Din eğitiminin önemsenmesi aynı zamanda çocuğun beyninin yıkanmasıdır, çocuğun çocukça merakının engellenmesidir genelde. Ve ‘akıllı çocuk’ yetiştirmek, çocuğa boyun eğdirmek ve asi yanlarını törpülemektir.

Altıncı dönem ise günümüze kadar olan dönemdir. Çocuğun duygusal gereksinimlerinin doyurulması, çocuğun ilgisine göre desteklenmesi, çocuğu ayrı bir kişilik olarak kabul etme dönemi.

Devam edecek


[1] Antje Haag, “Ein Beitrag zum Wandel der Familie im 20. Jahrhundert”, Die Erkundungen des Irrationalen içinde, der. Siegfried Zepf (Vandenhoeck & Ruprecht, 1993).

[2] age, s. 65.

[3] Parantifizerung, eş ve aile terapistlerince kuramsallaştırılmıştır ve çocuğun anne/baba görevlerini üstlenmesi yani anne/basına anne/babalık yapması durumudur. Çocukluğun erken bitirilmesi ve yetişkinin de çocuklaşmasını anlatır.

[4] Antony Giddens, Wandel der İntimität [Mahremin Değişimi] (Fischer Verlag, 1993), s. 56.

[5] Menschen Bild des Abendlandes-ein Missverständnis? (Mattes und Seitz Verlag, 2017), s. 182.

[6] age, s. 183.

[7] age, s. 184.

[8] Hört ihr die Kinder weinen (Suhrkamp Verlag, 2018), s. 82-84.

[9] Emotinale Leben der Nationen (Suhrkamp Verlag, 2005), s. 221.

[10] age, s. 219.

[11] age, s. 248.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi