Seçilmiş travma ve kahramanlık öyküleri

“Travma yıkımı içerir.” Bu yıkım sadece ruhsal ve bedensel değildir. Travmada tarih, hayat hikâyeleri, mekânlar, hatıralar da yıkılır.

Vamık Volkan grup kuramlarını geliştirirken bir grubun varolabilmesi için iki faktörün öneminden bahseder: seçilmiş travma ve seçilmiş kahramanlık öyküsü. [1]Yıllar önce yaşanmış, bir grubun gururunun kırıldığı, derin bir narsistik incinmenin olduğu bir olayı, yenilgiyi veya mağduriyeti bu grubun kendine seçmesi ve grup kimliğini bunun etrafında örmesini Volkan ‘seçilmiş travma’ [2]olarak tanımlar. Sırpların Kosova yenilgisinin bugünkü Sırp kimliğindeki önemini anlatır. Politik grupların da böyle seçilmiş söylenceleri ve travmaları vardır. Biz böylesi seçilmiş bir travmayı dinlerken grubun üyelerinin travmayı sanki kendileri yaşamışçasına bir duygusal yoğunluğun tanığı da oluruz. Halbuki anlatılan olay çok önceleri yaşanmıştır...

Bir başka örnek: Televizyonlarda Şiilerin İmam Hüseyin’i anma ritüelini görmüşsünüzdür. Ritüele katılanlarda, olayın yaşandığı dönemde bile belki bu kadar etkili olmamış bir duygusal yoğunluğa tanık oluruz. Bu ritüellerde sınırlar radikal biçimde zorlanır. Kederin ve yasın yoğunluğu, anlatılan hikâyenin geçmişte yaşanmış olmasından ve tarihi realiteye değiştiremeyeceğimizden dolayı, katılımcılarda travmatik bir çaresizlik duygusu yaratır.

Anlatı üzerinden insanlar bir travmanın pasif izleyicisi haline gelirler, elleri kolları bağlıdır ve İmam Hüseyin katledilmektedir dinledikleri anlatıda. Tanık oldukları anlatı bir travmadır. Travmalar normalitenin çok uzağında, sıra dışı uç noktalarda yaşanır. Travmayı anlamak, travmayı kavramak en uç sınırlara yolculukla mümkündür. Merasim (canlandırma) katılımcıları travmayı anlamak için mağdurlarla, İmam Hüseyin’le özdeşleşir. Bu özdeşleşme derin bir acı doğurur. Bu acıyı hissedenler uçta, sınırda bir ruh halindedir. Bu an bir trans ve dissosiyasyon anıdır. Acılarını azaltmak ve çaresizlikten çıkabilmek için insanlar etkin hale gelmeye çalışırlar. Bu anda yaşanan, hissettiğiniz duyduklarınızı kafanızda canlandırdığınız, mağdurla özdeşleştiğiniz için de psikolojik bir acıdır. Yani mağdurun bedensel ve psikolojik acısının karşılığı sizde sadece psikolojik bir acıdır, bu acı travmatik bir acıdır...

Bedensel acı ve yara görülebilir, her kültürde halkın bu acılara karşı merhemi vardır. Psikolojik acı görülemez, denetlenemez. Bu anlamda ayrıca korku yaratır. İnsanın bu acılara tepkisi psikolojik acıyı bedensel acıya dönüştürerek o acı üzerinden kontrolü kazanmak ister... Ritüele katılanların kendilerini dövmeleri, ritüeli kanlar içinde sürdürmeleri bu anlama da gelebilir. İçlerinde görünmez bir yerdeki sızıyı kendilerini yaralayarak bedensel yaraya çeviriler. Ne de olsa bu bedensel acılar belki bir iz bırakır ama iyileşir. Psikolojik olarak iyileşmeyecek bir sızı, bedensel olarak kontrol edilebilir ve iyileşebilir bir dönüşüm geçirir.

Bu ritüelin bir başka özelliği şudur: Ritüele katılanlar İmam Hüseyin’le özdeşleşir ve mağdurun acılarını hisseder. Ama kafamızda kurduğumuz ritüelin tamamlayıcı bir diğer unsura ihtiyacı vardır: kötü, fail... Yani Yezid. İşte bu anda bir grup ötekileştirilerek kötü, fail, Yezid ilan edilir. Böylece ritüel intersübjektif olur, yani kurgulanan durum ve bu acıdan ötürü ötekiyle dövüşür haldedir insanlar. Yüzyıllar önce yaşanmış, soyut bir acı somut ve güncel hale dönüşür. Psikanalizde “kendine zarar verme” diye adlandırdığımız dinamiğin kolektif biçimidir bu biraz da. İşte bu kıvama geldiğinde insanlar başka bir radikalliği, sınırı, uç bir durumu sergilerler: bir dava için ölmek ve ölümü böylece kendilerince anlamlı hale getirmek. Politikacılar bu an ve duyguyu sıkça kötüye kullanır ve insanları bir yöne kanalize ederler... 15 Temmuz darbe kalkışmasıyla ilgili yapılan sembolik savaş o dönemi mitoloji haline dönüştürme çabasıyla buna direnmek arasında biraz da...

Vamık Volkan’ın sözünü ettiği ‘seçilmiş travma’ ve ‘kahramanlık öyküleri’ onlarca yıl ve hatta yüzyıllar sonra da çok etkili olur. Kolektifte bu anlatılar bir enerji yoğunlaşması ve bu enerjinin bir barajda toplanması gibi bir birikim oluştururlar. Bu enerji kitle psikolojisiyle kontrol edilemeyecek kadar şiddet içerir. Politikacılar bu enerjiyi kullanırlar... Yer yer tanık olduğumuz, derin bir korku uyandıran tehditler, tehdit edenin birey olarak tehlikeli olmasından çok bu enerjiyi etkin hale getireceğindendir aynı zamanda. Madımak Oteli böyle bir negatif enerjinin dışa vurulduğu kitlesel bir eylemdi.

Hrant Dink cinayeti tek bir kişinin öldürüldüğü cinayet olmasına rağmen geniş kitlelerin sessiz onayındaki şiddettir de. Zaten İmam Hüseyin anma ritüeline birileri katılıp kanlı bir resmin oluşmasına katkı verirken, diğer yandan binlerce, on binlerce izleyici de duygusal destek vererek fotoğrafı tamamlar... Dink'in katledilmesinden sonra bazı insanların tepkileri “Hepimiz Hrant’ız” şeklinde bir haykırışa dönüştü. Ama çoğunluk suskundu ve bu çoğunluk bu ölüme onay verdiğinden içten içe sevinçle suskunluktaydı.

STRÜKTÜREL TRAVMA

Bazen türkülerde, şiirlerde, bazen de anlatılarda rastlarız: insanların terk ettikleri/terk etmek zorunda bırakıldıkları memleketlerine döndüklerinde karşılaştıkları manzara ve yaşanan hüzün. Viran olmuş, dağılmış yer yer harabeye dönmüş mekânlar ya da yok edilmiş binalar, yıkılıp yerine dikilen apartmanlar. Değiştirilen yalnızca mekânlar değil, 'hatırlama'ya yapılan bir müdahaledir. Orada yaşananların üzerini örtme, yaşananlara ait izleri yok etme ve yaşanmamışa dönüştürme eylemi. Kendi anılarıyla karşılaşmak amacıyla terk edilen yere dönenlerin yok edilenle yaşanmışlıklarının da yok edilmişlik duygusu. Psikotik bir an. Meyvesini topladığımız erik ağacı, saklambaç oynarken ardına saklandığımız tümsek artık yok. Eğer dış bellek işlevi gören bu objeler yoksa, anımsadıklarımız hayal ürünü sanki. Gerçekliğe dair verilerin ortan kaybolduğu an. Yaşadığımızın tanığının bile olmadığı mekânlar ve tanımadığımız objeler. Oysa insanlara yaşadıklarımı onaylatacak objeler yoktur artık. İnsanın kendi gerçekliğini sorguladığı, travmatik bir an... Değişen semboller, levhalar, binalar, sokaklar ve yeni. Eskiyi yok ederek kurulmuş bir yeni.

Strüktürel travma kavramını Yahudi bir mimar olan Daniel Libeskind geliştiriyor.[3] Burada kullanılan strüktür kavramı psikanalizden tanıdığımız kavramla ilişkisi olmayan bir kavram. Liebeskind, Nazizm zulmü sonrası Berlin’e geldiğinde yapacağı mimari projeler için kentin ruhunu anlamaya çalışır. Bu çalışmada bir boşlukla karşılaşır. Strüktürel travma işte bu boşluktur. Orada olması gerekenlerin olamaması ve bu ol(a)mayanların yarattığı boşluk. Yani öldürülen, sürgüne gidenlerin bıraktığı boşluk. “Travma yıkımı içerir.”[4] Bu yıkım sadece ruhsal ve bedensel değildir. Travmada tarih, hayat hikâyeleri, mekânlar, hatıralar da yıkılır.

Yıkımın olduğu yerde travmaya dair bir şeyler de vardır. Bazı mekânların ‘normalliğindeki’ anormalliktir bazen bu boşluk. Hayal edil(e)meyenin yokuluğunun boşluğu.[5] Soykırımlar, insanları göçe zorlamalar söz konusu ve bu zulmün ardından enkaz çabucak ortadan kaldırılır. 6 Şubat depremleri sonrası da durum benzerdi: Dozerler, kepçeler depremin travmanın izini kaldırmak için çalıştılar. İşte bu travma sonrası enkaz ‘temizlense’ de orada bir boşluk kalıyor...

Liebeskind, Yahudi Mezarlığı’nda dolaşırken mezar taşlarına incelemiş. Mezar taşları geride kalanlar için yine geride kalanların yaptırdığı şeylerdir. Ölenle geride kalanlar arasında bağ oluştururlar. Bu insanlar artık geride kalmamış, öldürülmüş, yok edilmişse bir boşluk doğar... Anadolu'daki gayrimüslim mezarlıkları, maşatlıklar ve ziyaretçilerinin olmamasının (ya da çok çok az olmasının) bıraktığı boşluk. Göçe zorlandıkları için köylerini terk eden Kürtlerin köylerinde bıraktıkları birkaç yaşlı insan. Yaşlılar gelecek kuşağa bırakırlar yaşadıkları mekânları. İşte gelecek kuşağı olmayan Kürt köylerindeki boşluk ve bu boşluğun travmatik etkisi. Alevilerin Sivas’ta, Maraş’ta geride bıraktıkları boşluk. İstanbul'da Ermeni ve Rumların bıraktığı kocaman boşluk ve bu boşluğun faillerle üzerinin örtülmesi. Sokak adları, mekânlara verilen isimler. Geçmişin tüm izlerini silme çabası. Kenti bir baştan bir başa boyayarak boyanın altında bırakılan şey işte bu travma.

Strüktürel travma bir yanıyla insanın yokluğunda olması gereken yerde yapılan değişikliklerin bıraktığı travmatik etki bir bağlamda. İmroz’u terk eden bir Rum’un yıllar sonra Gökçeada’ya gelmesi. İmroz’un yok edilmesi. Dağların, taşların, ağaçların, kumsalların değiştirilmesi ve orada olması gerekenlerin orada olmadığı sürede yapılan değişikliklerin bıraktığı etki. Yani her travma kentleri, köyleri, caddeleri, kısacası yaşam alanlarını, kamusal alanları değiştirir. İşte bu değişimdir strüktürel değişim ve bu travmatik izler bırakabilir.

İLİŞKİ TRAVMASI

Psikanalist Wolfgang Mertens’in tanımladığı, küçük çocukların sosyal, fiziksel ve psikolojik gereksinimlerinin giderilmemesinden kaynaklanan ilişki travması (Beziehungstrauma) gibi, bir süre sosyal, psikolojik ve fiziksel ilişkilerin normal götürülememesi de böyle bir tehlikeyi beraberinde getiriyor. Asıl mesele insanların sürekli ölüm tehdidi altında olmasının, insanların başka yerlerde acı içinde ölmelerine tanık olmanın, ikincil travma dediğimiz, yani kişinin kendisi yaşamadığı halde travma tanığı olmasının (duyması, görmesi) da bir travmaya dönüşmesi. Oysa bireyin ve toplumun bunların olmaması için geliştirdiği mekanizmalar, ritüeller ve savunma sistemleri bu dönemde zayıflamış durumda.

İlişki travması genelde çocuklukta yaşanıyor ve uzun bir sürede oluşuyor. Diğer travmalar çoğu kez tek seferlikken ilişki travması bir dönemde yaşananların birikmesiyle oluşuyor. İlişki travmasında insanların varoluşsal bağımlılıkları vardır: Çocuklar anne/babaları olmadan hayatlarını sürdüremezler. Bağımlı olunan kişiler (genelde ebeveynler), zalimce davranırlar; çocuğun sosyal, psikolojik ve bedensel gereksinimlerini gidermediklerinde ortaya çıkar. Yani insanın bağımlı olduğu/sevdiği insanların sürekli aşağılaması, korkutması, sevgisizlik (uzun süreli küsmeler, sevginin çocuktan geri çekilmesidir) ilişki travmasına neden olabilir.

İnsanlar üzerinde sürekli baskı kurmak, onları aşağılamak, korkutmak... 1980 sonrası yaşananlar. Son yıllarda sık sık yapılan Silivri soğuktur esprisi aslında travmatik ortama işaret eder. Sadece şarkı türkü söylerken dahi insanların çekinmeleri, korkutulmaları... Alevilerin, Kürtlerin, Ermenilerin sürekli eşit vatandaş olma çabaları, inançlarının inanç olduğunu gerekçelendirme zorunlulukları. İşte bu zehirli ortamlar ilişki travmasına sebep olabiliyor. Bir ülkede bir grup/gruplar mağdur olduklarını söylüyorlarsa orada failler de vardır. İşte fail ve mağdurlardan oluşan toplulukların travmatik kimlikleri ve kişilikleri oluşuyor. Sonraki kuşaklara bu kimlikler aktarılarak bir sürekli travma oluşuyor ve kuşaktan kuşağa aktarılarak bu sürdürülüyor.

Devam edecek

[1] Vamık Volkan, Blindes Vertrauen (Psychosozial-Verlag, 2005), s. 39

[2] Grossgruppenidentität und auserwähltes Trauma”, Psyche, Sayı 9/10, 2000, s. 943.

[3] “Trauma/void”, Trauma içinde, der. Bronfen; E., Erdle, B. R.; Weigel, S. (Böhlau Verlag, 1999

[4] age, s. 9

[5] age.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi