Psikanalizin eleştirisi: İğneyi kendine batırmak

Cumartesi Anneler’i ‘terörist anneleri’ olduğundan görmezden gelinirler... Terörist hikayesinin arkasında insan ve zulüm hikayeleri var. ‘Terörle arana mesafe koy’u talep edenler genelde terör sevicileridir ve kendileri terörle aralarına mesafe koymazlar.

Psikanaliz, en basit tanımlamalarından biriyle, psikolojik hastalıkları tedavi biçimidir. Bunun bir diğer anlamı da psikanalitik kuramların çoğunun ağırlıklı olarak hastanın anlattıklarının ve bilinç ötesinin görüşmelerde değerlendirilmesiyle oluşan bilgiye dayanıyor olmasıdır. Bu aynı zamanda, patolojiye dayanan bilgilerle "normal"i anlamayı denemek demektir. Bu bağlamda da kuşkuyla bakılması ve eleştirilmesi gerekir. Hastalarla ilişkiden damıtılan bilgiyi "normale" aktarmak ne derece sağlıklı sonuçlar verir? Burada etnopsikanalist Georges Devereux’nün yönelttiği soruyla da karşılaşırız: “Normal ne demektir?”

Amerikalı yazar Susan Sontag’ın psikolojiye ve psikanalize getirdiği haklı eleştiriyi de gözden kaçırmamak gerek. Sontag, Nazi döneminin araştırılmasına ilişkin psikolojik açıklamaların, Nazizm’i patolojik bir alana çekerek "suçu" ve "zulmü" bağışlanabilir bir hale getirdiğini yazar, çünkü "hastalık" tedavi edilmelidir. Faşistlik, Nazilik, ırkçılık eğer bir hastalıksa, hastayı tedavi etmek gerekir. Ben bir yandan bunların hastalıklı yanlarını yazarken, öte yandan teröristlerin ve faşistlerin ağır suçlar işlediklerinin ve bu suçları hiç unutmamak gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Psikanaliz, bir insan neden terörist ya da faşist olur, onu anlamaya çalışır; kuşkusuz ki bu anlama çabası onlara hak verdiğim anlamına gelmemeli.

Evinizin önüne geldiğinizde anahtarınızı kaybettiğinizi fark ediyorsunuz, diyelim. Doğal olarak anahtarı aramaya başlarsınız. Anahtarı bulabilmeniz için onu yitirdiğinizi fark ettiğiniz yerden başlayarak geriye doğru gitmeniz ve böylece kaybettiğiniz yere varmanız gerekir; orada anahtarı bulma şansınız olacaktır. Bunun anlamı şudur: Krizler, terör, ırkçılık, kültür ya da din, hangi konu olursa olsun, araştırdığı konudan bağımsız olarak psikanalist, başlangıç noktasına kadar gidip krizin nasıl doğduğunu ve geliştiğini kurgulayarak bir kuram geliştirir. Mesela depresyon geçiren biri, acı çektiğinden dolayı derdine hızlı ve acil bir çözüm arar. Psikanalist depresyonun başladığı adrese hastasıyla birlikte giderek onun hayatını başka türlü kurgular. Reel yaşanmışlığın yanı sıra bir "psikanalitik hayat hikâyesi" oluşur. Toplumsal olaylara da aynı şekilde yaklaşıyorum. Terör ne zaman, neden başladı? Olumsuz olan ve gelişen şey neydi?

“DUYGUSAL MİRASLAR” VE BİLİNÇ ÖTEMİZİN KİRLERİ

Psikanalizde “kuşaklar arası aktarım” dediğimiz bir kavram var: Bir travmayı yaşayanın bunu gelecek kuşağa istemese de devretmesi durumunu anlatır. Halledilmemiş meseleler gelecek kuşağa yük ve miras olarak kalır. Terörden söz ediyorsak, teröre dair geçmiş kuşaktan aldıklarımız önemlidir. Bu anlamda geçmişe yaptığımız yolculukta geçmişte yaşanmış travmalar ve terörlerle karşılaşırız. Mesela Osmanlı’nın eski gücünü kaybedip dağılması ve buna bağlı olarak oluşan "yok olma korkusunun" kuşaklardır etkisini sürdürmesi böyledir. Kim özgürlük, demokrasi ve insan hakları diyorsa ona karşı sergilediğimiz canice tepkilerde de bu korkunun izleri yok mudur? Birçok ülke özgürlük ve insan hakları diyerek "kendi kaderini tayin hakkını" kullanıp ulus devlet olurken, bizde biriken korku ve yüzyıllardır komşumuz olan insanlara kustuğumuz öfke...

Dil içinde bir tarihi, tarihte yaşanmışlıkları, acıları, travmaları, sevinçleri, çığlıkları konserve eder, saklar. Dilin deşifresinde o dili yaşayan ve yaşatanların kolektif bilinç ötesi de gizlidir. Dil öğrenilirken bebeklikte, çocuklukta o döneme ait duyguları da saklar kullandığımız sözcükler. Mesela ilk sözcüklere ailenin verdiği sevinçli tepkilerin bebekteki şaşkınlığı ve sonra sevinen anneye reaksiyon olarak sevinen bebeğin sevinci de saklıdır. Çocuk dile verilen tepkiler üzerinden kendi etkinliğini, annenin ruh haline etkisini de o sözcüklerle birlikte bilincine ve bilin ötesine depo eder... Dil ilişkilenerek öğrenildiğinden ilişkilere ait duygular, ilişki regülasyonlarını da saklar içinde. Yani dil üzerinden insanlar etkilenir ve en iyi kandırmacalar yapılır. Dil iletişim aracıdır, konuşulur, bilince ve ratio’ya aittir. Buna rağmen kültürün taşıyıcısıdır ve toplumun bilinç ötesini, konuşulamayanı ve gizleneni de gizler. Avanak, bızdık, godoş, madik, mor, madımak, pancar, moruk ve daha niceleri; bu sözcükleri bize miras bırakan insanlar neredeler? Bu sözcükleri kullanırken diliniz sızlıyor mu bazen? Seyit Rıza bize tutulmak için miras kalmış bir yas değil midir? Bu Cumhuriyet’in tedavisi mümkün olmayan, olamayan doğum sakatlıkları nelerdir?

Psikanaliz, geçmişte yaşanmış olayların geride bıraktığı duygusal miras, borç ve suçun derdine düşerken, asıl bilinç ötemizde oluşan kirlerle de ilgilidir. Çünkü kültürel ve bireysel zehirlenmede bu kir çok belirleyici bir rol oynar. İnsanların ve halkların hayatlarında yaşadıkları "olağanüstü" haller vardır. Bu anlar psikolojik düğümler oluşturur; babanızın ölmesi, okuldan atılmanız ya da göç gibi. Yaşama ve var olma telaşı bazen bu olağanüstü olayların duygularının yaşanmasına izin vermez ya da çok ağır geldiği için biz bu duygulardan kaçınırız. İşte bu düğüm noktalarına gitmemiz, orada biraz soluklanmamız ve o duygulara sahip çıkmamız gerek. Bize ait “sahiplenmediğimiz"”, yani sahip çıkmayıp ortada koyduğumuz duygular bilinç ötemizin kiri oluyor çoğu kez.

MERHAMET KATLİAMLARI

Almanya’da dışlandığı, bu nedenle okulunda sorun yaşadığı için terapiye gelen Müslüman genç (bu genç fiktif, uydurma biri, bir figür), Irak’ta boğazı kesilen gazetecinin videosunu izlediğini anlatıyor. Korkuyor ve ürperiyorum çünkü o kendi korkusunu da benim üzerime yıkıyor! Bu duygularımda yalnızım. O anlatırken haz alıyor. Benim ürpermem ve korkmam onda ayrıca bir sadistçe haz uyandırıyor. Sadizm ve haz çoğalıyor; korkunç bir filme korkmadan bakarken haz alıyor ve benim korkmam da başka bir haz veriyor ona. Savaşın ve öldürmenin haz vermesi! Kitaplarını okuyarak çok şey öğrendiğim Yunan psikanalist Stavros Mentzos’un savaş ve hazzı betimlediği bir an vardır: Yunanistan’da Türklere karşı savaşmış insanların savaş anılarını anlatırken, bu anlatıların biraz kahramanca olmasına özen gösterdiklerini ve bu kahramanlık anlatısına öldürmek ve ölmekten aldıkları hazzı da sakladıklarını söyler. Keyifle anlatılan kahramanlık anlatıları aslında estetize edilmiş zulüm, cinayet anlatılarıdır da...

Böylesine korkunç bir süreci anlatırken "anımsamanın keyfi" diyemeyeceğimiz bir uç durumu yaşamış ve yine de ölmemiş olmanın da rol oynadığı bir haz. Ölüm hayattaki en uç, düşünülebilecek en büyük uçurum. İşte bu durumla yüz yüze gelmenin getirdiği ürpertiyi radikal şekilde inkar edebilmenin ve ölümü atlatabilmenin verdiği haz… Ama terapideki genç için durum bu değil. O bunu, yüzyıllardır Batılıların Müslümanları aşağılamalarına karşı verilmiş doğal ve haklı bir tepki, bir intikam olarak kurguluyor kafasında. Beni ve duygularımı anlaması için çaba gösteriyorum. Benim duygularıma yakınlaşırsa, özdeşleştiğim mağdurun da duygularına, korkusuna ve acısına yakınlaşacağını umuyorum. Olmuyor. Eğer acıyabilirse ‘acı’mada da olan, acımanın bizdeki ‘acı’sıyla tanışır ve acımasızlığı geçebiliriz diye umuyorum; olmuyor. Neden?

Ali İsmail Korkmaz. Genç bir oğlan. Fotoğrafının önüne bir de karanfil koymuşlar… Dört yaşında bir çocuk, babasının kucağında çekilmiş bir fotoğrafı var. Adı Arin. Dört yaşında FETÖcü! Çocuk bile olamadan FETÖcü olmuş! Ve ölmüş. Dört yaşına yüz yıllık daha fazla bir zulüm sığdırmış ve ölmüş... Berkin Elvan öldürülmüş. “Terörist!” Terör eylemi ise ekmek almaya gitmek! Bu fotoğrafların bir amacı var: Bizde biraz insanca duygular uyandırmak. Kendimizi bir an onların yerine koymamızı sağlamak. Merhamet... Bu fotoğraflar Batı’da, birçok insanın gözleri önünde yaşanan, yani tanığı olan olaylar. Bilinen bir laf vardır: Savaşta ilk olarak hakikat katledilir. Bu kadar yakınımızda, tanıklı ve belgeli olaylara karşı bile devletin tutumunu gördükçe bu devletin Kürt ve terörist söylemine daha da kuşkucu yaklaşıyorum. Kuş uçmaz kervan geçmez dağlarda neler olduğuna dair anlatılanları inandırıcı bulmuyorum. Kimsesiz dağlar... İnsanın, hakkın, adaletin, merhametin, tanığın olmadığı dağlar... Oradan gelen bilgilerin iki tarafın enformasyon-dezenformasyon savaşından ötürü güvenli olmadığını söylüyorum.

Terörizmi tanımlama gücünü elinde tutanlar hangi söylemin terörist bir söylem olduğuna da karar veriyorlar. İşte bu tanımı yapanların bir gözü kördür ve bir tarafı görmez, çünkü o taraf kendidir. “Kanlarında duş almak” devletin savunulması, “köklerini kazımak” arınmak anlamındadır. Bir taraf terörist ilan ettiği tarafa her şeyi söyler, şiddetin her türlü yüceltilmesi, teröristlerin öldürülmesi festival söylemiyle sunulur. Terörist, ‘her şeyi yapma hakkımız’ olduğunu düşündüğümüz, zulmü çoğalttıkça daha da kendimizi başarılı sayacağımız kişidir. Terörist öldürülmeyi hak etmiş ve sadece öldürülme hakkı olan kişidir. Aslında terörist bir kişi değildir, bir imajdır, bir şablondur ve biz bazı kişileri yaptıklarından ötürü, bazen de biz zorla o şablonun içine sokarız. Bu nedenle Ebu Gureyb Cezaevi ve Guantanamo, Diyarbakır, Metis ve diğer işkence merkezleri ‘normal’dir. Usame bin Ladin’in öldürülmesi ve yargısız infazlar ve Bağdadi’nin ‘ortadan kaldırılması’ veya ‘temizlenmesi’ açık bir terör eylemiyken protesto edilmez. Terör en önemli özelliği hukuku tanımamasıdır. İşte bu nedenle yargılanmadan infaz edilen, Bağdadi’nin öldürülmesi terördür. Teröriste terör serbesttir...

Cumartesi Anneleri ‘terörist anneleri’ olduğundan görmezden gelinirler... Terörist hikayesinin arkasında insanlar, insan ve zulüm hikayeleri var... Garip değil mi? ‘Terörle arana mesafe koy’u talep edenler genelde terör sevicileridir ve kendileri terörle aralarına hiç mesafe koymazlar... Terörün ne olup olmadığını tanımlama gücünü elinde tutanlar (otorite, devlet, iktidar) kimin terörist olup olmadığına da karar verirler...

TATİLDE TERÖRLE VE ZULÜMLE TANIŞMA

Turistik bir yerdeyiz... Deniz kenarı. Keyfimiz yerinde. Ege sahili. “Çocuk cesedinin sahile vurduğu yer”in biraz ötesinde. Sahile vuran çocuk ölülerinden kartpostalların yapıldığı ve satıldığı kasabadayız. Biraz vicdanımızı rahatlatmak için, biraz da insanmış gibi yapabilmek için çok uzaklardaki çocukları konuşuyoruz. “Halimize şükür... Vallahi içimiz parçalanıyor... Afrika’daki çocuklar…” Ama buraya gelirken kağıt mendil satmak için arabaya yanaşan çocuğa çok kızdık; “Bu Suriyelileri doldurdular, her taraf Suriyeli!” Afrika’daki, uzaktaki yoksul çocuklara üzülmek, onlara merhamet etmek işimize geliyor. Biz ölü Suriyelileri çok seviyoruz! Kartpostalları ve gazete haberleri oluyor bazen öldüklerinde. Yaşayanlar çoğu kez nefretimizin muhatabı: “Dışarı bile çıkamıyoruz. Her taraf onlarla dolu. Gece camlar açık uyurduk. Çok kötü oldu!” diyor kadın, karşıya kaçmak için şişme bot alma derdinde olan insan yoğunluğunu kastederek. Örnekleri çoğaltıp çeşitlendiriyoruz. Afganlar, Araplar, Kürtler...

Pasta yiyoruz... Kadın ayaklarımızın arasında dolanan kedilere yediğimiz pastadan veriyor. Hayvanları çok seviyor. Eşi ise, “Kedilerden nefret ediyorum! Bu kadın beni delirtmek için her yerde başımıza kedileri topluyor!” diyor. Sevgi, nefret, suçluluk duygusu, öfke ve merhamet… Masada her şey var. Edip Cansever’in dediği gibi: “Uykusunu koydu, uyanıklığını koydu / Tokluğunu, açlığını koydu / Masa da masaymış ha / Bana mısın demedi bu kadar yüke.” Birbirlerinden nefretlerini açıkça konuşamadıkları için bunu kediler üzerinden anlatan ‘dostlarım’…

Bir dilenci geliyor. Omzunu düşürerek elindeki engeli belirgin hale getiriyor, görmemiz için de öne çıkarıyor. Keyfimiz kaçıyor. Pasta boğazımıza düğümlenecek. Afrika ve oradaki acınacak durum yakınımıza, masamıza kadar gelip acınma dileniyor. Onun engelli yanını görmezden geliyor, ona doğru bakmamaya çalışıyoruz. Onun engelinden kaçarken biz de sembolik olarak engelli oluyoruz; görmezden gelerek ‘kör’ü oynuyoruz. Dilenci alışık bu inkar ve görmezden gelmelere ve repertuarında başka yöntemler var: Duyacağımız bir tonda, çok net ve belirgin bir biçimde “Allah rızası için!” diyerek başlıyor. Bu kez de ‘sağır’ı oynuyoruz ve sohbeti sürdürüyoruz.

Resmen anormaliz: Birbirimizle sohbet ediyor, birbirimizi duyuyor ama dilencinin sesini izole ederek sadece onu duymuyoruz; öyle oynuyoruz. Bu sahne size de tanıdık ve oldukça patolojik gelmiyor mu? Dilenci şapkasından son tavşanı çıkarıyor ve jokerini/asını ortaya sürüyor: Daha sesli ve yan masadakilere de duyuracak biçimde “Allah rızası…” diye devam ediyor. Yan masadakiler duyunca bizim ne kadar merhametsiz ve duygusuz olduğumuz belirginleşeceğinden, ona para vereceğimizi umuyor. Göz göze geliyorum. Donuk, hiç anlam taşımayan, renksiz, duygusuz bakıyorum. Göz göze gelmemizi olumlu değerlendirdiği için onunla koalisyon yaptığımı, beni kendi yanına çektiğini sanıp ısrarını sürdürüyor.

Masamızdaki “arkadaş” ayağa kalkıyor, dilencinin sesini bastırarak tüm kafedekilerin duyacağı şekilde bağırmaya başlıyor. Garson gelerek dilenciyi hızla yanımızdan uzaklaştırıyor. Pastalarımızla ve birbirimizle kalıyoruz. Kısa bir sessizlik. Adam dilencinin sesini duyurduğu masalar da dahil herkesin duyacağı şekilde dilencinin bıraktığı her izin, her duygunun üstünü çizercesine anlatmaya başlıyor. Hala pasta yiyebiliyoruz. Yan masalarda oturanlarda belirgin bir rahatlama var. Dilencinin kendi masalarına gelmesinin engellenmesinin rahatlığı. Açlığından kurtulmak için bizden yardım isteyen birinden nihayet kurtulduk. Masadaki arkadaş da kurtarıcı! Yaptığımız adiliği rasyonelleştirip (bize göre) mantıklı açıklamalar yapıyor. “Hiçbir yerde rahat yok!” diyor. Memleket, hükümet, Avrupa, sosyal devlet teorilerini anlatıyor. Yan masadakilerle ortak yanlar ve dertler konuşuluyor...

Merhamet istemek delirtebiliyor. Bu ölçüsüz öfkenin nedeni belki de bu. Afrika’daki çocuklara acırken, bu acımanın ardında ‘acınacak duruma düşebilirim’ korkusu da gizli. Biz acınacak objeyi uzaklarda bularak aynı zamanda bu korkuyu da uzağa gönderiyoruz. Dilenci, uzaklarda tuttuğumuz, yakınımıza gelince de ırkçı söylemlerle Suriyelilerin üzerine attığımız bu duyguyu gözümüze ve kulağımıza sokarak inkar edilemez ve görmezden gelinemez hale getiriyor. Bizi bu delirtiyor. Ayrıca dilenci sembolik olarak çektiğimiz sınırları da ihlal ediyor. Görmezden ve duymazdan gelmemizi hiçe sayarak merhamet dileniyor. İşte bu sınır ihlali bir taciz etkisi yaratıyor ve öfke patlamasına neden oluyor.

Bir başka delirme nedenimiz ise şu: Biz de hayatımızda bir dönem ya da bir an dilenci durumuna düştük. Çocuk istediğini yapmayan annesine ağlıyor, anne çocuğun gözyaşlarını, hıçkırıklarını ve “Annnneee!” deyişini duymazdan geliyor ve aldırmaz halde yürüyor. Annesinin sevgisizlik duvarına çarpan çocuk, annesinin kendisinden uzaklaşmasını bir terk edilme olarak algıladığından, bu kez can havliyle ağlamayı sürdürüyor. Çocuk dilenci, merhamet dileniyor. Annesine yetişip bacaklarına sarılıyor. Anne tüm sınırlarının çiğnendiğini sanıp bir tokat yapıştırıyor... Her çocuğun hayatında yaşadığı, çaresiz ve yaşamsal bağımlı olduğunu hissettiği, ama sesini duyuramadığı o travmatik anı bize bu dilenci hatırlattığı için de ondan nefret ediyoruz.

Merhametinin sağır kulağına bağırdığım Müslüman genç bu çağrıyı bir başarının onayı olarak algıladığından daha da seviniyor. Benim merhamet deyişim onda sevinç ve sadistik bir haz olarak karşılık buluyor... Belki de bu nedenle bu ülkede birçok insan merhamet çağrılarına kulaklarını tıkıyor, yöneticilerin vicdanlarını hedefleyen her ileti “Oh olsun!” olarak geri dönüyor.

Devam edecek.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi