12 Eylül ve Sol

12 Eylül'ün yaklaştığı günlerde sol fraksiyonların hepsi, sağcı darbenin yaklaştığını görmüş, hatta istihbar etmişti. Peki, gördüler de ne yaptılar? Bir kısmı hiçbir şey yapmadı. Bir kısmı ise kadrolarını nasıl “koruyacakları”na ilişkin planlar yaptılar.

İki hafta önceki “12 Mart ve Sol” yazımı şu cümleyle bitirmiştim: “Sol bütün bunlardan ders çıkardı mı? Ne gezer! Örgüt şefleri, 1974 özgürlükçü dalgasıyla dışarı çıkar çıkmaz, THKO ve THKP-C deneyini bir daha asla tekrarlamamakla birlikte, yelkenlerini, bu örgütlerin kahramanlık edebiyatı ile şişirerek bu sefer kasaba ve mahallelerde yerel iktidar kavgalarına doğru yol aldılar.”

YEREL İKTİDAR KAVGALARI

Neydi bu yerel iktidar kavgaları? Bununla sadece sağcılara karşı verilen kavgaları kastetmiyorum. Sol eğilimin güçlü olduğu mahallelerde sol fraksiyonların birbirleriyle kavgası sağ-sol kavgasından hiç de geri kalmıyordu. Hatta bazen daha sert kavgalar veriliyordu. Bir mahalle ya da yörede hâkim olan fraksiyon, diğerlerine hiçbir özgürlük ve kendini ifade hakkı tanımıyordu. Fraksiyonlar arasındaki çatışmalar zaman zaman ölümle sonuçlanıyordu. Özgürlükçü bir deneyim olan Fatsa’da bile farklı sol fraksiyonların varlık hakkı tanınmıyordu. Bir çeşit “kurtarılmış bölge” takıntısı neredeyse bütün sola sirayet etmişti. Buna ek olarak, Çin-Sovyet çatışmasının yansıması olarak “Maocu” (ya da “Enver Hocacı”) gruplarla “Sovyetçi” grupların onulmaz düşmanlığı bu ortama tuz biber ekiyordu.

YAKLAŞAN DARBEYİ GÖRÜNCE KAÇMA PLANLARI!

Bu durum aşağı yukarı 12 Eylül’e kadar böylece ve günden güne yoğunlaşarak devam etti. “Terör”ü bahane ederek iktidara el koymaya hazırlanan Ordu kumanda kademesinin 12 Eylül hazırlıklarının iyice yoğunlaştığı günlerde sol fraksiyonların hemen hemen hepsi, sağcı bir darbenin iyice yaklaştığını görmüş, hatta istihbar etmişti. Peki, gördüler de ne yaptılar? Bir kısmı hiçbir şey yapmadı. Bir kısmı ise, askerî darbe geldiğinde kadrolarını nasıl “koruyacakları”na ilişkin planlar yaptılar. Aslında bu “koruma”nın anlamı darbeye karşı direnmek değil, en kısa yoldan ülke dışına kapağı atmaktı. Yok canım, “yurtdışı” derken aklınıza, propaganda alanında parlattıkları ve “prestijinden” yararlandıkları “sosyalist” ülkeler, Sovyetler Birliği, Bulgaristan, Doğu Almanya, Çin ya da Arnavutluk gelmesin. Hepsinin gözü “neo-liberalizmin” merkezleri olarak yerden yere vurdukları zengin Avrupa ülkelerinde, Almanya’da, İngiltere’de, İsviçre’de, Fransa’da, İsveç’teydi.

BİRLEŞİK BİR MÜCADELE MÜMKÜNDÜ

Hiçbirinin aklından solun yaklaşan askerî darbeye karşı birleşik bir direniş ortaya koyması gelmedi. Aklına gelen olmuşsa da “önerisini” daha ortaya koyamadan yönetici klikler tarafından bastırıldığı muhakkaktır. Çünkü sol fraksiyonlar (daha doğrusu bu fraksiyonların yönetiminde bulunanlar) öylesi bir rekabet ve düşmanlık havasına girmişlerdi ki, birbirlerini bulsalar bir kaşık suda boğacaklardı. Nitekim, belli bölgelerde karşılaştıklarında bunu pratikte de kanıtlamışlardır. Böylesine bir rekabet ve düşmanlık ortamında birleşik, ortak bir direniş cephesi beklemek saflık olur.

Solun gürültüsüne aldanan darbeci generaller çok daha büyük bir direniş bekliyorlardı ve hazırlıklarını buna göre yapmışlardı. Ne var ki, solun kofluğu onları bile “hayal kırıklığı”na uğrattı. Salladıkları yumruğun boşlukta kalması yüzünden neredeyse “omuzları” çıkıyordu!!!

ŞU “RİCAT TAKTİĞİ” DEDİKLERİ!

Yazının bundan sonraki bölümüne, Vehbi Ersan’ın 1970’lerde Türkiye Solu, (İletişim, 2013) kitabına ilişkin yaklaşık on yıl önce yazdığım, “Türkiye Solunun Yanılgılı ve Acılı Tarihi” yazısından alıntılarla devam etmek istiyorum. Çünkü bu yazıda mesele bütün yönleriyle zaten ele alınmış:

“Bizim solun bütün kesimleri Lenin’in tembel öğrencileridir. İşin aslını astarını öğrenmeden “Leninizm” kitabından kopya çekerek “sınıfı geçmeye” kalkışırlar. Bu kitapta Lenin, Bolşeviklerin taktiklerinden biri olarak “ricat”tan da söz etmiştir. Nedir ricat? Burjuvazinin şiddetle saldırdığı ve güçler dengesinin eşit olmadığı koşullarda parti ricat etmesini bilmeli ve bozguna sebebiyet vermeden güçlerini topluca geri çekmenin yollarını aramalıdır. İşte öğrenilen ya da kopya çekilen ders budur. Yoksa “daima ileri” gitmekten başka bir şey bilmeyen solun (Bkz. 12 Mart ve Sol yazısındaki “ileriye kaçış” alt başlığı ve sonrası) kendi deneyimleriyle ve mantığını işleterek böyle bir “ricat”ı akıl etmesi mümkün değildi. Bu yüzden 12 Eylül darbesi koşullarında bu “ricat” sözcüğünü fiyakayla ve hatta gururla telaffuz etmekten çekinmemiş ve bunun “uygulayıcısı” olmuşlardır. İşte aralarındaki bütün ayrılıklara rağmen bunu topluca uygularken de en büyük yanlışı yapmışlardır. Çünkü 12 Eylül darbesinden sonra yapılacak en yanlış şey ricattı…”

ÖRGÜT BENCİLLİĞİ

“Fakat konu kopyacılıktan ibaret de değildir, ne yazık ki. “Leninist” örgüt bencilliği ile bu ricat denilen şey tam da üst üste oturmuştur. Leninist örgüt nedir? Halkın ya da işçi sınıfının devrim mücadelesinin “öncü”südür. O halde her şeyden önce bu”öncü” korunmalıdır. O zaman gelsin ricat!”

“12 Eylül öncesindeki keşmekeş ortamında bütün sol örgütler “Leninist öncü örgüt”ün inşasından söz ettiği halde, aslında bunu hiçbiri ciddi bir şekilde yapmıyordu. Çünkü büyük bir toplumsal hareketlilik vardı ve “gizli” örgütlenme bu hareketliliğe ayak uyduramıyordu. TİKP bile, 1974’te işe yeniden başlarken bu ilkeleri sıkı sıkıya uygulamaya kalkmış, fakat bir iki yıl içinde böyle bir örgütlenmenin koşullara uymadığını fark edip açık mücadele alanına balıklama dalmış, “gizli” hücreleri falan bir kenara bırakmıştı. Diğer “Leninist” örgütler de öyle. Çünkü Lenin’in sözünü ettiği örgütsel ilkeler Çarlık Rusya’sında, legal olanaklardan önemli ölçüde yoksun bir örgüte ilişkin deneylerden yola çıkarak hazırlanmıştı.”

“LENİNİST ÖRGÜT” DİYE CAKA SATMAK…

“Bizim sol örgütler, “Leninist örgüt”lenmeyi, sadece genç militanları büyülemek ve onları asla ulaşılamayan bir “proletarya örgütünün üyeliği” mertebesine “yükseltmek” için olta olarak kullandılar. Gerçekte böyle bir örgütlenme yoktu. Bütün örgütler, korkunç bir rekabet içinde, okullarda, mahallelerde militan avlama yarışı içindeydiler ve dolayısıyla, herhangi bir askerî darbeye ve ardından gelecek baskıya karşı ciddi hiçbir önlem almamışlardı.

“Darbe birdenbire gelince, 12 Eylül’den önce bencil örgüt çıkarları nasıl ciddi bir örgütlenmeyi bir tarafa bırakıp militan avlama peşince koşmayı gerektiriyor idiyse, aynı çıkarlar bu sefer örgütü cuntanın saldırısından koruma güdüsünü harekete geçirdi. İşin aslı şuydu: “Şimdi bırakın cuntaya karşı direnişi falan, militan avlamayı da bırakın; şimdi yapılması gereken tek şey, bugüne kadar avlanmış militanlardan ibaret dar örgütümüzü korumaktır.” İşte bu koşullarda Lenin’in “ricat” teorisini hatırladılar. Bu, tam da o anda onların ihtiyaç duyduğu şeydi. Taraftarlarınızı, size inanan mahallelerdeki insanları kaderleriyle baş başa bırakın ve bir avuç militanınızla ortadan toz olun. İşte “ricat” dedikleri şey buydu. Bu furyaya bir tek o zamanki Dev-Sol katılmadı. Hangi güdülerle katılmadı, bu ayrı bir tartışma konusudur ama bu noktada cuntaya saldırı çizgisini savunmasıyla Dev-Sol doğruyu söyleyen tek örgüttü.”

“RİCAT” DEĞİL, SIRRA KADEM BASMAK!

“Evet, ihtiyaç olan, ricat değil, tersine bütün güçlerle cuntanın darbesine mahallelerde, fabrikalarda direnmekti. Çünkü zaten olan olmuştu ve adamlar solu ezeceklerdi. Sonuç yine bir yenilgi olsa bile, 12 Eylül’den sonra yaşanan o korkunç moral bozukluğu olmazdı. Bu ricat politikasının sonucunda, o zamana kadar örgütlere destek vermiş, onlara güvenmiş, faşistlere karşı direnmiş… binlerce insan başıboş, savunmasız ve örgütsüz bırakıldı. Onlara direnme yolunda bir yol bile gösterilmeden bütün örgütler bencilce sırra kadem bastı. Ondan sonra da gelsin “tabandakilerin” suçlanması. Oysa suçlu olan örgütlerdir, onların merkez yöneticileridir…”

“Hadi taraftarlar ortada bırakıldı. Sanki o çok değerli örgütsel çekirdekler korunabildi mi? Ne gezer! Her derde derman olduğu sanılan bütün merkeziyetçi gizli örgütlenmeler tam da polisin istediği şeyi yapıyorlardı. Polis… şöyle düşünüyordu (belki de içgüdüsel bir şekilde): “Siz en değerli militanlarınızı hücrelerde toplayın, o hücreleri birbirine bağlayıp merkezileştirin. Ondan sonra da biz gelip bir noktadan başlayarak işkence yoluyla ilerleyelim ve hepsini birden toplayalım.” Böylece bütün örgütlerin “ülke dışına kaçırılacak kadar ‘değerli’ görülmeyen” binlerce … militanı ve üyesi şu meşhur “Leninist örgütlenme” sayesinde polisin ağına düşürüldü. Bu toparlamadan en az zarar gören örgüt TKP-ML oldu, çünkü bu örgüt diğerlerine göre çok daha ademimerkeziyetçiydi.

“Eğer TDKP’nin sonradan hataları ele alırken belirttiği gibi, sol örgütler ricat adı altında sağa sola kaçışacakları yerde aralarında bir blok kurup cuntaya karşı esaslı bir “birleşik ve” kitlesel direnişe geçmeyi hedeflemiş olsalardı, gerçekten büyük bir direniş gösterilmesi ihtimali vardı. Ne yazık ki, o sırada yapılması gereken tek akılcı şey kimse tarafından akıl edilmemiş, önerilmemiştir bile...”

MİLİTANDAN “YÜZ TON” AĞIRLIĞI KALDIRMASINI İSTEMEK

“Son olarak şu polis sorguları meselesine değinmek istiyorum: Poliste zaaf mevzuu. “Vehbi Ersan’ın kitabından” öğrendiğime göre, Dursun Karataş bile, “poliste zaaf” konusunda taraftarlarının önünde özeleştiri vermek zorunda kalmış. Oysa bu, solun en büyük hatalarından biridir. Sol, “proleter devrimci” militanı insanüstü bir varlık mertebesine çıkararak hem kendine, hem de on binlerce fedakâr militanına kötülük yapmış, onları boşuna ağır manevi yüklerin altına sokmuştur. İşkenceye uğramadan, kâğıt üzerinde kahramanlık destanları yazmak kolaydır ama polis işkencesine, hele ağır yükler almış militanların karşı karşıya kaldığı korkunç işkencelere dayanabilmek için gerçekten insanüstü bir varlık olmaya doğru yol almak gerekir. Bu yüzden hiç de gerekmediği halde yüzlerce değerli insan, sırf örgütlerine ve arkadaşlarına layık olabilmek için bu insanüstü tahammülü gösterebilmek amacıyla canını vermiştir.

Lafın kısası, şu meşhur “proleter örgütlerini” kuranlar, sinir sistemleri olan ve acıya dayanma sınırı olan bu insanlara “örgüt sırrı” adına çekemeyecekleri kadar ağır yükler yükleyerek ya maddi ya da manevi ölümlerine yol açmışlardır. Fazlasıyla abartılan “ser verip sır vermeyen” destanları da buna katkıda bulunmuştur. Oysa fiziki dayanmanın sınırları vardır. Bir insandan bir ton yükü taşımasını istemek, taşıyamayıp yere yığıldığı zaman da yükü yükleyeni değil de yükü taşıyamayanı suçlamak gerçekten haksızlıktır. En büyük haksızlık bu yürekli insanlara yapılmıştır.”

Özetle söyleyecek olursam, Sol, 12 Mart’tan sonra durmasını bilmedi, 12 Eylül’den sonra da direnmesini!


Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gün Zileli Arşivi