Yenilgi ve delilik

Yenilgilerin zulmedenle benzeştiren o kahredici yanına karşı, kılçık olanların deliliği de olmasa ne yapardık kim bilir. Belki de bütün mesele elimizden alınan o “deliliği” yeniden kazanmaktır. Hepimize iyi gelecek olan şey bu olabilir mi?

İnsanın gözü karanlığa alışıyor. Karanlıklar içinde her yer aydınlıkmış gibi yapmayı başarabilmemiz bu yüzden zor olmuyor.

İnsanın başkasının derdine, acısına hissizleşmesi de öyle.

Çünkü hissin, duygunun yerine koyabileceğimiz yeni kelime oyunlarımız var artık elimizde.

“Kendini sev” diye sesleniyor bu oyun. Kendini sevmeyi başarmanın yolunun, başkalarının kederine bakmamakla mümkün olduğuna sistem koçluğu yapıyor.

İnsanların dayanışma çığlıklarına “kötü enerji” olarak çarpı koyan bu “kendini sevme” oyununun kurbanı, en önce elbette kendi vicdanı oluyor.

Vicdanını kaybeden, bir başkasının vicdanına dikiyor gözlerini ve kendisini yansıtan her şey düşmanı oluveriyor.

Ölü balık bakışlı insanlara dönüşüp, olan biten her şeye kımıltısız durabilmeyi başaran halimiz ürkütücü gerçekliğimizi işte böyle yansıtıyor.

O gerçek kendimize ne kadar yabancılaştığımızı da ele veriyor.

Birinin ve hatta bir toplumun insan kalma mücadelesinden doğan acıları bu yüzden ilericidir. Bulunduğu toplumu değiştirme derdinin bir kenarından tutma eylemi bu nedenle kıymetlidir.

Birbirimize yabancılaşmadan hayatta kalma derdimizin, müesses nizama bir başkaldırı ve tehdit olarak hemen işaretlenmesi de bu yüzdendir.

“Zaten sicili kirliymiş” diyen o gudubet sesin zorbalığına diklenenler olmasa, hepimiz bizlere söylenen yalanların gönüllüsü olacaktık muhtemelen.

Tıpkı ormanı yok edip, ağaçları insafsızca kesen şirketlerin yaptıklarını aklamak için dilini, kalemini onlar adına kullananlar gibi.

Deresini kurutanlara, suyunu kirletenlere, börtü böceğin hakkını yiyenlere karşı sesini yükseltenlere yüz çevirip “ama canım onlar da” diyerek, görmezlikten gelmenin bahanelerine teslim olmak gibi.

Tüm toplumun tek düze nefes aldığı, hiçbir şeye heyecan duymadığı, her an mayına basacakmış gibi korkarak, çıt çıkarmadan yürümeye çalıştığı, herkesin herkesten şüphe ettiği ve bir ölü soyucusunun el çabukluğuyla en ufak seste ortalıktan kaybolduğu o zorba düzen hayali yeni değil. Bütün “zafer” nağralarını bu hayale duayla sunanlar için ne hazin bir haldir bu oysa.

Onlar her “kazandık” dediklerinde ülkenin kaybediyor olması, verdiği destekle kendisini kazanmış sanan milyonların yoksullaşma cenderesinde tutunacak bir dala muhtaç kalması aynı hazin halin çıplaklığı olarak duruyor işte karşımızda.

Hepimiz bu çarkın içinde “beterin beteri var” diyerek yaşıyoruz günü, ayları, yılları. Alışıyoruz yani. Tenimiz daha az diken diken oluyor. Daha az görüyoruz artık! İçimizde ne yapsak dolmayan bir boşluk var ve ne kadar doldurmaya çalışırsak, o kadar büyüyor.

Ve kendimize itiraf edemediğimiz her şeyin, kötülüğün elinde silaha dönüşmesine kim bilir bu kaçıncı yorucu tanıklığımız.

Hukuksuzluğa karşı direnenlere “marjinal”, itiraz edenlere “küstah”, adalet peşinde koşanlara “terörist” ve aklın yolunu önerenlere “ahmak” diyebilme cüretleri değil insanı yoran şey.

Asıl yoran şey, o zorbalığa mavi boncuk dağıtan eziklerin, üç kuruşluk güç ilişkilerine gönüllü pezevenklik yapması ve hiçbir şeyin onlara dokunmayışı.

Yenilgilerin zulmedenle benzeştiren o kahredici yanına karşı, kılçık olanların deliliği de olmasa ne yapardık kim bilir.

Delilik demişken hemen sözü Gündüz Vassaf’ın “Cehenneme Övgü” kitabından bir alıntıya bırakalım;

“Deli olmayı başarabilenler, gerçekten çok güçlü ve eşsiz bireylerdir. "Deli" sözcüğünü hafife almamalı; bu ayrıcalık pek az insana verilebilir, çünkü beraberinde çok büyük acılar getiren bir ayrıcalıktır bu. Bu acılar nadiren hafifletilebilir. Deli öylesine yalnızdır ki tuttuğu yolda, dünya ve evrenle duygu birliği içinde olsa bile, övgü ve cezanın da ötesindedir o.

Hepimizin içindeki totalitarizmin üzerine kurulu totaliter devletin karşısında deliler tek başına. Üstelik biyo-kimyasal teknoloji ve genetik mühendisliğinin tehdidi altında. Kendimizi koruyamayacaksak, hiç olmazsa bırakalım deliler deliliklerinde özgür kalsınlar.”

Belki de bütün mesele elimizden alınan o “deliliği” yeniden kazanmaktır. Hepimize iyi gelecek olan şey bu olabilir mi?


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi