Terörist kimdir ve bunu kim belirler?

Emekli emniyet görevlileri ve askerlerin olduğu ortamda terörü tartışmak, terörü oluşturan nedenleri anlamaya çalışmak zor. iktidardakilerin kimin terörist olduğunu belirlediği ülkede kimse güvencede değildir ve herkes terörist suçlamasının muhatabıdır.

Son yıllarda birçok grubun ‘terörist’ olarak tanımlanıyor olmasını incelemek gerek. Terörizm, doğuşunda devletin uyguladığı bir şiddet yöntemi/biçimi olmuş. Tanımlama gücünü elinde bulunduran ve silahlı güce sahip olan devlet, şiddet eylemlerini ve kendine yönelik bütün eylemleri terör; olarak tanımlayarak kendi varlığını güvence altına almış. Herhangi bir ülkedeki terörü tartışırken devlete, devletin tutumuna dikkatli bakmak gerek. Bu, devlete yönelik şiddetin olmadığı anlamına gelmez. Sadece devletin “terör”; konseptini sıkça kullandığı anlamına gelir ve devlet kendi terörünü yasal çerçeveye de oturtabildiğinden, kendini terörizmin dışında tutmaya çalışır.

2000’li yıllardan başlayarak Almanya’da “İslami terör” çerçevesinde çok sayıda psikanalitik toplantı ve yayın yapıldı. Terörün çekici yanı ve teröre yatkın kişilikler bu tartışmaların ana konularıydı. Psikanalist Arno Gruen Wider den Terrorismus* kitabında terörün sürekli var olan bir konu olduğunu, “çünkü uygarlığın terörü teşvik ettiğini” ve terörün aslında insanın kendisinden nefret etmesi üzerinden oluştuğunu yazar. 1 Yaşadığımız kültür insani olanı bir güçsüzlük/zayıflık olarak kurgulamamızı sağlar.

İnsanlık tarihinin en büyük terör eylemini Hitler, Almanların “yüce ve eşsiz” bir ulus olduğuna dair patolojik bir ideoloji üzerine kurmuş ve bunu teatral bir biçimde halka da kabulettirmişti. Gerçek bir kimlik edinememiş ve kişilikleri oturmamış insanların ihtişamlı ve sansasyonel eylem ve söylemlerle kendilerine bir kimlik edindiklerini ve böylece yetersizlik duygularını kendilerine “yücelik satan” bir hikâye/öykü/anlatıyla giderdiklerini, kişiliklerindeki bu yetersizliğin boşluğunu bu masalla doldurarak “bir şey” olduklarını biliyoruz.

Fransız Devrimi... İngiltere... Sanayi Devrimi... 1. Dünya Savaşı’nın yenilgisinin Alman toplumunda oluşturduğu aşağılanmışlık ve aşağılık duygusunun yarattığı narsistik incinme ve yeniden güçlenerek düşmanları dize getirmek ve böylece yenenler tarafına geçmenin ayartıcılığı da bu facia da etken olmuş... Yani aşağılık duygusunun yücelik duygusuna evrilmesi bu savaşa Almanları yöneltmiş... Erich Fromm (1974, Anatomi der menschlichen Destruktiviät, DVA, s. 337) Hitler’in kişiliğini incelerken teröristlerde de rastladığımız nekrofliye (ölü seviciliği, cesetlere düşkünlük) dikkat çeker: Bir insanın canlı olmayan, ölü şeylere (s. 301) tutkusu ve canlı olanı da öldürme isteği. Terör tarih boyunca insanların toplandıkları, ilişkilendikleri yerlerde yani canın ve canlılığın olduğu mekanlarda saldırılar yapıyor.

Çocuk ile yetişkin arasında güç konusunda asimetrik bir ilişki vardır ve çocuk yaşayabilmek için yetişkinlere varoluşsal bir halde bağımlıdır. Gereksinimlerini sesler çıkararak, anne babasının dikkatini çekmeye çalışarak ifade etmeyi dener. Gönderdiği bu sinyaller görmezden gelindiğinde çocuk ağlamaya başlar. Görmezden gelmek, sembolik olarak yok saymak demektir ve çok ağır bir şiddettir. Hayatımıza ilk faşizan tutum ve duruş “görmezden gelmek”; ile girer, çünkü bir insanın varlığının sembolik olarak inkârı demektir bu. Küsmek de bir yanıyla negatif-yoğun bir ilişki biçimiyken aynı zamanda ötekini “yokumsamak”; olduğundan faşizan bir tutumdur; çünkü faşizmin en belirgin özelliği bir insanın varlığını “hiçlemek”tir.

Ağlayan çocuk normal bir durumda onunla duygusal yakınlık kurmaya, ona empati göstermeye ve merhamete yol açar ve yetişkinler çocuğun bu tepkilerine yanıt verirler. Anne-babanın çocuğun duygularını ve halini anlama çabasıyla özdeşleşen çocuk,böylece başkalarıyla da empati kurmayı, başkalarının duygularını hissetmeyi ve kendisini başkalarının yerine koymayı öğrenir. Eğer yetişkinler çocukla ilişkilerinde çocuğa bu tutumla yaklaşmıyorlarsa çocuklar zalimlikle özdeşleşirler. Çocuğun duygularını anlamayı denemeyen anne ve baba, çocuğa ileride başkalarının duygularını önemsememeyi öğretmiş olur. Bir başka deyişle, çocukların ağlamalarını umursamayan yetişkinler, “ötekini” önemsemeyen, merhametsiz ve empatiden yoksun çocuklar büyütüyorlar demektir.

Duyguların inkârı, çocuğu itaate zorlamak ve çocuğu kendi fotokopisi yapmayı hedeflemek bizde ne yazık ki eğitimin özünü oluşturuyor. Çocuk kendisine kötü davranan anne-babasını yüceltiyor. İşte burada zalim ve merhametsiz otoriteye itaat geleneğinin temelleri de atılıyor. Empati ve merhamet yoksulluğu çocuğun içinde bir boşluk oluşturuyor. İşte yetersizlik ve kendine güvensizlik bu yoksullukla da ilişkili. Bu boşluğu kendisinden güçlü saydığı anne-babayla özdeşleşerek, onlarla bütünleşerek doldurmaya çalışıyor. Bu durumda aslında tek başına olamayan, otonomiyi tanımayan, otoriteyi kaybetmemek ve kızdırmamak için onun her dediğini yapan, bağımlı ve itaatkâr bir kişilik var ediliyor. Daha sonra da kendilerine bir başbuğ, bir reis bulan bu kişiler itaat üzerinden kendilerini var ediyorlar.

Bu tip insanların bu zaafları “Führer”ler tarafından kullanılmaya çok müsait oluyorlar. Kutsal olarak sunulan bir yolda onları ölüme göndermek kolay olabiliyor. “Vatan, millet, Sakarya!” söylemini tutmasının bir nedeni de temeldeki hiçlik duygusu. Kendini hiç hisseden biri, vatan için ölerek bir kahraman olabiliyor. Gündelik hayatı başaramayan insanlar kendilerine layık görülen cennete gidebileceklerine inanıyorlar. Kendilerini bile sevmekte zorlanan bu insanlar, kahraman ve önemli olarak ölürlerse de Tanrı’nın özel ve en sevdikleri kulları olacaklarını düşünüyorlar.

Hiçlik duygusunu böyle büyüklük ve sonsuzluk narsisizmiyle beslediğinizde bu insanları durdurmak çok zor olabiliyor. Yaptıklarını bir zulüm ve terör olarak görmeleri de imkansız; çünkü narsisizmin insanı kör eden bir yanı da var! Narsizm kişinin bireysel beceri ve başarılarıyla dengelenemiyorsa ve insanlar hiçlik duygusu yaşıyorsa insanlar kolketif/grup narsizmine sığınarak kendilerini yüceltmeyi, narsizmlerini dengelemey çalışıyorlar.

Toplumda çok önemsenen eğitimle kendi hayatını kuramayanların kendilerini kolektif narsizm üzerinden dünyaya bedel görmeleri gibi...

TERÖRÜ KONUŞMANIN ZORLUĞU

Günümüzde terörizmi tartışmak çok zor. Yüz binlerce, hatta milyonlarca insanın teröristlikle suçlanması, on binlerce insanın ölmesi, yüz binlerce insanın terörizm gerekçe gösterilerek zulümle yaşamak zorunda bırakılması bu tartışmayı imkânsız hale getiriyor. Terör acı, zulüm, kan, can, ölüm demek... Çok acıtan bir konu ve milyonlarca insan dolaylı ve dolaysız bu acıya dahil.

Tartışma bilimsel olmaktan çok, yaşanan zulümlerden ötürü çok duygusal; bu yüzden hep öfke üzerinden yürüyor. Ayrıca devlet bu tartışmada sürekli belirleyici; kimin terörist olduğunu belirleme konusunda terör estiriyor! Devletin tanımlama gücünü elinde tutması, diskuru belirlemesi, enformasyonu denetlemesi bu konu üzerine konuşmayı daha da zor hale getiriyor. Devlet bu tartışmayı “hainlik, ihanet, devleti arkadan vurmak ve ülkeyi bölmek” üzerinden tanımlıyor, tartışmayı da bu düzlemde sürdürmeye zorluyor.

Televizyondaki ekonomi, sağlık, eğitim, din ve dışişleri tartışmalarında emekli emniyet görevlileri ve askerlerin olduğu bir ortamda terörü bütün boyutlarıyla tartışmak, terörü oluşturan nedenleri anlamaya çalışmak çok zor. Ayrıca “terörist” suçlamasına muhatap olmadan konuşmak da neredeyse mümkün değil! Ama tartışmayı bu çıkmazlardan kurtarmak gerekiyor, çünkü ölüm ve zulüm sürüyor. Acılar yeni acılar üretiyor.

Tartışmayı yer yer Türkiye dışına götürmek, Romalılar ya da Latin Amerika terörü üzerinden konuşmak, böylece bu öfkeden uzaklaşarak, konuya, yaşanan acılara mesafe koyarak düşünmeyi denemek gerek belki de. Bu tartışma devletin dışına taşınmalı; çünkü bu tartışmada devlet belirleyici, taraf ve hatta kendisi de terörün içinde. Tarih boyunca kötüyle mücadele edenler sıkça kendileri de kötü olarak bu kavgayı sürdürmüşler ve kendi kötülüklerini kutsalın arkasına gizlenerek yasallaştırmaya ve kabul ettirmeye yönelmişler. Faille kavga edenler de fail, bu anlamda. Bu tartışma zorunlu, çünkü iktidardakilerin kimin terörist olduğunu belirlediği bir ülkede hiç kimse güvencede değildir ve herkes terörist suçlamasının muhatabıdır.

GEÇMİŞ VE ŞİMDİ

İktidar sahiplerine düzenlenen komplolar ve suikastlar tarihte sıkça görülüyor. Caligula, Neron, Sezar... Romalılarda suikastlar ve tuzaklar bilinen bir yöntem. İktidarı kanlı bir biçimde kaybetme korkusu da çok eskilere dayanıyor. Bugün de olduğu gibi bu suikastların amacı düzeni sarsmak, güç dengelerini değiştirmek ve en önemlisi korku üzerinden güç

sahiplerinin kendilerini güvencede hissetmemesini sağlamak. Geçmişte terör ve şiddet üzerinden adını duyuran örgütlerden biri, lideri Hasan Sabbah olan Haşhaşiler. Hasan Sabbah, düşmanı/rakibi (mesela Selçuklular) olan yöneticilere saldırılar düzenleyerek bir korku iklimi yaratıyordu. Bu suikastlar askeri bir stratejiydi; çoğu kez Cuma namazında toplanan kitleler önünde sergileniyordu. Böylece katliamla hem ün kazanılıyor, hem halka korku salınıyor hem de insanlara “Hiçbir yerde güvende değilsiniz”, “Size her koşulda her yerde ulaşırız”; mesajı veriliyordu... İntihar eylemleri de çeşitli yöntemlerle ve savaş dönemlerinde uygulandı. İkinci Dünya Savaşı’nda Japon pilotlar kamikaze uçuşlarıyla intihar ederek düşmanlarına en fazla zararı vermeyi hedefliyorlardı. Hitler de benzer yöntemleri çevresinden ve Alman halkından istemişti.

Politik cinayetler İslam'ın ilk dönemlerinde başladı ve üç halife suikast sonucu öldürüldü (Bernard Lewis,2003, Die Wut der Arabischen Welt, Campus Verlag, s. 155). Osmanlılarda da yönetici öldürmeler, sultanlara suikastlar var ama bu sistemin içinden geliyor dışarıdan değil. Haşhaşilerin terörü de genelde Müslümanlara yönelikti. Haşhaşiler terörlerinde kılıç, mızrak değil de sadece hançer (bunun bir diğer anlamı kurbana olabildiğince yakınlaşmak, bedensel temas ederek öldürmek) kullandılar (Lewis, s. 157). Haşhaşilerin yaptıkları eylemlere aslında siyasi suikast terimi daha uygun. Günümüzde terörün birinci amacı öldürmekten öte çok ses getiren eylemler yapabilmek ve terörü geniş medyaya taşımak. Günümüzde de çok ölümlü olayların sansasyonelliği terörü çok insan öldürmeye yöneltiyor.

Bu tür eylemlerin günümüzdeki terörle ortak yanları var. Bugün de terör olaylarından bildiğimiz gibi, insanların hiçbir yerde kendini güvende hissetmemesi terörün ilk hedeflerinden biri. Suikastçı kendini uzun dönem gizliyor, daha sonra verilen emre uygun şekilde faaliyete geçiyor. Ayrıca seçilen insanlar ve verilen görev ölesiye gizli tutuluyor, bu eylemler intihar saldırıları biçiminde. Eylemi yapan da yakalanıp cezalandırılıyor. Eylemci davası için ölümü göze alıyor. Suikastçı bu eylemi yapmasını dinsel nedenlere de dayandırıyor. Bu suikastlarla daha güzel bir hayatın oluşmasına katkıda bulunduğuna inanıyor, yani kutsal bir eylem yaptığını sanıyor. Kutsal bir iş için ölmek ise şehadet mertebesine ulaşmak demek. Terörün dinsel açıdan gerekçelendirmesinin uzun bir tarihi var ve yeni bir fenomen değil. En temel ortak hedef hem halka hem de yöneticilere korku salmak, düzeni destabilize etmek.

*Arno Gruen, Wider den Terrorismus (Stuttgart: Klett-Cotta Verlag, 2015)

Devam edecek...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi