Seri ve sürekli travma

Ülkemizdeki azınlıklar/ötekiler için sürekli travma ve süreç olarak travmadan söz edebiliriz. Mesela Madımak yaşanan travmanın zirvesidir. Sünni Türklük başka yerde başka zamanlarda isterse bu zirveyi tekrar ediyor/edebiliyor. Maraş, Çorum, Sivas gibi...

Diktatörlüklerde devletin radarına takılan insanların yaşadıklarının travmatik etkisi, travmadan yıllarca sonra bile devam edebiliyor. Nazi döneminde takibe uğramış Yahudilerle çalışan psikiyatristlerin, geçmişte yaşananları göz önünde bulundurmamaları nedeniyle yazdıkları bilirkişi raporlarının çok hatalı olduğunu belgeler William G. Niederland .[1] Dolayısıyla zorunlu göç, tehcir, toplu imha yıllar sonra da travmatik izler bırakabiliyor.

Psikanalist Hans Keilson, seri travma/dizi/ardışık travma kavramını geliştirmiştir.[2] Keilson, Yahudi çocukların Nazi döneminde Hollanda’da yaşadıkları çeşitli travmaları inceler. Bu travmaların benzer ve ayrışan yanları vardır. Burada dikkat çeken şey travmanın bir anlık, kısa süreli bir olay olmaktan çok bir süreci kapsamasıdır ve bu süreçte çeşitli etaplarda çeşitli zulümler yaşanmıştır.

Yahudi çocukların yaşadığı travmaları üç döneme ayırır.[3]

Başlangıç travması: bu dönemde çocuklar yurtlarından, ailelerinden aniden koparılırlar. Psikolojik olarak hazırlanmamışlığın travmatik etkisinin yanı sıra çocuklar içinde gizlenme, takibe uğrama yani normalitenin bütünüyle kaybolması durumu başlar. Burada sadece aileye şiddet uygulanmaz; ailenin onuru incitilerek, aşağılanarak travmatik ağır bir etki de yaratılır. Bu travmatik olay travmaya dönüşür, çünkü çocuğun korunma alanlarının tümü de yok edilir. Aile, ev, yuva, sosyal çevre ve bu aşamadan sonra sürekli bir ‘güvensizlik hali’ başlar. Bu durum travmatik etkinin azaltılmasına olanak vermez.

İkinci dönemde çocuklar yeni yaşam alanlarına nakledilirler: toplama kampları. Bu nakledilmede şok travma denilen bir şey yaşanır (ekstrem travma). Bu dönem geleceğin, gelecek umudunun olmadığı, hastalık, bakımsızlık, sürekli ölümle yüz yüze olunan dönemdir.

Üçüncü dönemde ise toplama kamplarından kurtulan çocukları yeni yaşam olanaklarının araştırılması ve bunun organize dönemi ve buna bağlı travmatik olaylar anlatılır.[4]

Keilson’un travma kuramı aslında soykırım dönemini anlamaya yardım ediyor. Soykırımın başlaması ve travmatik olaylar, tehcir ve tehcirdeki travmatik olaylar ve sürgündeki travmalar... Bazı travmatik olaylar aslında muhacirlerin yaşamlarına da aktarılarak anlaşılabilir. Daha sonra travma yaşamış göçmenlerin geldikleri ve yurt edinmeye çalıştıkları Anadolu’da mağdurluktan failliğe dönüşümleri ve bu insanların Anadolu'daki ‘öteki’lere hınçlarının nasıl oluştuğu da bu kuramlar göz önünde tutularak anlaşılabilir.

Sürgüne zorlanan Kürtler, Maraş ve Sivas’ı terk etmek zorunda kalan Alevilerin, bu ülke solcularının çeşitli dönemlerde yaşadıkları ortak ve ayrışan yanları olan seri travmalarına bu bilgilerle yaklaşılabilir. Burada en belirgin olan ortak yan ise bu insanların travma süresince hukukun olmadığı bir alanda bu zulmü yaşamları ve hiçbir haklarının olmaması. Devletin, Sünni Türklüğün ‘öteki’ olanları maruz bıraktığı çeşitli travmalar.

Ülkemizdeki azınlıklar/ötekiler için sürekli travma ve süreç olarak travma'dan söz edebiliriz. Mesela Madımak yaşanan travmanın zirvesidir. Ama Aleviler üzerindeki tehdit ve dışlanmalar başka travmatik etkiler yaratıyor. Sünni Türklük başka yerde başka zamanlarda isterse bu zirveyi tekrar ediyor/edebiliyor. Maraş, Çorum, Sivas, Gazi Mahallesi, Gezi (Gezi’de öldürülenlerin biri hariç hepsi Alevidir) gibi. Bu tehdidi de sürekli güncel tutuyor. Alevilerin başka meselelerde yaşadıkları kuşkusuz birer olumsuzluktur ve bu olaylar travmatik etki yapmaz. Ama psikanalizde birikmiş travma dediğimiz travma oluşuyor: Sürekli yaşanan olumsuz olayların birikmesiyle oluşan travmatik etki. Bu travmaların sakin, barışçıl, travmanın tekrarının olmadığı durumlarda etkisi azalabiliyor... Oysa devletin her gün birçok kontekste Alevileri aşağıladığı ortamda bu mümkün değil ve travmatik süreç devam ediyor.

Bireysel travmada faillerin anlatımı, travma çalışmasında önemli yer tutar. Bu kaçınılmazdır ama bunun bir diğer anlamı da mağdurum travma çalışmasında ihmali ve failin önemsenmesidir. Angela Kühner kolektif travma kavramının kullanmanın olumlu yanının mağduru öne çıkarması olduğunu, böylece de mağdurun ihmal edilerek önemsizmişçesine davranılmasının etkisini azalttığından bahseder.[5]

Travmalarda özellikle de kolektif travmalarda bir olgu yaşanır: negatif simbiyoz.[6] Simbiyozede taraflar birbirlerinden karşılıklı olarak yararlanırlar. Negatif simbiyozede taraflar birbiri olmadan yapamazlar, ama birbirlerinden yararlanamaz, birbirlerine travmayı anımsattıkları için de zarar verir, negatif etkilerler. Yahudiler ile Almanlar arasında Holokost üzerinden tezat/aksi bir ortaklık/müştereklik (gegensätzliche Gemeinsamkeit) oluşur. Yaşanan ortak facia ve zulüm üzerinden fail ile mağdur arasında yoğun bir ilişki olur negatif bir simbiyozede. Yani travma çalışması sadece mağdurların değil faillerin de meselesi olur.

Kühner üç farklı kolektif travma fenomeninin altını çizer:

a) Kolektifleştirilen travma (kollektiviertes Trauma): Yaşanmış travmatik bir olay travmaya dahil olanların kimliğinin parçası olur.

b) Başka uzmanların ikincil travma olarak kavramsallaştırdıkları travma. Olayı yaşamayanların mağdurlarla kısmi özdeşleşmeleriyle oluşan kolektif travma. Mesela Kürtlere yapılanların bölgede yaşamayanlar üzerindeki travmatik etkisi.

c) Kolektives travma: Bir grubun travmatik bir olay yaşaması.[7]

Travmayı travma yapan yaşanan acı değildir. Bir kötülükle karşılaşınca insanların verdiği normal tepki ya kavga ederek kendini zulümden korumak ya da kaçmak, zulme bulaşmamayı denemek. Travma kaçmanın ve dövüşmenin imkânsızlığının yarattığı teslim olma, yenik düşme halidir. Travma insanın eline ölümün bile geçememesi halidir. Acıya katlanmamak, onursuzlaşmamak (travma insan onuruna saldırıdır, onun insan olma halini, onurunu yok sayar) için insan ölmeyi ister. Ölmek bile elinden alınmıştır. İşte bu en son ve en büyük özgürlüğün elinden alınması yaşanan çaresizliği sonsuz ve sınırsız çaresizliğe evirir.

Kurgusal travma, kolektifleştirilmiş travmadır. Kolektif travma sonrası yapılanlar daha önceki kötülükleri gizlemek için örtü olarak kullanılabilirler. Mesela bir selde insanlar işledikleri cinayetin cesedini de selin önüne bırakarak, cinayeti travmanın sonucuna ekleyebilirler. Ya da deprem sonrası yıllardır gizlenen bir katil depremde tüm belgelerini kaybettiğini söyleyerek yeni bir kimlik edinebilir. Bazı travmalar geçmişin kötülüklerinin üzerini örtmek için kullanılabilir.

TÜRK KİMLİĞİ DE TRAVMATİK BİR KİMLİK

Geçmişten bugüne yaşanan kolektif travmalar Türk Kimliği’ni travmatik bir kimlik yapıyor. Bu ülkede yaşayan her grup çeşitli bağlamlarda travmalar yaşadı/yaşıyor. Son on yıllarda Türk Sünni kimlik bir daha mağdur olmama adına fail kimliği geliştirdi. Nihayetinde bu fail kültürü ve anlatısı oluşturuldu. Üstelik fail yanı da mağduriyet anlatısıyla gizliyor, üzerini örtüyorlar.

BİRİKEN (KÜMÜLATİF) TRAVMA

Bazı travmalar insanın anımsayamayacağı zamanda olur. Çocuk yaşlarda yaşananlar anımsanmazlar. Bu, ancak insanlarla çalışırken, aktarım ve karşı aktarımda anlaşılabilir. Özellikle psikanalistteki bedensel karşı aktarım reaksiyonların analizinde bunlar bazen anlaşılabilir. Bazen de çocukluk dönemine ait anne/baba/yakınların anlatımlarıyla oluşturulan bir kurgu vardır ve bu kurgusal travmaya dönüşebilir. Psikanalist M. Masud Khan’ın kurmsallaştırdığı ‘kümülatif travma’[8] da çocukluk dönemlerindeki travmatik bir olguyu tanımlar: Anne çocuğun gelişebilmesi için çocuğun etrafına negatif dış etkilerden korunması için bir korunma alanı yaratır. Bazen anneler bu alanı yaratamaz/yaratmazlar. Böylece çocuk yoğun negatif dış etkilere maruz kalır ve bu etkiler çocukta travmatik etki yaratır. Annenin ‘yardımcı-ben’ işlevini yerine getirememesinin sonucunda oluşan travma.

Khan’ın ‘biriken=kümülatif travma’ kavramsallaştırmasını toplumlar için de düşünebiliriz. Kişinin yaşadığı toplum kişiyi/azınlık grubu kollama, koruma görevini yerine getirmiyorsa ve kişiyi/gruba kötü davranıyorsa, bu durum travmatik etki yaratabilir. Mesela Kürtler Kürtçe konuşmasın demek travma yaratmaz. Aleviler Müslüman değildir de öyle. Ama bunun sürekli yapılası, grubu sürekli dışlamak ve aşağılamak sonunda biriken travma etkisi yaratır. Bu tür söylemler kişinin özüne, kimliğine saldırıdır aslında.

EKSTREM DURUM/EKSTREM TRAVMA

Psikanalist Bruno Betteilheim 1938’de tutuklanır. Nazi toplama kamplarında yaşadıklarını daha sonra psikanalizden geçirir ve Hayatta Kalma Eğitimi başlığıyla yayımlar.[9] Tutuklanma anı ve orada yaşadıkları ve duygusal boyutları, kampa götürülüşünü, kampta yaşananları ve psikolojik yıkımları ayrıntılı olarak yazar. Ekstrem durum/hal ve ekstrem travma kavramlarını bu olağanüstü travmatik durumlar için kullanır.[10]

Deprem bir travmatik durumdur ama biter. Deprem sonrası insanlar yeniden yapma, yeniden kurma, tamir etme derdine düşerken aslında depremin psikolojik etkilerini de onarmayı denerler. Ekstrem travmada (mesela işkence, diktatörlüklerde tutukluluk ve her an öldürülme tehdidi) ölüm bile insanın eline geçmez. Ölümün bile yasak olduğu, yani sadece failin keyfiliğine kalma hali. Hiçbir savunma mekanizmasının işlemediği, travmanın ne zaman biteceğini bilememeniz. İnsanlar iktidara yanaşarak, onlardan taraf olarak kendilerini koruyabilirler bazı diktatörlüklerde. Nazi döneminde bir Yahudi’nin Nazilere hizmet etmesi veya savunması, onlara yapılanların derecesini azaltmıyor. Yani kişinin kendini koruyabileceği hiçbir alan yok. Ayrıca öleceğinizi size sürekli gösterip ama ne zaman öldürüleceğinize sadece onların karar veriyor. İnsanın bu durumda tehditten ve baskıdan kurtulmak için ölümü dahi ister hale gelmesi.

KURGUSAL TRAVMA

Yer yer karşılaştığımız bir fenomen var: İnsanların kendilerine kurgulanmış bir hayat hikâyesi bulmaları. Özellikle göçenler vardıkları yerde tanınmıyor olmanın özgürlüğüyle kendilerine seçilmiş ve kurgulanmış bir geçmiş buluyorlar. Sosyal medyada rumuzların, seçme isimlerin de benzer bir işlevi var. Bu kurgu kimliklerde o insanların arzuları, korkuları, idealleri, kendilerinde yaşamaya izin vermedikleri yanları gizli. Ayrıca kendilerinde bastırdıkları yanları bu kurgu kimliklerde dışa vurabiliyorlar.

Bazı travmaların çocuk yaşlarda yaşanabileceğinden anımsanmayabiliyor. Mesela bir çocuğun iki yaşındayken atlattığı bir kaza, bir travmatik an kişi anımsamasa bile travmatikleşebilir. Anne/babanın anımsarken yaşananı yeniden görüntüleştirmesi ve bu görüntünün anlatma anında da oluşturduğu dehşetin sonucu yoğun duygusallaştırma burada etkili olabiliyor. Anne çocuğun yaşadığı anı anlatırken dehşet içinde, korku ve acıyla anlatıyor. Çocuk kendisi bilinçli anımsamasa bile bu anlatının üstlenilmesiyle bir travmayı da üstleniyor. Burada kurgulanmış travma etkisi ortaya çıkıyor. Burada anımsanmasa bile bu olayın bilinçötesinde depolanmış olması da rol oynuyor.

Freud'un sözünü ettiği ve çocukların mutsuzluklarında kendi fantezilerinde kendilerine ideal anne/baba yaratarak kendilerine ‘aile romanı’ yazdıklarından bahseder.[11] Çocuk yaşadığı zor realiteyi yaşanabilir kılmak için iç dünyasında kendisine güzel reel hayata paralel bir dünya yaratır. Bu kurgu aile romanı çocuğun kötülükle baş etmesine yardımcı olur. İnsanlar yetişkinliklerinde de benzer romanlar yazar, kendilerini kurguladıkları bir hayatta yaşıyormuş gibi sayarlar. Yani kurgulama ve hayal alemiyle bir alternatif hayat yaratma çok bilinen bir olgudur.

Ekonomik nedenlerle Avrupa’ya gelen ve burada kalmak için sığınmacı statüsüne başvuranlarda da benzer bazı durumlar gözlemlenebilir. Hiç de politik olmayan bu insanlar politik nedenlerle başvuruda bulunabildiklerinden kendilerine kurgulanmış politik bir geçmiş oluşturuyorlardı. İnandırıcı olmak ve başvurularının kabul edilmesi için de kendilerine Avrupa’da da politik bir yaşam ve sosyal çevre yaratabiliyorlar. Bir dönem sonra hangi geçmişin kurgu hangi hayatın gerçek olduğu birbirine karışabiliyor ve insanlar kurguladıkları geçmiş üzerine reel bir hayat kurabiliyorlar.

Ülkeyi terk etmek insanların bilinçötesinde suçluluk duygusu da yaratabiliyor. Aileyi arkada bırakmak, zor günlerinde yanında olamamanın suçluluğu. Sığınmacı olmak kaçmak, sığınmak demek. Kaçmak ise korkaklık. Kaçmanın suçluluğu, korkaklık kahramanlık anlatısına da dönüşüyor ve bir iç denge kuruluyor. Sığınmacılık kendini ve aileyi kurtarmak için yapılan bir eylem olarak görülüyor. Zamanla bu öyküler ve anlatılar hayat hikâyesine gerçeklik olarak eklemlendi. Kısacası kurgusal anlatıların çok güçlü ve kalıcı bir yanı var. İşte buna benzer olgular ulus tasarımlarında görülebilir. Burada da siyasal İslamcıların hep kullanageldikleri ve topluma kabul ettirdikleri ‘kendilerine zulüm yapıldığı’ anlatısının bir travma gibi sunulduğunu, dolayısıyla bu anlatının bir ‘kurgusal travma’ olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Bu travma anlatısında bilinen propaganda teknikleri kullanılıyor. II. Ramses, Kadeş Savaş’nın kazananı değilken savaş sonrası yaptırdığı devasa eserlerle savaşın kahramanı olarak kendisini takdim etmiştir. Bu muhteşemlik, devasa yapıtlar Ramses’in muhteşemliğine dönüşmüştür insan hafızasında. Yani kurgu, propagandayla birleşince ‘psikolojik kitle’ oluşabiliyor.[12] Bu kitle farklı mekânlarda yaşasa bile bu anlatılar nedeniyle birbirlerinin çok uzağında benzer duygulanımlar gösterebiliyorlar. Modern propaganda insana yaşadığı duyguların kendilerine ait olduğu ve davranışlarının kendi iradesiyle olduğu duygusu verebiliyor. Grubun üyeleri, cemaat yaptıkları ayinlerle kendi aralarındaki bağları güçlendiriyorlar. Dinsel ritüellerin bilinen bir özelliği olan ‘kontrollü regresyon’[13] sayesinde çocukluğun narsistik konularını canlandırıp yeniden yaşayabiliyor. Grup kendi içinde kenetleniyor ve grup dışındakilerle araya kalın duvarlar örülüyor. Burada ilkel bir parçalanma oluyor, biz ve düşmanlar keskinleşiyor. Bu durumlar psikolojik bir gerçeklik yaratıyor ve bu gerçekliği konuşmak çok zorlaşıyor.

Aynı kurgu etrafında toplananlar birbirlerine tutunarak var olabiliyor ve ilerleyebiliyorlar, toplumsal hiyerarşide yükselmek de karşılıklı kollama ve destekle mümkün olabiliyor. Bu grup üyelerini birbirlerine varoluşsal bağımlı hale de getiriyor. Birbirlerine sıkıca kenetleniyor, adeta ikiz kardeşler gibi birbirlerini kolluyor ve sahip çıkıyorlar.

Bu ülkede son yüzyılda birçok travma var. Zulüm 1915’ler ve öncesine götürülebilir. Alevilere uygulanan sistematik dışlama, aşağılama, bazen de katliamlar. Maraş, Çorum, Sivas, Madımak. 68 Hareketi ve geçlere yapılan sistematik zulüm, işkence… 12 Eylül faşizmi… İşkenceler, idamlar, ölümler… Kürtler, Kürtler… On binlerce ceset, hapishaneler, işkenceler… Binlerce insanın ülkeden kaçması, gönüllü sürgün… Son yıllarda da Fetö olarak adlandırılan terör… Bu kadar zulüm, baskı, sistematik kötülük…

Kurgusal travma bazı olumsuzluklar üzerinde oluşturulan travma anlatısıdır. Yani anlatılarak üretilen, üretildikçe de gerçekliği sorgulanamayacak hale gelen hikâyeyi kastediyorum. Hikâye anlatılırken, ötekine devredilirken estetize ediliyor, daha inandırıcı ve kolektif hale geliyor. Bu ülkede tekil olayları saymazsak sanıyorum bu ülkede sistematik olarak Sünni Türklük bu kimliğinden ötürü zulüm görmedi. Zaten bu devlet bu kimlik üzerine inşa edildi. Ama bu ülkede öteki olanlar zulmün adresi oldular.

Kurgusal travmaya en güzel örnek İslamcıların anlatılarıdır. Erdoğan tutuklandı. Bu olumsuz bir olaydır ama travma değildir. Üniversiteye başörtüsü yüzünden alınmayanalar çok kötü bir muamele gördüler kuşkusuz. Ama bu da bir travma değildir. Travma olabilmesi için insanların seçeneklerinin, olaydan kaçınabilme olanaklarının da olmaması gerekir. Sonsuz bir kimsesizlik, çaresizlik ve umutsuzluğun olmaması, insanın edindiği savunma ve var olma mekanizmalarının kişiyi korumaya yeterli olmaması gerekir… Çoğu uydurma bir travmadır. Gezi’de anlatılanlar bunun en bilinen kanıtıydı. Kurgusal travmalar insanların fail ve suçlu yanlarını gizlemeye de hizmet eder. Kurgulanmış travmalarla gruplar kendi zulümlerini de temize çekmeyi deniyorlar. Fetö’cü olarak adlandırılan gruba yapılan zulümler de zaten mağduriyetle gerekçelendiriyor. Yani failler mağdurdan daha çok ağlayarak kendi suçlarını bazen bastırıyorlar.

Batılılaşmayla ve modern devlet olma tasarımına bağlı olarak dinsel otoritenin güç kaybının narsistik incinmesi üzerine kurulu bir travma anlatısı. Son yıllarda dinsel otorite gücüne ve gösterişine kavuşmasına rağmen masumiyet anlatısından vaz geçilmiyor. 1915’le başlayan ve sistematik olarak sürdürülen gerçek bir travma da var ama. Bu ülkede gayrimüslim nüfusundaki azalma bunun kanıtı galiba.

SÜREKLİ TRAVMA VE KOLEKTİFLEŞTİRİLMİŞ TRAVMA

Kurgulanan travmanın algılanabilmesi için halkın da bu durumu kabul etmeye yatkınlığının olması gerekir. Her kurgulanmış travma kabul görmez. İnsan bireysel gelişiminde birçok travmatik anlar, olaylar yaşar. Toplumun ve ailenin tutumu, kültürdeki travmanın etkisini azaltacak etmenler yaşananın travmaya dönüşmesini engeller (mesela yaşadığımız ve bize çok acı veren hastalıklar). Ailenin iyileşeceğimize inancı, bakımımızı üstlenmesi, sağlık sisteminin iyileşeceğimiz duygusunu bize vermesi ölüm korkumuzu azaltır ve bu tutum bizde yaşadığımızın travmaya dönüşmesini engeller. Bazen insan travmatik olaylardan daha acı veren durumlarla karşılaşabilir ama bu travma olmaz. Başka bir örnek: İlkokul çağındaki bir erkek çocuk için sünnet bir travma anıdır. Hiçbir mantıklı gerekçesi yokken bir çocuğun vücudunun anne/babanın isteğiyle deforme edilmesidir sünnet. Mantılı açıklamanın yerini kutsal alır. "Böyledir, olması gerekir, inancımız gereğidir." Bu açıklamaların hiçbiri aslında açıklama değildir. Travmatiktir bu an çünkü çocuğun bedensel bütünlüğünü koruma görevleri olan anne/baba çocuğa kanlı müdahaleye izin veriri. Ama bu kanlı, acı veren an her erkekte travmatik bir etki bırakmaz, çünkü kültürde travmanın etkisini azaltıcı ritüeller ve önlemler vardır.

Ailenin onaylayıcı ve çocuğa destek olunan tutumu da travmayı çoğu kez önler. Mesela ülkedeki zorunlu göçler (yoksulluk, siyasi baskılar), sürgünlük psikodinamiği yaratır ama insanlar geleceğe, göçülen yere umut projekte ettiklerinden bu sürgünlüğü bir yığın travmatik olay yaşansa dahi kalıcı travmaya dönüştürmeyebilirler. Ama bu tür travmaya dönüşmeyen ama travmatik olaylar yaşamış olanlar travmatik anlatıları kendi yaşadıkları travmayla benzeştirdiklerinde anlamaları ve empatik davranışlar göstermeleri kolaylaşır. Anlatılanın kendi yaşantılarında da karşılığı vardır. Dinsel anlatıların başka bir özelliği ise bazı dinsel ritüelleri gerçekleştirmekteki zorlukların kişinin ve sosyal çevrenin yarattığı zorluk gibi anlaşılması. Uzun yaz günlerinde çalışan insanlar için oruç tutmanın epey zor olduğunu biliyoruz. İşte bu zor durumu tanrının yarattığını düşünmek yerine oruç tutmayı zorlaştırdığını sandığımız kişilere kızgınlığa dönüştürebiliyoruz. Mesela bize oruçluyken ağır iş veren patrona, karşımızda su içene kızabiliyoruz (hatta saldırılara, öldürmelere, cinayete varabiliyor). Dinsel kontekste, zorluk ve zulüm anlatısına inanan insanın kabul etme yatkınlığı var oysa...

Bu coğrafyada çeşitli doğal afetler (deprem, sel, fırtına, kuraklık, yangın vb) yanı sıra yıllardır süren çeşitli iç savaşlar, soykırımlar gibi travmatik olaylarla ilgili epey deneyim var. Ahmet İnsel, tarım kesimindeki yoksulluktan zenginliğe kaçmak için kentlere göçenlerin kentlerde bu insanlara zenginlik yerine kent fukaralığı sunduğunu, yaşanan ekonomik krizlerin de insanlarda 'çaresizlik sendromu' yarattığını yazar.[14] Böyle bir durum kaçınılmaz olarak irrasyonel çözümleri gündeme getirecektir: ırkçılık, dinsel konseptler, düşman arayışları…

Travmaları kontrol edemeyenlerin, devlete gücü yetmeyenlerin buldukları 'günah keçileri'ne (René Girard) [15]suçu yükleyerek, görünmez olanı kişileştirmek ve nesnelleştirmek ve böylece kendini savunuyor ve korunuyormuş gibi yapmak. Girard ‘günah keçisi’nin mağdurun suçla ilişkisinden bağımsız suçlanmayla ilgili olduğunu yazar. Yani kişi/grup (Girad Yahudileri örnek olarak seçer) bir faciaya sebep olmakla suçlanır. Ama suçlanan kişi/grubun suçla ilişkisi yoktur. Suçlayan toplumun bir sorumlu ve suçluya gereksinimi vardır. Günah keçisi de bu sorumlu arama gereksiniminden doğar. Son yıllarda ülkedeki her sorunun suçlusu da zaten FETO, Kürtler, Gezi’dir. Burada azınlıklar ilk akla gelen suçlular ya da günahkârlar… Aynı kişiler benzer şekilde bireysel çözümlerin de peşine düşerek ülkeden kaçma projeleri geliştirirler. İşte yaşanan kriz durumları diğer travmaların belirtilerinin yanı sıra 'çaresizlik sendromu'nu ve irrasyonel çözümleri de canlandırır. Biraz bu konuları kışkırtıcı ve sorgulayıcı ele almak istiyorum. Toplumun onlarca yıldır yaşadıkları düşünülünce aslında bu coğrafyadaki bir 'sürekli travma hali'nden söz etmek gerek.

Herkesin tanıdığı bir realiteden bahsedelim. Son on yıllarda yaşanan göçler her ne kadar gönüllü gibi görünse de fukaralıktan ve yaşam standardının ve koşullarının (iş merkezlerinin kentte yoğunluğu, eğitim, ulaşım, sağlık gibi) kentte daha iyi olmasından kaynaklanıyor. Koşullar insanları kente göçe zorladı. Bu anlamda gönüllü göç aslında birer sürgün özelliği de taşıyor. Gurbet türküleri, kentte uyum zorlukları, dilsel zorluklar ve kurumsal işleyişe yabancılığın zorlukları, iş ve barınma sorunun çözmedeki zorluklar, travmatik renkler ve özellikler de taşıyabiliyor hatta. Bu ayrılıkların yeterince yaşanmamış acıları ve yitirmenin tutulmamış yasları var. Kente varıldığında uyum ve var olma çabalarında, bugünü kurtarma ve geleceği kurma telaşı arkaya bakmayı da engelledi, engellemeye de devam ediyor.

Devam edecek

[1] Folgen der Verfolgung: Überlebenden-Syndrom Seelenmord [Takip Edilmenin Sonuçları: Yaşıyor olma Sendromu, Ruhun Katli] (Suhrkamp Verlag, 1980).

[2] Sequentielle Traumatisireung bei Kindern (Psychosozial Verlag, 2005).

[3] age, s. 56.

[4] age, s. 58.

[5] Kühner, age, s. 24.

[6] age, s. 25.

[7] age, s. 27.

[8] Selbsterfahrund in der Tharapie (Kindler Verlag, 1977), s. 50-71.

[9] Erziehung zum Überleben (DTV Verlag, 1982).

[10] age, s. 20, 58, 130.

[11] Sigmund Freud, Gesammelte Werke (Ideenbrücke Verlag, Kindle-Version), pos. 250.

[12] Jacques Ellul, Propoganda wie die Öffentliche Meinung entsteht und geformt wird (Westend Verlag, 2021), s. 25.

[13] Esther Schulz-Goldstein, Die Sonne blieb stehen [Güneş Asılı Kaldı: Dersim Soykırımı 1937/38] (Novum Verlag, 2013), Cilt 2, s. 47.

[14] Türkiye Toplumunun Bunalımı (İletişim Yayınları, 2021), 2. Baskı, s. 327.

[15] Der Sündenbock, 1988, Benziger Verlag, s. 47


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi