Madımak olayı, linç toplumu, linç geleneği

Lincin geleneğe dönüşmesi yetkililerin güruha hoşgörüsüyle mümkündür. Bu tür hoşgörüyü yöneticiler halkın çabuk tahrik olmasıyla savunurlar. Bu korumacı tavır lincin koşullarını da yaratır/kolaylaştırır.

Sivaslılar kendilerine yapılmış bir haksızlığın intikamını almanın peşindeydiler. Ama bu haksızlık reel, yaşanmış hadiseden ötürü değil kurgulanmış bir haksızlıktı. Algılamadaki çarpıtma ve bunun sonucu oluşan yoğun duygulanma ajitasyonlarla bir yöne kanalize edildi. Haksızlık varsa hakkın yerine getirilmesi, haksızlığın da giderilmesi gerektiğine inanıyorlardı insanlar. Bu tür vakalar kendi “önderler”ini de olay içinde yaratıyor. İşte bu insanlar pozitif duyguların öne çıkmasını sloganlarla (burada tekbir slogan gibi kullanıldı) çığlıklarla engellediler.

Cezalandırmaların, intikamların (mesela verilen zarar kadar zarar vererek cezalandırmak), hatta savaşların da kuralı var... Madımak’da hiçbir kural, hiçbir sınır yoktu. Tüm sınırların olmadığı hal aslında psikotik bir haldir de... Madımak hiçbir insanın hiçbir hakkının olmadığı yerdir. Savunma, korunma, yardım isteme, yaşama, soluk alma hakkının da olmadığı otel. Otel... Yabancıların yabancı bir yerde kendilerine o yabancı yerde kaldıkları sürece “evi”ndeymiş duygusu veren yer. Kaldığı sürece bu kamusal mekânı bireyselleştirir, kendine ait yapar. Otel insan oranın yabancısı olduğu duygusunu vermek, bu durumu unutturmamak için de oteldir aslında... İnsan çok yerde ölebilir... Ama otelde ölmek, ölüm için hayal edilemeyen bir mekandır...

ÖLÜM ŞÖLENE ÇEVRİLDİ

Linç konusunda kapsamlı bir çalışma yapmış olan Tanıl Bora güruhtan söz eder: “Değersiz kalabalık, ayak takımı, sürü... Linç eylemi, ona kalkışanları, ona kapılanları güruha dönüştürür" (Türkiye’nin Linç Rejimi, İletişim Yay., 2021). Haksızlığa uğradığını düşünen güruh bilateral adaleti (göze göz, dişe diş) sağlamak için hukuku ortadan kaldırır. Davalı ve davacının öfkeli karşılaşmalarında üçüncü bir kişi, kurum (mahkemeler) arada olmadığı için öfke dinamiği etkin olur. İşte bu karşılaşmada kurallar (hukuk) yoktur. “Linç hukuku hukuksuzluk demektir” (s. 13) ve “kalabalığın azınlığı çiğnemesidir... korunmasız, çaresiz durumundakine saldırmaktır” (s. 14). Burada sonucunun nasıl olacağı, sonucun kestirilemeyeceği bir durum çıkar ortaya ve burada haksızlık, adaletsizlik doğallaşır ve meşrulaşır (s. 13).

Yaşanan canice bir olaya tepki olarak geliştirilen intikamdan farklıdır, burada sözü edilen haksızlık çoğu kez kişisel değildir. Yani yapılan ya da varsayılan bir haksızlıktır tepkinin nedeni. Sivas’ta insanlar kendi yaşamlarına (mıntıka, hükümranlık alanı) müdahale, taciz gibi algılayarak “Müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayız” tavrı sergilediler. Yabancılar gelip buralarda borularını öttüremezlerdi... Böyle bir linç girişimi ölümle de bitebilir. Mesele mağduru öldürmek değildir sadece. Onun ölürken çektiği acıyı izlemek ve gözlemek, ölüme sadistçe refakat etmektir bir anlamda amaç. Bu süreçte güruh pozitif duyguların şartelini sanki kapatır. Öfke ve intikam duyguları sürekli ayakta tutulmak için naralar, sloganlar atılır. Bu korkuyu yenmek içim (öldürme tabusunu geçebilmek için de) uygulanır. Ölümün seyircisi olmak şölene çevrilir...

Linçin geleneğe dönüşmesi yetkililerin güruha hoşgörüsüyle mümkündür. Bu tür hoşgörüyü yöneticiler halkın çabuk tahrik olmasıyla savunurlar. Bu korumacı tavır linçin koşullarını da yaratır/kolaylaştırır. Sivas, Çorum, Maraş... Öncesi de var. “6/7 Eylül olayları, Türkiye tarihinin vahim linç vakalarından birisidir” (s. 23). “Milletin haklı tepkisi”, “milli refleks” ya da “milli öfke” (s. 37) söylemi bu güruha millilik kazandırmanın yanında masumlaştırıyor ve suçu da meşrulaştırıyor. Devlet ve yöneticiler “rıza üretim mekanizması” oluyor sanki.

Almanca Vogelfrei kavramı var. Vogel=kuş, frei= özgür demek. İnsanın aklına kuş gibi özgür çağrışımı gelse de kavram çok başka bir anlama geliyor. Ortaçağda alışverişler yazılı değil de el sıkışarak yapılıyor, sözünü tutmayanalar ise krallar tarafından cezalandırılıyor. Bazı kişiler bu cezadan kurtulmak için kaçıyorlar. İşte bu durumda kral bu kişiye kuş özgürlüğü tanıyor, yani bu insanın hiçbir hakkı yok ve bu kişinin öldürülmesinin bile kötü sonucu yok. Yani insanı öldürme özgürlüğü adeta... Madımak da insanlar işte “öldürülmelerinde hiçbir sakınca yok” olarak ilan edildiler. Devlet, otorite bu güvenceyi katillere dolaylı olarak verdi.

HIZIR PAŞA VE PİR SULTAN ARASINDAKİ GERİLİM

Hızır Paşa ve Pir Sultan arasındaki gerilimde Sünnilik ve Alevilik arasındaki haset ve öfkeyle de karşılaşırız. Pir Sultan bir ahlakı, bir tutumu, bir pozisyonu, yani üst-beni temsil eder. Üst-ben bir insanın içselleştirdiği toplumsal normlar ve değerlerdir. Baba da toplumsal değerlerin çocuktaki karşılığıdır ve bu bağlamda üst-benle de ilişkilidir. Kural koyan, kurallara uyulmasını sağlayan otorite. Vicdan ve idealler üst-benin alanındadır. Pir Sultan Aleviliği aynı zamanda Aleviliğin değerlerini temsil eder. İşte bu değerler Hızır Paşa’nın/onun üzerinden de Sünniliğin içten içe yücelttiği ama edinemediği değerlerdir. Bu değerler kıskançlık ve hasetin kaynağıdır da. Hızır Paşa Osmanlı'ya giderek, devlete yakınlaşırken bu değerlerden uzaklaşmıştır. Bugün de cem evlerinin elektrik parasına ayartılmamaları, boyun eğmemeleri, haram yemeyeceğiz demeleri gibi… "Beni sen öldür onların eline bırakma" söylemidir bu. Böyle bir durumda bile dönmemek, boyun eğmemektir de. "Dönen dönsün/Ben dönmezen yolumdan"dır aynı zamanda. Hızır Paşa geri döndüğünde devşirmedir ve devşirmeler gibi geçmişini yok edemez ama geçmişine bağlı yaşama şansı da yoktur. Kendi devşirmeliği çerçevesinde iktidara bağlılığını kanıtlamak için geldiği kültüre düşmanca davranmak durumundadır.

Hızır Paşa da bir iç çatışma yaşar. Bir yandan kendisinin gelişimine katkıda bulunan, hatta onun devşirmeliğini, sonra başına gelecekleri öngörmesine rağmen ona izin veren, vefa borcu olduğu‚ sembolik baba’sını korumak aynı zamanda ama otoritenin kendisinden beklediğini de mutlaka yerine getirmek ister. Ödipus mitosunda evlat kendisini büyüten üvey anne/babasını öldürmemek için terk eder. Devşirmeler kendilerini evlatlık alan Osmanlı’yı terk etmezler, ona itaat ederken asıl anne/babalarına kötülük etmekten de kaçınamazlar. Osmanlı’da devşirmeler sembolik üvey babalarına/Osmanlı’ya itaatlerini "asıl/hakiki kendi" diyebileceğimiz, içine doğdukları kültüre savaştan kaçınmayarak kanıtlarlar.

Hızır Paşa da bu gerçekle yüzleşir. Hızır Paşa aslında babasız kalmış, ama çok babalı (çeşitli ve birbiriyle çelişen çatışan değerleri temsil eden) bir insandır. Öz babası, sembolik babası (Pir Sultan), sonradan devşiren babası (Osmanlı) vardır. Babasıyla ödipal çatışma yaşayanlarda şu ikilem vardır: Bir yandan sembolik babasını sevmektedir diğer yandan onu yok etmek durumundadır. Hızır Paşa babalarıyla (öz baba, devşiren baba=Osmanlı ve sembolik baba=Pir Sultan) olan çatışmayı Pir Sultan’ın üzerine aktarır ve "baba sorunu"nu onda çözmeye çalışır. Bu nedenle bu çatışmada çeşitli yoğunlaşmalar/sıkıştırmalar (yoğunlaşmayı/sıkışmayı psikanalizdeki savunma mekanizması olan verdichten anlamında kullanıyorum) vardır. Ödipal ikilemi babasına imkân vererek çözmeye çalışır: Babası içinde şah kelimesi geçmeyen şiirler okursa onu bağışlayacaktır. Hızır Paşa’nın aslında cevabı bilmesi gerekir ve bu bağlamda şans diye verdiği aslında bir kendini ve karşıyı yanıltma denemesidir. Yanıtı bilir... Çünkü Alevi öğretisi ve ahlakını içselleştiren biri bu öneriyi reddedecektir. Zaten bu değerleri "değer" haline getiren de işte budur: çıkar için değiştirilemezliği.

Pir Sultan’ı katledenler onda ulaşamadıkları değerleri katletmek istemektedirler de. Pir Sultan’la onun değerleri de yok olacağından gizliden yüceltme de bitecek ve kendi değerleri geçerli olacak ve daha da değer kazanacaktır. Burada bir başka mesele ise Sünni kültürün ödipal çözümü otoritenin/babanın yenmesi biçimindedir. Hızır Paşa burada sembolik baba katili durumuna düşer. Bunun sadece bir zulüm ve cinayet kalmasının nedeni Hızır Paşa’da/Sünnilikte bu cinayet sonrası bir değişimin olmaması ve kültürün bu cinayeti unutma/unutturma çabası ve bu cinayet sonrası bir dönüşümün engellenmesidir.

Aleviler Sünniler için çoğu zaman projeksiyon perdesi olmuşlardır. Projeksiyon insanların kendilerinde görmek istemedikleri, çoğu kez de bilinç ötesindeki konuları başkasına yansıtmalarıdır. Böylece kendi içlerinde kendilerine sorun olan bir konuyu başkasına yansıtarak ve sanki onun sorunuymuşçasına ötekine mal ederek sorundan kurtulma eylemidir projeksiyon. İnsan kendi sorununu böylece kişiler/gruplar arası soruna dönüştürür ve kendi sorunuyla ötekinde mücadele eder. Ötekini yok ederek ya da ötekinde bu sorunu ortadan kaldırarak bu sorundan kaçmayı dener.

‘ALMANLAR BİZİ KISKANIYOR’ ÖRNEĞİ

Örnek olarak son yıllarda söylenen Almanların bizi kıskandığı yalanı (projeksiyonu). Almanların Türkleri kıskandığına dair (tekil olarak bazı Almanların söylediklerini genelleştirip Almanların gerçekliği gibi algılamazsak) hiçbir veri yok elimizde. Türklerin vize olmasa Almanya’da yaşama eğilimleri, gençlerin Almanya’da yaşama istekleri röportajlarda, araştırmalarda ortaya çıkıyor. İşte Almanlara olan kıskançlık Almanlara projekte ediliyor. Türklerin Almanların yerinde olma/Almanya'da yaşama ama vizeden ötürü gerçekleşemeyen arzuları tersine çevriliyor. Kıskançlık böylece Almanların sorununa dönüştürülüyor. İşte böyle bir projeksiyon Alevilerin üzerine sıkça yıkılıyor. Alevilerin bacılarıyla, analarıyla cinsel ilişkiye girdikleri anlatısı, Sünnilerin orji fantezisinin yanı sıra ensest arzusu ile ensest korkusu arasındaki gerilimde oluşuyor. Ensest aile üyeleri arasındaki cinsel ilişki demek ve kültürde yasak ve günah. Cinselliğin konuşulamadığı bir toplumda Aleviliğe yapılan bu projeksiyonla Aleviler üzerinden bu konu aşağılanarak (böylece Aleviler de aşağılanarak) konuşuluyor. Tabu tabu olarak kalıyor ama Alevi projeksiyonu tabuyu konuşma imkânı sunuyor. Alevileri yok etmek bu ensest arzusundan/korkusundan kurtulmak da demek. Sünniliğin Alevilere kıskançlıkları ve hasetlerinin başka ve çeşitli nedenleri var.

Hızır Paşa’nın bu kontekste ayrı bir yeri vardır: Hızır Paşa Sivas’tan ayrıldıktan sonra artık aslında bir devşirmedir ve devşirme dönüşümü geçirmiştir. Sivas’a döndüğünde tutumu bir döneğinki gibi algılanmıştır. Çünkü Pir Sultan her ne kadar öngörse de Sivas’a dönen Hızır Paşa tanıdık değil yabancıdır. Giden ile dönen her zaman aynı değildir. Dönen adam dönerek dönmüştür. Sivas’tan giden ile dönen arasındaki radikal değişiklik sanki bir döneklik gibi algılanmıştır çünkü yaşanan realite döneklik dinamiğine o an itibarıyla daha benzerdir. Birbirlerinden uzaktayken yaşanan değişikliklerin tanığı olamamak ve yaşanan değişikliğin dönüşümün şaşırtıcı olması...

HELALLEŞME

Çocuk anasından doğduğunda sudan çıkmış balık gibidir. Anasının karnında suda yaşayan canlı dünyada ilk nefesini alır. Bu cennetten kovulma gibidir. Dünya, dünyadaki her şey yenidir, ürkütücüdür. Bebek bu yeni durumu “kötü” olarak görür ve kötüye tepkisi ağlamaktır. Anne onu sararak, sarmalayarak ve güvence vererek “iyi”yi bebeğin hayatına sokar. Ağladığında yanına gelerek, acıktığında emzirerek “iyi”nin kalıcı olmasını ve içselleştirilmesini sağlar. Anne “kötü”yü “iyi”ye dönüştürür ve süreklilikle de “iyi”nin içselleştirilmesini, bebekte iyinin kalıcı olmasına yardım eder. Travma işte bu iyi’nin yıkılması, paramparça edilmesi demektir... Madımak... Travma...

Devlet arada bir “unutalım” diyebilir. Bazı gruplar “ay çok kötü, bir daha olmasın” diyebilir... Halk, devlet, faillerin “iyi”nin süreklilikle ve belirgin ve kalıcı bir tutumla yeniden filizlenmesinin önünü açabilirler... Arada bir iyi niyet belirtileri iyinin mağdurda yeniden oluşmasına katkıda bulunmaz. Sadece iyi niyetli bir söylem olarak kalır... Nasıl olacak? İlk koşul... Anne “iyi”yi arada bir sunmaz, iyi bir ikram değildir... Anne iyidir ve iyiy’yi bebeğe aktarmaya kararlıdır... Devlet, dominant kültür, halk ve failler... Böyle bir tutum içinde değiller. İyi değiller, iyi olma dertleri yok. Arada bir “unutalım”, iyi’den çok kötünün üzerinin örtülmesini amaçlamaktadır. Aynı zamanda zalim dilini kullanarak, fail geleneğini sürdürerek bu sorunun çözümü mümkün değildir...

Devam edecek.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi