Enver Topaloğlu

Enver Topaloğlu

küçük İskender: Kızıl Pelerinli Kara Şovalye

Şair ve cüretkârdı. Gözü pek, direne direne, yaşadı ve yazdı. Politik şiir’ hiç yazmadı. Ama, her yazılan metin kendiliğinden bir politik duruşu yansıtıyordu.

Dört yıl önce, “takvim yaprakları 3 Temmuz 2019’u gösterirken biz arkadaşımızı; sevdiğimiz, hayran olduğumuz, şiirlerini ezberlediğimiz, yazdıklarından yeni duyarlılıklar kazandığımız bir şairi kaybettik. Ama modern Türkçe şiir yaşayan en önemli temsilcilerinden birini yitirdi. (…) Şiirin dil evinde sonsuzluğun şairi oldu küçük İskender…” diye yazmıştık.

K’Sİ KÜÇÜK

Modern Türkçe şiir “kabilesinden” olanlar için küçük İskender kimdir sorusu anlamsızdır. Daha geniş bir kesimden meraklılar için kısa bir not düşmeninse “zararı” olmayacaktır. Buna dayanarak onu bilenlere bir kez daha hatırlatırken hiç bilmeyenler için de kısaca anlatalım. Böylece daha fazlasının araştırılmasına vesile oluruz belki. Öyleyse, küçük İskender’in k’si küçük yazılır diyerek başlayalım!

küçük İskender denildiğinde, hayatını şiirine tamamıyla, hatta ayrıntılarıyla dahil eden bir şair çıkar karşımıza. Öyle ki modern Türkçe şiirin kırk yılı içinde, yeni kuşak şairler arasında, bu özelliğiyle de dikkat çeken bir başka örnek bulmak zordur. Onu, hayatını şiir etmiş, şiirini hayat eylemiş bir şair olarak tanımlamak abartı değildir.

GERİLEN YAYIN KIRILIN ÇIT SESİ

Seksenler “Onikieylül”dü. Hâlâ “Onikieylül”. Seksenler aynı zamanda her şeyin “büyük” olup hayatın üstüne abandığı, hayatın üstünü kapattığı, hormonlu büyümenin müsilaj gibi hayatı kapladığı dönemdi.

O yıllarda “büyük” sözcüğünün akla ilk getirdiği iktidardır. Seksenler ya da onikieylül rejimi muktedirin, gücü elinde tutanın ve ondan yana olanın büyüdüğü, büyürken büyüklendiği bir ortam yaratmıştı. “Büyük” güçlü demekti, güçlü olmaksa şiddet demekti. Şiddetin açıkça ve sinsice de uygulandığı yıllardı seksenler. Açık ya da sinsice uygulanan şiddetin baskılayıcı, sindirici, caydırıcı etkisi toplumda adeta felç etkisi yaratmıştı. Sinsi şiddet, aynı zamanda tehditkârdı, zehrini öyle yayıyordu.

“Şok” ya da şok dalgalarının şiddetle baskılanan toplum için de uyarıcı işlevi görebilir. Nitekim seksenli yılların art arda gelen siyasal, toplumsal şoklarla sona erdiğini söylenebiliriz.

Seksenlerin sonundaki örneğin işçi eylemleri ve büyük madenci yürüyüşü, felç halindeki toplum için bir nevi uyarıcı nitelikte adeta şok etkisi yaratmış ya da şok dalgaları olmuştu.

O dönemde modern Türkçe şiirde, gerilen yayın kırılan çıt sesi ya da şoke edici hamlesi küçük İskender’den geldi. Ya da şöyle söyleyelim: Modern Türkçe şiir seksenlerin ilk yıllarında, “Onikieylül”ün yarattığı felç edici koşullarda, her şeye rağmen önemli bir gerilim biriktirdi. Ancak bir hamlesi yoktu, olamadı. Yani hamlesi olmayan bir gerilim söz konusuydu.

Seksenlerin ikinci döneminde, çığlıkların hapishanelerden yükselmeyi sürdürdüğü dönemde, kimseler beklemezken aniden, dışarıdan, sokaktan yükselen bir çığlık geldi. Bir patlama.

Dergilerde üst üste yayımlanan şiirlerle birlikte altında yer alan şair adı da dikkati çekiciydi.

Büyük İskender, şu ya da bu kadarıyla biliniyordu. Ancak ilk harfi, bilhassa küçük yazılmış küçük İskender imzası tuhaftı. Dolayısıyla yadırgandı. Onun şiir hamlesinin içerdiği beklentilerden biri de buydu. Tuhaflık yaratmak ve yadırgatmak. Öyle ya; yerleşik düzen, normlar, alışkanlıklar sarsılacak, silkelenecek; ki hava değişsin. küçük İskender şiirinin, modern Türkçe şiirde gerçekleştirdiği dönüşümden söz ederken herhalde bunu, yani “mevcut havayı değiştirmek” maddesini en başa yazmak gerekir. Yanına da onun şiirinde, otobiyografik öğelerin büyük bir ağırlık ve genişlik oluşturduğu eklenebilir. Şunu da belirtelim: Şiirlerin şair bireyi tek tek bireylere, değil kitlelere sesleniyor onlarla konuşuyordu. Nazım hikmet gibi, Mayakovkski gibi…

Adının başına küçük harfle başlayan bir sıfat yerleştirip soyadını ise hiç kullanmadan şiirler yayımlamanın bir anlamı vardı. Şair “büyük” olana ve bu kavramın çağrıştırdıklarına itiraz ediyordu. Biraz ironik, biraz muzipçe. Aynı yıllarda omuzların, olduğundan daha büyük görünebilmesi için vatkalı giysiler moda olmuştu. Neredeyse omuzlarında vatka olmayan elbise yoktu. Bunun “büyüklük hastalığından” ya da “aşağılık kompleksinden” başka nasıl bir açıklaması olabilir? “Büyüklüğe”, “büyüklük” söylemine, anlayışına itiraz; tabii ki muktedire, egemen olana açıkçası iktidara da karşı çıkmaktı. küçük İskender politik olmayan şiirini politikayla böyle ilişkilendiriyordu. Zekice ve mizahi buluşlarla. İktidarın façasını çizmek, onu bu metotla yıpratmak, aşındırmak olarak da tanımlanabilecek bir tavrı benimsiyordu. Bu tavrını da hep sürdürdüğünü söyleyebiliriz.

‘METİS’ ŞAİR

Sözünü ettiğimiz “çıt sesinin” ardından gelen patlama önemliydi. Yani küçük İskender çıkışıyla yayı kırıp bırakmamıştı. Çıkışını, zembereğin boşalmasını bir patlamayla tamamlıyordu. Neticede, modern Türkçe şiir için hem dönemine hem de sonraki sürece etki eden bir şok dalgasının başlatıcısı olmuştu.

Doksanlı yılların başında, küçük İskender’in çıkışıyla birlikte yalnızca seksenler ya da “onikieylül” döneminde benimsenen şiir eğilimin sonuna gelinmiş olmadı. Altmışların ortasından itibaren benimsenen şiir anlayışı da “havayı değiştirme” hamlesinin şok dalgalarına maruz kaldı. Bilhassa “Halkın Dostları”nın temsil ve teklif ettiği, ancak sürdüremediği “şişkin egolu” şiir eğilimi de geçersiz kalmıştı.

Kısaca, küçük İskender’in, mevcudu daha ileriye götürerek havayı değiştirme hamlesinin, dönemin genel görünümü itibarıyla aslında, kuyruğunu yakalama döngüsüne girme tehlikesi içindeki modern Türkçe şiir için de bir çıkış seçeneği oluşturduğunu söylemek mümkün. Geleneğin imkânlarını kullanarak şiiri daha ileri bir noktada yeniden üretmek, onu aynı zamanda metis bir şair yapıyordu. Özetle, metis şiirlerin şairi… Gelenekten kopmadan, ama geleneğe de teslim olmadan yenilenme arayışının şiirleri. “İskender” diyor Orhan Kahyaoğlu, “bilinen tanımıyla bir ‘politik şiir’ hiç yazmadı. Ama, her yazılan metin kendiliğinden bir politik duruşu yansıtıyordu. Çoğu kez, sadece metropol kültürünün yalnızlaşma, yabancılaşma ve iletişimsizlikleriyle hesaplaşmayan, onunla kıyasıya çatışan bir duyguyla şiirini biçimlendirdi. Dolayısıyla, yazdığı şiir, bu kültür içinde yaşayan dışlanmışların ve yeraltı kültürünün bir parçasıydı. Bu yüzden, onun şiirini, avangart kimliğinin yanında, Beat kuşağı ve şiirinin de bir tür takipçisi olarak düşünenler oldu. Ama, doyurucu bir tespit değildi bu.” Kahyaoğlu’nun saptamalarına şunu ekleyebiliriz: Altmışlı yıllarda gelişip güçlenen, yetmişleri kasıp sıkıştıran, seksenleri pısırıklaştıran ‘politik şiir’ anlayışı ve ısrarını geçersizleştiren hamleyi yaptı küçük İskender. Üstelik yerine de yenisini önererek...

küçük İskender şiirinde birkaç farklı şiir eğiliminin, birkaç farklı şairin çizgisinin iç içe geçtiği, yan yana geldiği şaşırtıcı biçimde, bu buluşmanın çelişmeden, çatışmadan “metis” ya da çoklu bir yapı oluşturduğu gözlemlenebilir. Edip Cansever de, Attilâ İlhan da, Nâzım Hikmet de, Ece Ayhan da, Rimbaut da Mayakovski de onun dilinde, sesinde, sözünde bir bileşim oluşturur. Bu onun şairlik başarısıdır.

DÖNEM PARANTEZİ

küçük İskender, “bir geç seksenler ve olgun doksanlar” şairi ve o dönemin şiirdeki yetkin isimlerinden biri, belki de en önemlisi oldu diyebiliriz. Dönem parantezi konuyu, meseleyi açmaya; daha anlaşılır biçimde ifade etmeye dönük bir tercih. Ancak onu illa da bir dönem parantezine almak gerekmiyor. Alınsa da zaten orada durmuyor. Her şeyden önce akışkan ve merkezi, sınırları olmayan bir şiir onunki. Belirli bir noktada sabitlenemeyen, sınırlar üstü bir şiir de diyebiliriz. Şöyle açıklamaya çalışalım: Şiirlerinde birden çok izlek, konu, tema iç içe olarak sürer örneğin. Öte yandan farklı türlerin, sadece edebiyat türlerinin değil, diğer sanat alanlarına ait tekniklerin, biçim ve biçem imkânlarının kullanıldığı da dikkati çeker. Şiirleri, şiirlerindeki meseleleri gibi şair kimliği de çoğuldur, çokludur. İktidar tarafından ötekileştirilen her şeyi kimliğine eklemiştir. Şiirine de aktarmıştır. Onu şair olarak, muhalif bir birey olarak öne çıkaran da bu tavrı ve tutumu olmuştur. Egemen ahlak yasalarına göre lanetlenen, kriminalize edilen tüm varoluş biçimlerinden yana tavır almış; sesini, sözünü, şiirini o tavırla oluşturmuştur. İktidarın tekleştirici tutumuna karşı itiraz olarak çoklu ve çoğul bir dil tercih etmiştir.

Memet Fuat, 23 Kasım 1996’da Cumhuriyet’te çıkan “Yaşlı Bir Şaire Mektuplar” başlıklı yazısında (dizi yazıları daha sonra aynı adla kitap oldu) küçük İskender’e ve şiirlerine ilişkin şu görüşünü aktarıyor: “küçük İskender için acele yargılar vermemelisin, bence. Son kuşağın hiç kuşkusuz en gözü kara şairi. Kabına sığamıyor. Şu günlerde altıncı şiir kitabı yayımlandı. Adı ‘Suzidilara’. Böyle şapkasız. Çoğu 1980’lerin ikinci yarısında yazılmış eski şiirleri. O yıllarda çevresine, insanlara daha bir duyarlıydı, daha bir özgecildi gibi geliyor bana. Bir de bu şiirlerini oku bakalım. Yaşadığı toplumun aynası gibi küçük İskender, ama öfkesi aynayı değil de, toplumu çatlatıyor. Nereye varacak, nerede duracak, ya da bir uçurumdan aşağı mı yuvarlanacak, bilemiyorum. Daha çok erken. Ona olacağını olmuş bir şair diye bakmamalısın...”

Aynı zamanda editörü ve yayıncısı da olan Memet Fuat, doksanlı yılların ortasında, ergenlikten çoktan çıkmış şaire karşı hâlâ temkinlidir. Gözlemlediği, saptadığı “aşırılıkları” nedeniyle de kaygılıdır.

küçük İskender şoke etti. Şaşırttı, yadırgattı. Ama aynı zamanda kaygılandırdı da. Huzursuz etti. Her türden uyuşukluğa da meydan okudu. Kazananların değil, kaybedenlerin yanında oldu. Dahası asla bir şair olarak “sosyeteye bağlamadı, uyumadı”. (Bu ifade için bakınız; Akif Kurtuluş’un Yeni e dergisinin 34. sayısındaki yazısı.)

Memet Fuat’ın son derece temkinli yaklaştığı altıncı kitabından Mart 1987 tarihli ve “İmdat” başlıklı şiirinden bir bölüm okuyalım:

bizimki mezarlığa bir iade-i ziyaret

yalnızca,

sahi kaç ceset var ki zaten

doğru dürüst görüştüğümüz

bir nâzım, bir edip abi, bir de de mayakovski

bir tahta tabut, bir tahta iskelet az fransızca

birkaç buruşuk yüz öylecene çevreye atılmış

birkaç da keyifli beden fermuarı bozuk filan

çalıntı mı çalıntı, eski mi eski!

her taraf afrika kalacak bu gece

afrika’da zenciler öldürüldükçe

solan solan bir erguvandır ‘sulh bahsi’

unutun desem ki unutun diyorum

benim sulh’um şimdilik şahsi!

pek kimseleri ilgilendirmez!

ah şinasi! ah deli oğlan!

bilmez misin kerata

böyle geceler sürdükçe

türkçe şairler evlenemez

Şiirdeki “her taraf afrika kalacak bu gece” dizesinin güncelliğinden hiçbir şey yitirmemiş olması dikkatlerden kaçmamıştır elbet.

Modern Türkçe şiirin İstanbulluluğuyla da bilinen, tanınan, ünlenen iki şairi vardır. Onların İstanbulluğu, aynı zamanda metropollülükle de ilgilidir. Hatta daha da ileri giderek onlar için Beyoğlulu şairler de denilebilir. Tahmin ettiniz elbette. Biri Edip Cansever, diğeri küçük İskender. Beyoğlu her iki şairin şiirine, yapıtlarına hem yaşantı hem de imge olarak üstelik kurucu bir imge olarak yansır. Her iki şair de Beyoğlu’nu yaşamakla kalmaz, Beyoğlu’yla birlikte yaşarlar. küçük İskender’in Beyoğlulu oluşunun şiirine etkisini irdelerken onun bir metropol şairi olma özelliğini de göz ardı etmemek gerekir. Bu dikkatin, ayrıca, şairin yaşadığı metropülün başkentine dönüşmüş semtiyle kurduğu ilişkinin yapıtlarına yansıyan boyutunu ve niteliğini anlamaya da katkısı olabilir.

ROL MODEL

küçük İskender’in lirizmle, lirik şiirle ilişkisinin, lirizmin altını, lirizmle oynaya oynaya boşaltmak biçiminde gerçekleştiğini kaydedebiliriz. Öte yandan onun, şiirlerinde özellikle “heroik” bir poz oluşturduğundan da söz edilebilir. Dilinde, sesinde, sözünde, duygusunda, düşüncesinde, jestinde, mimiğinde, mizahında, kısaca şiirinde ortaya çıkan mizaçta beliren ve biraz teatral de olan bir “heroik” tavrı üstlenmiş fail dikkati çeker. Biraz çizgi roman, biraz bilim kurgu, biraz masalsı, biraz destansı özellikler içeren bir tür “kızıl pelerinli kara şovalye”, -belki de “gökkuşağı pelerinli kızılvekara şovalye” demek daha doğru- gibi yani. Buna bilinçli olarak yaratılmış bir “rol model” de diyebiliriz. Şöyle toparlayalım: Şairin şiirlerinde rol model olarak yarattığı bir kahraman söz konusudur ve o yerleşik ahlak yasalarına açıkça meydan okuyan “gökkuşağı pelerinli kızılvekara şovalye”dir.

Şair ve cüretkârdı. Gözü pek, direne direne, yaşadı ve yazdı. Şiirleri aynı zamanda duyarlılık, farkındalık bakımından da toplumdan hayli ileride olduğunun tutanakları gibidir.

Dışlanmakla, yalnızlaştırılmakla, ötekileştirilmekle, kriminalize edilmekle cezalandırılacağını bile bile kimliğini, kimliklerini saklamadı. Cinsel kimliğini de, cinsel tercihini de, anarkososyalistliğini (kızılvekara) de açık bir dille ifade etti. Poetikasını da, politikasını da ödünsüz olarak savundu. İktidarın gücü ve yaptırımları karşısında geri adım atmadı. Ne ise o oldu ve öyle yaşadı. Birey olarak, özne olarak direnişe dönüştürdüğü yaşantısından direnmenin deneyimini, birikimini, etiğini, estetiğini yazdı ve önemli bir miras bıraktı. Selam olsun.


Enver Topaloğlu: Türk dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Birçok sanat edebiyat dergisinde şiirleri yayımlandı. Altı şiir kitabı bulunuyor. Cumhuriyet gazetesinde 1993 – 2015 yılları arasında düzeltmen olarak çalıştı. Emekli oldu. Gazete Duvar’de yazarlığa başladı. Beş yıl süreyle cumartesi günleri modern Türkçe şiiri odak alan yazılar yazdı. 10 Eyül 2022 tarihinde Artı Gerçek’te başladığı köşe yazarlığını sürdürüyor. Topaloğlu 2017’den bu yana İzmir’de yaşıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Enver Topaloğlu Arşivi