Kolektif mazoşizm ve AKP

Türkiye canlıların yaşadığı, dünyadan izole edilmiş, kendi dünyalarında yaşayan insanların memleketi. Biyotopta yaşayanlar düşman bir dünya varsayımına dayanıyor: Düşmanlar var, kötülüğümüzü istiyorlar. Biyotop dışını övenler de hainler, işbirlikçiler.

Çoğumuz davranışlarımızın mantığa dayandığını sanırız. Freud’un bilinçötesi etrafındaki çalışmaları bunun bizim düşündüğümüz gibi olmadığını gösteriyor. İnsanın duygularında ve davranışlarında belirleyici olan mantıktan öte bilinçötesidir. Bu bağlamda insanı ve grupları anlamak istediğimizde o kültürün bilinçötesine ya da kolektif bilinçötesine bakmamız gerek. Mantıklı olan birçok davranış da aslında bilinçötesinin ürünüdür. Mantıklı diye nitelendirdiğimiz şey ise davranış hakkında daha sonradan bulunan açıklamadır.

İnsanın psikolojisi başka bir mantıkla çalışır. Psik ruh, logo ise mantıktır. Psikoloji kavram olarak da ruhun mantığı/işeyişi anlamına gelir. Grup davranışlarında da işte bu psikologo belirleyicidir. Mesela üniversite okumak isteyen gençler arasında tıp, mühendislik, hukuk daha çok tercih edilir. Bir yanıyla mantıklı açıklama bu mesleklerin toplumda takdir ediliyor olması, kazançlarının iyi olması sayılabilir. Bunlar hepimizin kabul edeceği mantıklı açıklamalardır. Oysa ben bu mantıktan -bilinçötesi de belirleyici olduğundan- yola çıkarak bu izi de sürmeye başlar, başka açıklamalar da bulabilirim. Bu insanların hayatında hastalık karşısında yaşanan çaresizliğin iz bıraktığını ve bu çaresizliği yaşamamak acıyı denetlemek için tıp alanında uzmanlaşmak istediklerini düşünebilirim.

Her insanın gelişmesi ve büyümesinin çaresizlik yaratan acıları vardır. Doğum ve sonrası çok acılı bir süreçtir; bebeğin diş çıkarması, bebek bünyesinin mikropla tanışması, çeşitli ateşli hastalıklar... Bunlar karşısında yaşanan çaresizlik, iyileşme süreçlerinin de acı çekme süreçleri olduğu gerçeğinin çocukta bıraktığı iz ve çocuğun bir daha böyle bir çaresizlikten kaçınmak için, önlemek için, eğer hasta olursa da çok çaresiz kalmamak için bu yolu seçtiğini düşünebilirim. Bu çocuk ayrıca çevresindekilerin, yakınlarının hastalıklarında ve ölümlerinde de çeşitli çaresizlikler ve umutsuzluklar yaşamıştır. İşte bilinçötesi bu bilgileri depolamış ve o çocuğu daha sonra kabul gören bir mesleğe yöneltmiştir.

Dünya çok adil bir yer değil. Modern ahlakın temel ilkelerinden biri “herkesin eşit olduğu.”[1] Bu çok modern bir prensip ve bu prensip aydınlanmayla hayatımıza yerleşiyor. Daha önceleri soylular, krallar kendilerini seçkinler olarak biliyor, tanıyor ve bu durumun tanrısal olduğunu, tanrının isteği olduğunu söylüyor, bu sayede de halkla aralarına mesafe koyuyorlardı. Aydınlanma ise her insanın dünyaya eşit geldiğini savunarak özel ve seçkin olma durumuna itiraz ediyordu. Bu eşit olma fikri daha sonra Amerikan Bağımsızlık hareketini epey etkiliyor. Amerikalılar İngilizlerden bağımsız olmak isterken aynı zamanda kendilerinin de İngilizlerle eşit olduğuna vurgu yapıyorlardı. Burada önce kastedilen, yerlilerle beyazlar, beyazlarla siyahlar, kadınlarla erkekler arasında bir eşitlik değildi. Yani beyazların (erkek) kendi aralarındaki eşitlik mücadelesiydi. Daha sonra eşit olmayan başka gruplar da eşitlik mücadelesine girdiler...

Evet, biliyoruz ki insanlar arasında teorik açıdan eşitlik kurulması fikri güzel olsa da hayat eşitsizliklerle dolu. Hatta günümüzde bu yaşanan eşitsizliklerin yarattığı bir “eşitlik krizi”nden (die Krise der Gleichheit)[2] dahi söz edebiliriz. Psikolojik olgunluk bu eşitsizliği en aza indirmeye çalışmak ama aynı zamanda her insanın bütünüyle her alanda eşit olamayacağını kabul etmek. Yani yoksul bir ülkenin yoksul bir kasabasında yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelenle bir Batı ülkesinde üst sınıftan birinin çocuğu olarak dünyaya gelmek bu teorik eşitlik prensibini bozuyor. Bununla eşitlik mücadelesinin anlamsızlığını söylemek istemiyorum... Ama hukuk okumak isteyen bireye gelmek istiyorum. Doğuda bir ücra köyde bir Alevi/Kürt bir ailenin yoksul çocuğu olarak dünyaya gelmek o çocuğun hayatında birçok adaletsizliğin tanığı olması, yaşadığı zulüm karşısındaki çaresizlikler ve bu durumun bilinçötesinde bıraktığı izin çocuğu hukuka yönlendirdiğini ve böylece adaletsizlikle mücadele ederek çaresizlikle de mücadele etme isteğinin oynadığı rolün meslek seçiminde etkili olduğunu düşünebilirim...

Bilinçötesi kendiliğinden bir şeyler uydurmaz. Yaşanandan süzülen, elenenin insanda bıraktığı izlerden oluşur. Bastırdığımız, inkâr ettiğimiz konuların toplandığı bir yerdir bilinçötesi. Doğada hiçbir şeyin kaybolmadığı gibi yaşananlar da unutsak dahi bir yere kaybolmazlar. Toplumların yaşadıkları da dahil. Bu anlamda bilinçötesi gerçeklikle de çok ilgilidir. Mühendislik, hesaplamak, planlamak, kurmak anlamına da gelir. Göçler, yeniden başlamalar, yeniden kurmalar... Bir hayatı yeniden ve yeniden kurmak ve kurmadan önce de teorisini yapmayı denemektir de. Her insanın geleceğini kurma çabası kendi geleceğinin mühendisliğini yapması demek bir anlamda. Güvencesizlikler ve bu güvencesizlikleri geçme telaşlarını da bu bağlamda düşünebiliriz.

"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" sorusu, künyeye ait bilgilerden öte "Ben senden toplumsal hiyerarşide üstteyim ve sen bunu bilmediğin için haddini, sınırını bilmiyorsun" demek aslında. Aşağılamak, hiyerarşide altta itmek farkına varmadığımız sadist eğilimlerdir.

SOKAK RÖPORTAJLARI

Türkiye dışında yaşıyorum. Yazdıklarımda insanlara aktarım ve karşı aktarım deneyimim ve onun yarattığı duygulanımlar yok. Bunun bir anlamı da bu yazı uzaktan baktığı için eksiklikleri, yanlışlıkları içerebilir ve kuşkuyla yaklaşılmalı.

Sokak röportajlarında gördüğüm Türkiye’nin bir biyotop olduğu. Canlıların yaşadığı, dünyadan izole edilmiş, kendi dünyalarında yaşayan insanların memleketi. Biyotopta yaşayanlar biyotop dışında düşman bir dünya varsayımına dayanıyor: Düşmanlar var, kötülüğümüzü istiyorlar. Platon’un Alegrosi’ne benziyor. Sanki dış dünyadan kopuk bir mağara ve dışarıda olanların anlatımı bir hayal ürünü. Bu biyotopta yaşayanların hayalleri aynı, düşünceleri çok benzer, tek düze... Biyotop dışında, açlık, susuzluk, zulüm, var. İnsanlar biyotopa/Türkiye’ye özeniyor, kıskanıyorlar. Yani özel bir ülkede yaşayan seçkinler yaşıyor bu biyotopta. Şanslılar, mutlular... Biyotopun dışına çıkmamak için, biyotopta yaşayabilme avantajını korumak için düzenin sürdürülmesi gerek. Katlanmak gerek çünkü bu zorunlu... Yoksa biyotopumuz elimizden gider. Biyotop dışını övenler de hainler, dış mihrakların yerli işbirlikçileri.

Böyle paranoyak dünya kurguları hastalıklı tarikat örgütlenmelerinde var. ABD’de David Koresh’in kurduğu tarikat gibi... Yaşadıkları ve yarattıkları biyotopun gerçekliğini gerçeğin yerine koymak. Bu bağlamda bize yalan gibi görünen ve ahlaki olarak kabul edilmesi mümkün olmayan şeyler, hırsızlık, soygun gibi şeyler biyotopun yararına ise ve ‘düşmanlardan’ korunmak içinse illegal ve ayıp değil. Biyotop tarikatının üyeleri kendi dışındakileri düşman görüyorlar. Bu bağlamda dışarıdan söylenenler biyotopu yıkmak, Führer'i yok etmek amaçlı. Kulağa hoş gelse de insanı ayartmak için kurgulanmış ve şeytanın sözleri... En doğru lafı da söyleseniz ‘şeytanın ayeti’ gibi algılanıyor...

Korech tarikatı üyeleri sonunda adeta toplu intihar ettiler. Güçleri olsa tüm dünyayı da kendileriyle birlikte yok ederlerdi. Seçimler öncesi ülkenin ekonomik olarak batacağını söyleyenler ‘ohhh, canıma değsin’ böyle bir şeydi, "birlikte batalım"... Genişletilmiş birlikte yok olma ya da genişletilmiş birlikte kendine zarar verme olarak adlandırabileceğim bir durum ortaya çıktı, genişletilmiş mazoşizm.

Bilerek ve isteyerek birlikte ekonomik yok olma tercih edildi... Bu yok oluş anlatıldığında haz dolu haykırışlarla bu batış kutlandı... Kendi yok oluşlarını yok olmadan önce kutlamak... Ölmeden kendi cenaze namazını kılmak gibi bir şeydi bu. Bütün bunlar neden oluyor peki? Bugün kolektif mazoşizmden söz edeceğim. Mazoşizm kolektif olmaz çünkü mazoşist acıyı bireysel olarak çeker, bu anlamda aynı koşullarda yaşanan acı bireysel farklılıklar gösterir. Acı kültürden kültüre, bireyden bireye farklıdır, ama bir fenomeni anlatabilmek için bu kavramı seçiyorum...

Koresh tarikatının üyeleri dünyayı mücadele edilen, savaşılan yer olarak tanımlıyor ve herkesi, her şeyi düşman biliyor, her mekânı da savaş alanına dönüştürüyorlardı... Dünya yorulduğumuz, çocuklarımız parka götürdüğümüz, iş arkadaşımızla kafa çekmeye gittiğimiz, sevgilimizle müzik dinleyip dans ettiğimiz yer aynı zamanda. Dünya hazla yaşanılabilen, sevinilen sevişilen bir yer. Biyotop dünya kurgusu güvensizlik ve tehlike üzerine kurulu. Bu tutum gecikmeli olarak kendi aralarındaki ilişkiyi de güvensizleştiriyor. Bir dönem sonra sadece biyotop dışında yaşayanlara güvensizlik duymuyorlar, kendi aralarında da namert, ispiyoncu bir ilişki oluşuyor. Yer yer birbirlerinin foyalarını dökmeler, ifşalar, kasti (ve kaset tehditleri) skandallar, işte böyle bir dünya algısıyla da ilişkili. Herkes birbirine kuşkuyla bakıyor... Böyle bir hayat barışçı, huzurlu ve dingin bir yaşama el vermiyor. Günümüzdeki durum bu yani, herkes herkesin düşmanı gibi...

BRECHT VE YABANCILAŞMA

Brecht’in oyunlarında ‘yabancılaşma efekti’ sık sık kullanılır. Yanınızda oturan, seyirci sandığınız biri oyuna katılır veya oyuncu sahneden inerek izleyicilerin arasında oyununa devam eder. Böylece seyirci ile oyuncu arasındaki uzaklık/mesafe anlık da olsa ortadan kaldırılır. Tiyatroda çok katı bir strüktürel ayrım vardır. İzleyicilerin ve oyuncuların yeri kesin olarak ayrıdır. İzleyicilerin sahnede yeri yoktur. Bu sembolik ayrım, dolayısıyla hiyerarşi Brecht’te o an için ortadan kalkar. İzlerken oyunculardan birinin benden farklı olmadığı, benzer olduğumuz duygusunu yaşarız...

Politika ile seçmen arasındaki politika oyununda da bu yapı üzerinden muhteşemlik duygusu, üsttekiler ve alttakiler duygusunu yaşanır. Politikanın en etkili yanı sahneleniyor olabilmesindedir. Önemli insanlar yukarıda, sahnede, sıradan insanların yani seçmenlerin ulaşamayacağı yerde, korumalı bir alandadır. Sahnelenen şey dolaylı da sahnelenir. Bir mitingde Führer halkına konuşur, onlarla birliktedir. Ama strüktürel kurgu halk (halk aşağıda, alkışlayan, muhteşeme muhteşemliğini onaylayacak pozisyondadır) ile Führer (fiziki olarak da yukarıdadır, mikrofon ondadır ve halka üstten bakarken halka aynı zamanda aralarında, yani onlardan biri olduğu intibaası verir. Mikrofonu elinde tutan aslında gücü elinde tutandır. Yukarıda olması da strüktürel olarak yükseklik/yücelik ve üstten bakma imkânı verir) arasına mesafe koyarak halkın arasında ama aynı zamanda halkın üstünde olma durumu oluşturur. Önemli insanlar yukarıda ve sıradan ortalama insanlar aşağıdadır... Bu sahneleri ve sergilenir ve böylece Führer’e ve halka pozisyonları yeniden ve bir kez daha onaylanır.

Cinsel mazoşizmde de oynama, sergileme var ve bunun için aletler kullanılır. Oyuncuları, sadisti (hükmedeni) ve mazoşisti (hükmedileni) vardır... Politika da böyle bir şovdur. Politikacı üstte durur ama izleyicilere verdiği mesaj ben sizlerden biriyim, biz biriz (aynıyız), birliğiz. İşte bu duyguyla izleyiciler tarihsel bir önemlilik duygusuna kapılırlar ve önderlerine daha çok bağlanırlar. Biz olma duygusu, büyüklüğe, yüceliğe ait olma.

Devam edecek

[1] Thomas Macho, Das Leben ist ungerecht [Hayat Eşit Değil] (Residenz Verlag, 2010), s. 11.

[2] Pierre Rosanvallon, Die Gesellschaft der Gleichen [Eşitler Toplumu] (Hamburg Edition, 2013), s. 15.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi