Kimin terörist olduğunu kim belirler?

Çoğu insanın uzlaşacağı bir terörizm tanımı henüz yok. Kimin terörist olduğuna hangi kriterlere göre karar veriliyor? İnsanlar Türkiye’den Avrupa’ya geliyorlar ama kimine göre “teröristler!” İktidar kendisine uymayan grupları ‘terörist" olarak tanımlıyor.

Terör kavram olarak ilk Fransız Devrimi sırasında kullanılıyor. Georges Danton ve Maximilien de Robespierre dönemlerinde iktidara gelenlerin uyguladığı şiddeti tanımlamak için “terör” (la Terreur) kelimesi kullanılmıştır. O zaman terör, yöneticilerin, iktidarın olanaklarını kullanarak halka yaptıkları zulmü tanımlamak için söylenmişti. Bu güç 1794’de en uç noktasına ulaşır ve uygulamalar “büyük terör” (la Grande Terreur) olarak tarihe geçer. Yani günümüzde tanımlama gücünü ve enstrümanlarını elinde tutan devletin, bazı grupları suçladığı şey, Fransız devrimcilerin iktidara geldikten sonra yaptıkları zulmü tanımlamak için kullanılmıştı.

Bruce Hoffman, kapsamlı çalışması Terrorismus – Der unerklärte Krieg’da terörizmin tanımının yapılmasındaki zorluklara işaret ettikten sonra, terörizmin politik bir amacının olduğuna, şiddete dayandığına ve bu şiddetin hesaplı ve planlı olduğuna vurgu yapar.

Fransız Devrimcileri de kendilerinden olmayan ve eleştirel her düşünceyi “karşı devrimcilik” saymışlardı. Devletin yaptığı terörizm bu bağlamda pozitif bir eylem gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Özel ve genişletilmiş yetkilerle donatılmış “Halk Mahkemeleri” ölüm cezaları vermiş ve bu cezalar giyotinle uygulanmıştır. “Belki de tarihin bir ironisidir: Terörizm ilk çıkışında demokrasi ve ideallerle yakın ilişkilidir.” * İyi, adil ve eşit bir toplum hayalini gerçekleştirmek isteyenlerin sonradan uyguladıkları zulümdü. Bugün de eşitlik, demokrasi ve özgürlük istemleri olanların yer yer başvurdukları bir yöntemdir şiddet.

İsolde Charim (2022, Ich und die Anderen, Zsolnay Verlag, 4. Baskı, s. 84) terörün yoldan çıkmış bir başkaldırı, baskılara karşı çıkış olmaktan öte bir haksızlığa ve eşitsizliğe sapıkça bir tepki olduğunu söyler. Charim’e göre (s. 87) terör bir anlamda bir çatışmanın ve sorunun şiddetle ifade biçimidir yani. Burada kaynakların haksız bölüşümü, eşitsizlik ve sapıklık içerdiğini de unutmamak gerekir. Terör açıklamalarında genelde sosyal sorunlar, yoksulluk öne çıkan çıkmasına rağmen bunun yeterli olmadığını yazar Charmin.

İslami terör en çok çoğulcu yaşama bir saldırıdır. Cinnet geçirenlerle (amok) terörsitler arasındaki fark İslami terörde ortadan kalkmıştır (s. 87). Cinnet geçirenler psikolojik hastalardır ve bir gruba körü körüne ateş ederler, ‘yüce’ bir amaçları yoktur ve çok kişiyi öldürürler. Terör ise kabul edelim ya da etmeyelim bir amaca işaret eder. İslam Devleti kurmak gibi. İnsanların canlı bomba olarak terör yapmaları, ses getirmeyi amaçlayarak olabildiğince çok insan öldürmeyi seçmeleri cinnetle terör arasındaki farkı ortadan kaldırıyor. Neden-sonuç arasındaki bağlantı sıkça kopar. Yaşanılan bir haksızlığın yarattığı tepki anlamını İslami terörde yitiriyor. Anlamsızlığı anlamlandırmak için uygulanan anlamsız şiddet var. İnsanların bu teröre verdikleri anlam üzerinden anlam arama/bulma çabaları... Burada vazife öne çıkar. Bu kişiler kendilerini bir kutsal dava için görevli sayıyorlar ve kendi kendilerini bu kutsal dava için vazifelendiriyorlar. Anlam bu vazifeye yükleniyor. Charmin Althusser’e gönderme yaparak (s. 88) özne olmada vazifenin önemli olduğunu vurgular.

TERÖR, DİN VE MİLLİYETÇİLİK

Daha sonraları kolonyalizme karşı verilen mücadelelerde, milliyetçi hareketlerde dini motifler de öne çıkar. Son yıllarda terörizm tartışması daha çok İslami terör üzerinden yürütülüyor. Hoffman tarihte ilk terör eylemlerine örnek olarak, İ.S. 66-73 yıllarında Kudüs’ün Romalılar tarafından işgaline karşı direnen Yahudi Zelotları gösterir. Pazar yerlerinde halkın gözü önünde Romalı yöneticilerin boğazlarını keserler. Zelotlarda kimyasal terör saldırısı olarak değerlendirilebilecek eylemlerle de karşılaşırız: İçme suyu kuyularını zehirleyerek insanları öldürmüşlerdir.

Terör ile din arasındaki ilişki Hindistan’da da 17. ve 19. yüzyıllar arasında yaygındır: Bazı Hindular “terör ve yıkıcılık tanrıçası” Kali’ye kurban etmek üzere insanlara saldırır ve canice ritüellerle insanları katlederler. İngilizler bu tür şiddet eylemlerini tanımlamak için thug (acımasız, cani) kavramını kullanıyorlar. Thug’ların bir milyona yakın insanı katlettikleri tahmin ediliyor. Fransız Devrimi ile başlayan süreç 19. yüzyılda devam ediyor. Ulus devletlerin oluşmasında şiddet eylemleri milliyetçi renkler kazanıyor. Marksizmle birlikte dinsel motifler arka plana düşüyor ve şiddet eylemleri dünyevileşiyor.

TERÖRİZMİN TANIMLARI, HEDEFLERİ, YÖNTEMLERİ

Bir güvenlik uzmanı olan Peter Waldmann 2000 yılında yazdığı bir metinde, ülkelerin güvenlik politikaları açısından terörizm “politik sisteme karşı planlanmış ve şoke etme amacı taşıyan bir saldırıdır” der. Çoğu insanın uzlaşacağı bir terörizm tanımı henüz yok; bu tartışmayı biraz zorlaştırıyor diyebiliriz.

Terör, eylemlerle insanların kendilerini güvende hissetmemesini amaçlarken aynı zamanda kendisine yandaş bulmayı, sempatizan kazanmayı amaçlar. Yani bir yanı korkuyu ateşlerken diğer yanı sempatik olma çabasını içerir. Terörün genelde politik bir amacı ve mesajı vardır; bu anlamda toplumla da ilgilidir ve terör eyleminin mesajının toplumu ilgilendiren bir içeriği vardır. Güvencesiz bir ortam ve korku yaratmakla terör, devletin halkına vaat ettiği görevi sorgulanır hale getirir.

Teröristlerle devlet arasında anormal bir güç dengesizliği vardır. Bu nedenle teröristler devletlerle direkt çatışmadan olabildiğince kaçınırlar; sadece yeterince güçlendiklerinde, finalde açık ve doğrudan çatışma seçilir ve bu yengi amaçlıdır. Teröristlerin geri çekilmeleri kendilerini gizlemeye zorlar, burada illegalite doğar. Devlet güç dengesizliğine vurgu yapmak için aşırı güç kullanır; bu güç gösterisinde genelde zulüm yapar, teröriste böylece haddini bildirmeyi amaçlar. Terörist gizlendiği için de devlet terörünün hedefi halk olur.

Terörü tanımlamak için gereken özellikler, acımasızlık, insafsızlık, keyfilik, korku yayma, kimsenin kendini güvende hissetmemesi, şiddetin ölçüsüzlüğü ve en önemlisi de hukuksuzluğudur. Terör her ne kadar kendince bir hukuka dayanmaya çalışsa da “hukuk dışı”; bir alanda ortaya çıkar. Bunlar terörün özellikleridir ve aynı zamanda bu özellikler terörist bir eylemin -kendi tanımıyla- “başarısının”; gerekenidir. Terör kendine bir düşmanı hedef belirlemişken eylemlerinin mağdurları sadece düşmanlarıyla sınırlı değildir; ön seçimsiz, masum insanlar daha çok mağdur olurlar. Daha önceleri terör için sansasyonel tek kişilik eylemlerin hedefi seçilirdi. Sol hareketler genelde bu yolu izlerler; Almanya’da Hans Martin Schleier (1977), İtalya’da Aldo Moro (1978) gibi tanınmış kişiler önemli hedeflerdi.

Günümüzde ise sansasyon kamusal alanlarda; kitlesel hedefler seçilerek kendini olabildiğince çok insana duyurmayı hedefliyor. Bugün ise tarih öncesi Yahudi Zelotlara ya da 17.yüzyıldaki Hinduların yaptıklarına çok benziyor. İslami terör kameralar önünde insanların boğazını keserek, öleceklerin kim olduğuna bakmaksızın olabildiğince çok insanı öldürüyor. Ankara Gar Katliamı’nda ya da İkiz Kuleler’de ölenin Müslüman olup olmamasına bakmadan olabildiğince çok insan öldürdüler, çok insana zarar verdiler.

Peter Waldmann terörün bir iletişim biçimi olduğunu, ölüm ve öldürme üzerinden, şiddet üzerinden düşmanla iletişim kurduğunu anlatır. Teröristler yaptıkları eylemleri “yüce değerler” için yaptıklarından masum insanların ölmesini önemsemezler. Yüce değerler ve kutsal üzerinden yaptıkları vahşeti masumlaştırmayı denerler. Sol terörde masum insanların, çocukların, sivillerin, hatta erlerin, halktan birileri ya da yoksul oldukları için, öldürülmemesine özen gösterilir.

Birilerinin kendilerini Tanrı yerine koyarak başka birilerini öldürülmeye layık görmesi... Canı vermenin ve almanın Tanrı’nın bir özelliği olarak bilinmesi, ama buna rağmen birilerinin can almaya karar vermeleri! Bu, insanların tanrılaşmaları demek. İbrahimî dinlerde insanı öldüren Tanrı’nın bile kurduğu bir mahkeme var. Terör, birkaç kişinin hukuku ortadan kaldırarak birilerini suçlu ilan etmesi ve bu insanların savunmasız, yargısız ve belgesiz yok edilmesidir.

TERÖR, KÜLTÜR VE HAFIZA

Eknaton tektanrıcılığa geçtiğinde geçmişe ait, geçmişi anımsatan heykelleri ve duvar kabartmalarını yok etmeye kalkıştı. Muhammed de Kabe’deki putları kırıyor, “Cahiliye”nin izlerini sembolik olarak yok etmeye çalışıyordu. Yeni bir rejim, yeni bir din oluştuğunda geçmişe ait izleri yok etmeye çalışıyor diyebiliriz. Tarihçi Jan Assman, bu tür eylemlerin amacının “kültürel hafızayı” yok etmeyi amaçladığını söylüyor.

Terör de mücadele ettiği gücün sembolik değerlerine saldırarak bunları ortadan kaldırmayı, böylece kültürel hafızayı yok etmeyi, kendi hafızasını ve anımsama kültürünü oluşturmayı dener. 2001’de Taliban’ın Afganistan’da Buda heykeline saldırması, aynı zamanda Afganistan’ın hafızasına da bir saldırıydı. Ayasofya üzerinden yürütülen güncel sembolik kavgada da eskiyi ortadan kaldırma ve yeniyi oluşturma çabası vardır. Bunun bir anlamı da terörün kültüre saldırısıdır. Bir toplumun kimliğinin koordinatları olan kültürel değerlere saldırı, kültürü ve kültür üzerinden kimliğin onaylanmasını ortadan kaldırmak ister. Terörün bu bağlamda en büyük yıkım hedefi kültürdür. Çoğu kez kültürel ritüellerin saldırıya hedef olması bu nedenledir. Irak Savaşı’nda insanların toplandıkları, dinsel ritüellerini yerine getirdikleri ve kutsal saydıkları camilere, üstelik Cuma namazı esnasındaki saldırıların da amacı buydu. Korku salmak ve kültürün taşıyıcı kolonları işlevini üstlenen dinsel ritüellerin uygulanmasını engellemek...

Bir rastlantı değildir Goebbels’in “Kültür lafını duyunca tabancanın emniyetini açıyorum!” demesi. Kültür ritüeller üzerinden bir süreklilik duygusu yaratır. Ritüellerin tekrarı bir şeylerin aynı kaldığı duygusu da verir ayrıca. Kültür tarihi, bilgi ve bilinç ötesiyle dolu bir kazan gibidir. İşte bu kazanı patlatmak ve böylece sürekliliği durdurmak için kültüre saldırır terör. Kültür kendimizi yuvamızda hissetmemizi sağlar; yuva güvence demektir. İnsanın kendini en rahat, en tanıdık ve en güvencede hissettiği yer; işte saldırı bunadır.

KİMDİR TERÖRİST?

Hiçbir terörist kendisini terörist olarak tanımlamaz. “Terörist”; başkasının tanımladığı ve belirlediği bir kavram. Bu durum genelde gücü elinde bulunduranların muhaliflerini ortadan kaldırmak için keyiflerince kullandıkları etkin bir silaha dönüşüyor. Kim/dir terörist? Kimin terörist olduğuna hangi kriterlere göre karar veriliyor? Son yıllarda insanlar Türkiye’den Avrupa’ya geliyorlar; güzel insanlar, ama kimine göre “teröristler!” İktidar kendisine uymayan, eleştiren grupları ‘terörist’ olarak adlandırıyor.

İktidar teröristin kim olduğuna bir grup keyfi (çünkü hukuksal, mantıklı bir tanımı yok) uygulamayla karar veriyor. Teröristin resmi de değişti. Önceleri ellerinde uzun silahlı, bakımsız, vahşi bakan ve dağlarda yaşayan adamlardı teröristler ve bu halleri haberlerdeki tanıtımlarıyla da korku vericiydi. Günümüz “teröristler”inin ellerinde kalemler, dizüstü bilgisayarlar var. Devletin zulmünden kaçan bu “teröristler”in silahları ise diplomaları! “Vahşi” görünümlü teröristlerden korkmalar yerini terörist olarak adlandırılmaktan korkmaya dönüştü. Yani mesele terörist olmakta değil asıl mesele böyle tanımlanmakta artık. Terörden çok terörist olarak adlandırılmak tehlikeli yani. Terör diskurunu dönüştürmek gerek... Artık sokak röportajlarında bile insanlar bu keyfi, saçma ve tiksindirici terör söylemiyle alay ediyorlar.

Bazı devletler ve örgütler bugün pozitif çağrışımlar yapsalar da geçmişte teröristler listesinde adları vardı. Filistin yöneticileri terörist olarak arandılar mesela. Terör, kimin tanımladığı ve tanımlama gücünü kimin elinde tuttuğuyla da doğrudan ilişkili bir kavram. İsrail’in kurucuları da yıllarca “terörist”ti. Nelson Mandela da. Mustafa Kemal de “isyancı, asi, fitne- fesatçı” suçlamalarıyla gıyabında idam cezası verilmişti. Tarihi olmamış olaylardan yola çıkarak kurmak saçma, biliyorum; bir fantezi olarak söylüyorum: Mustafa Kemal o zaman yakalanmış olsa, belki adını bugün kimse bilmezdi, ya da ölümünü tarih kitaplarında “hain” birinin idamı olarak okuyor olabilirdik. O dönemin iktidarı tanımlama gücünü kullanarak, elindeki imkanların çoğuyla onu asi ilan etti. Daha sonra güç el değiştirince kahramanlık ve kuruculuk hikâyeleri başladı. Öyle ki biz tarihi kazananların perspektifinden okuruz çoğu kez.

Terör tartışmasında tarafsız olmak, bu tartışmayı siyasi olmaktan çıkarmayı denemek ve meseleye mesafeli bir şekilde yaklaşmak da tepkiye yol açıyor. Çünkü iki taraf da kendi mücadelesini haklı, karşı tarafı suçlu ve zalim görüyor. Mesafeli kalmayı, iki tarafa da aynı uzaklık ya da yakınlıkta durmayı iki taraf da “kendisini diğeri ile aynılaştırmak”; olarak değerlendirdiğinden bu mesafeli tartışma öfke yaratıyor. Devlet, “terör örgütü” ile aynılaştırılmaya öfkeyle cevap veriyor. Barış İçin Akademisyenler’in devleti çıldırtmasının sebebi, bu insanların iki tarafa da aynı çağrıyı yapmaları ve iki tarafa aynı uzaklıkta olmalarıydı. Bu tutumu “iki tarafı aynılaştırmak”; olarak algılayan devlet, kendi aygıtlarını kullanarak bu insanları kriminalize etti, akademiden dışlayarak onları varoluşsal bir sorunla- yüz yüze bıraktı. Akademinin dışına atılan insanlar ordusuz general gibidir. Kendilerini akademi üzerinden var eder, hayatlarını da akademi üzerinden kazandıklarıyla sürdürürler.

Haliyle bu mücadelede iki taraf da kazanmaya mahkûmdur, çünkü kaybeden yok olacaktır. “İki taraf”; diye kurulan cümlelere öfkenin bir başka nedeni de, tarafların ikisi de haklılığına ve bundan ötürü de yaptıklarının kutsal bir dava olduğuna kendini inandırmıştır. Aynılaştırma bu kutsallığın anlamına bir saldırı gibidir, yani anlamsızlıktır. Bu davada yaptıkları zulmü de işte bu haklılık ve kutsallık örtüsüyle gizlerler...

Peter Waldmann, terör örgütlerinin “savaşan taraflardan biri”; olduklarını söyleyerek, kendilerini devletle aynı seviyeye çekmeye çalıştıklarını belirtir. Devlet ise terör örgütünü küçümser, değersizleştirir ve onu muhatap almayacağına vurgu yapar. Devlet ile terör örgütü arasında diskur mücadelesi vardır ve devlet asimetriye vurgu yaparken terör örgütü diskurda simetrinin peşindedir. Aslında devletin bu tutumu devletin kendi mantığı açısından anlaşılabilir görünse de, devleti terörist eğilimlere de götürür aynı zamanda. Çünkü devlet terör örgütünü savaşın öteki tarafı olarak görmeyi reddederek “hukuksuz, kuralsız bir alana”, yani “olağan dışı mekâna” çıkar. İşte burada kendisi de kuralsız ve hukuksuz olmak durumundadır. Bu olağan dışılığı “olağanüstü hal” ile daha da belirgin hale getirir ve bu anormal uygulamalara bir çerçeve çizer. Çerçevenin dışına çıkmanın bir başka adıdır “olağanüstü hal.” Bunu yaparken teröristlerin “küçük bir grup” olduğunu, sorunu “kısa bir sürede” çözüleceğini ve olağanüstü yetkileri sadece kısa bir süre için istediğini söyler.

* Bruce Hoffmann, Terrorismus – Der unerklärte Krieg, İngilizceden Almancaya çev. Michael Bischoff (Frankfurt: S. Fischer, 2006), s. 24.

Devam edecek...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi