Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Hafıza ve unutuş

Haksız bir ölümle gitmiş birini andığımızda, siyasi cinayetlerin zaman aşımı olmadığını bağırıyoruz. Unutmadığımızı, hepsinin nasıl öldüğünü hatırladığımızı haykırıyoruz. Bu bir hafıza savaşı, hiçbir şey geçip gitmedi.

Hrant Dink'in öldürülmesinin üzerinden on yedi yıl geçmişti ve “anma” dediğimiz şey yatağında, doğal bir ölümle ölmüş birinin yakınları, sevenleri tarafından hatırlanmasından çok farklıydı. Buradaki “anma”, henüz gerçeklememiş bir adaleti çağırmakla ve unutmanın sessiz bir suç ortaklığı olduğunu tarihsel olarak bilmekle ilgiliydi. Pek çok “anma” da olduğu gibi. Hrant'ı bu biçimde anmamızın daha ne kadar süreceğini düşündüm kederle. Muhtemelen çok uzun sürecekti, şiddetin tekelini ele geçirenler ilga edilmeden pek çok açık suç, suç olarak kaydedilmeyecekti. Suç, isnat edilen bir şeydi her zaman, neyin suç olduğu ya da kime suçlu deneceğinin bütün zamanlarda bir hazır şablonu vardı.

Geçiş dönemlerinde bir süre karmaşaya düşülse de kendini küllerinden yeniden doğuran her iktidar, silkelenip kendine geldiğinde, hayatta kalabilmek için en fazla ihtiyacı olduğu şeyin bu suçlama ve suçtan bağışık olma tablosu olduğunu bilirdi. Ara dönemlerdeki kargaşaya ya da iptal edilen meşruiyetlerin yarattığı boşluğa fırlatılanların, yargılananların yarattığı adalet gerçekleşiyor duygusunun ne kadar geçici bir şeyin içinde durduğunu anlamak için tarihçi olmaya gerek yoktu.

Geçmişi silmenin ya da kolektif hafızanın sadece suçluluk duygusu yaratan yüklü içeriğini boşaltmanın kimi zaman insana mantıklı gelse bile- her zaman ideolojik bir şey olduğunu unutmamak gerekiyor. Pek çok kuramcının, sanatçının destek verdiği bir program bu aslında. Bilerek ya da bilmeyerek yeni bir başlangıç masalına insanları ikna etmenin, bir sıfır noktasından söz etmenin, geçmişi hem kişisel hem toplumsal düzlemde unutmanın siyaset biliminde, sanatta, kişisel gelişim el kitaplarında sayısız biçimleri var. Çoğu da ikna edici bir yerden konuşuyor. Bir yükten kurtulmaktan, önümüze bakmaktan, bağışlamanın teolojik kurtarıcılığından…

Hiçbir şeyin tesadüf olmadığını biliyorum, bir sıfır noktası inşa etmenin, geçmişin suçlarını bireysel ve kolektif bilinçdışına itmenin, hafızayı biçimleyen zamanı, tarihsel boyutundan çekip çıkarmanın, sorumluluktan kurtulmak için geliştirilen sanatsal tekniklerin, hepsinin bir sebebi var: Hesabı, bedelini yeterince ödemeden kapatmak. Yeni bir başlangıcın bu biçimde mümkün olduğuna insanları inandırmak. Belki de önce kendini inandırmak. Acılı ve suçlu bir geçmişi, atılması gereken bir yük olarak tariflemek. Kulağa doğru geliyor belki, kulağa doğru geldiği yerlerde mayınlı bölge başlıyor. Bütün sıfır noktaların sonrasına bakın, hep başlamıştır.

Bir şeyi unutmanın ve bir devri kapatmanın mümkün olmadığını düşünmüyorum aslında, sadece kuvvetli bir biçimde kapatmanın tek biçiminin bütün utançların dökülmesinden, kaçınılan her şeyin açığa çıkmasından ve esaslı bir itibar yıkımından sonra gerçekleşebilecek bir şey olduğunu biliyorum. Bu yapılmadığında, geçmişin üstü kaba dokunmuş bir yeni zaman yorganıyla kapatıldığında, -Helmut Lethen'de okumuştum sanırım-, -mış gibi yapmalar başlar. Geçici kurulan anlaşma, ilk bozucu jestte yeniden dağılır.

Aslında biz (biz: ağlayacak çok ölüsü olanlar) unutmayı devletlerden bile çok istiyoruz. Sözde yargılanmaların olmadığı, hepimizin bildiği ama dile getirmenin yasak olduğu bütün suçların döküldüğü, insanlığın ve yasa yapıcıların bulaştığı hayal kırıcı rezaletlerin üstünün kapanmadığı, doğrudan ya da dolaylı; sıradan ya da entelektüel bütün işbirliklerinin açığa çıktığı o büyük ışık anından sonra; her şeyden hep beraber utanıp, rezil olduktan sonra; en önemlisi de bu tarihsel anı mümkün kılacak bir kavgayı verdikten sonra, eski insanlık biçimlerini unutmak istiyoruz. Boynumuza bir utanç levhası asıp kamusal alanda iki tur attıktan sonra. Başka türlü olmayacağını biliyoruz. Kapatılmış her devir, başka türlü döndü ve durdu önümüzde.

Haksız bir ölümle gitmiş birini andığımızda, siyasi cinayetlerin zaman aşımı olmadığını bağırıyoruz. Unutmadığımızı, hepsinin nasıl öldüğünü hatırladığımızı haykırıyoruz. Cezasızlığın geçmişten bugüne uzanan bir zincir olduğunu bildiğimizi söylemiş oluyoruz. Arkaik zamanlardan NATO’ya kadar, oradan bugüne kadar işleyen bir şiddet sarmalının insanlığın kaderi olmadığını haykırıyoruz. Bu bir hafıza savaşı, hiçbir şey geçip gitmedi. Birgün, utancın bütün haysiyet kırıcı görünümleri belirirse tarihin ışığında, suç, güçlünün işidir tabelası asılırsa ülkelerin girişine ve hakiki bir varoluşun tek yolunun sahtelikleri aşmak olduğuna ikna olursak hep beraber, aynı suçları işlemeyecek bir mekanizmayı hayata geçirebilirsek, anma işini ölenlerin yakınlarının kalbine emanet edebiliriz.

O gün Rakel Dink usulca bir mum yakar ve ölüsünü dualarıyla anar. Şimdi mümkün değil. Onlar, bütün ölüler korkunç bir uygarlığın suç belgeleri ve hepimize ait.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi