Duyguların katlinde devlet, baba, anne ve öğretmenin rolü

Devlet baba” güçsüz; bağırmayı, dayak atmayı, işkence yapmayı ve korkutmayı güçlülük sayacak kadar güçsüz. Kim “yaramazlık” yapıyorsa “terörist” oluveriyor! İlkel tepkiler veren zayıf babanın bir fotokopisi devlet baba. Baba, öğretmen, anne..

İçimizde bir mahkeme var; bir “üst-ben”; gibi bir şey. Bir polis, bir avukat, bir savcı ve bir hakim. Tanrıların mahkemesi gibi. Daha doğrusu bu mahkemenin yeryüzüne inmiş, içimize kurulmuş hali. Biz dinsel anlatılar ve inançlar üzerinden ilahi adaleti Tanrı’ya geri veriyoruz. En son ve mutlak adaletin Tanrı’dan gelecek olması, Tanrı’nın kötünün cezasını verecek olduğu inancı kötüyle karşılaştığımızda bizi edilgen yapabiliyor, çünkü biz bu durumu Tanrı’ya havale edebiliyor ve onun aktif olmasını diliyoruz. Vicdan... İşte bunun oluşmadığı, ya da içimize hiçbir şeyin geçmediği “panzerden oluşan” bir beden (Wilhelm Reich) gibi bir şey.

Faşizm araştırmalarından biliyoruz. Otoriteyle çatışmak istemeyen, itaat eden kitle vicdanı içinde konumlandırmaz. Vicdan kutsal kitaptadır. Tanrının emriyse yaptığımız zulüm, mübahtır ve bizim vicdan azabı çekmemiz gerekmez... Devlet kutsaldır. Ve devlet (kutsal) için yaptığımız zulümlere vicdani muhasebe gerekmez. Vicdan içimizde bir yerlerde değil, bizimle ilişkisi olmayan bir konstrüktür... Vicdan böyle kurgulanınca kutsalın istediğini yapınca kutsala hizmet ederiz. Arkasında kocaman zulüm de olsa. İktidar, otorite, din adamları da işte bu kutsala dayandırdıkları zulme böylece onay alırlar...

DEVLETİN EMRİ ÖLDÜRMEYİ HAKLI KILAR

Psikanalitik narsizm kuramlarını inceleyen İsolde Charim (2023, Die Qualen des Narzissmus=narsizmin ızdırabı, Zsolnay Verlag, 3. Baskı, s. 32) ideal ben’in dışarıya aktarımının getirdiği sorunları inceler. Ruhsal olanı, içimize ait olanı dışarı konumlandırma iç ve dış arasında sanki farkı da yok ediyor adeta. İnsanın idealleri var. Birçok inancın ortak yanı olan ahlaki değerler. Hırsızlık, yalan, iftira, öldürmenin yasaklanması gibi. İnsanlar sosyalleşirken bu ahlaki değerleri içselleştirir. Bu ideale ulaşmaya çalışarak iyi insan olma özlemi oluşturur. Bu değerlere olabildiğince uygun yaşamaya çalışmak insanın ideali olur biraz da. Yaşanan gerçeklik ve bu idealler arasında zamanla fark doğar. Yalan söylemek çok kötüdür ama arada küçük yalanlar, problem değildir. Hırsızlık kötüdür ama biraz çalmadan da hayat sürdürülemez gibi. İdeal ve gerçeklik arasındaki fark zamanla açılır ve bu, insanı huzursuz da eder, çünkü insan ideal olana ulaşmak ister. Dini, ideolojiyi ideal olarak seçenler işte içe ait olanı dışa taşırlar. Dinin/ideolojinin değerlerini ideal olarak içlerine alırlar.

Böylece iç ve dış, ideal ve gerçeklik arasındaki farkı da kısmi olarak ortadan kaldırırlar. İdeolojilerine ve inançlarına bağlı yaşayarak rahatlarlar. Öldürmek kötüdür. Öldürmeye, ölüme onay vermek insanın idealiyle çeliştiğinden huzursuzluk yaratır. Ama kişi öldürmeyi/cinayeti devletin/dinin emri olarak görür ve öldürmeyi haklı bulursa çelişki yaşamaz. Hırsızlık kötüdür ama kutsal bir dava için yapılan hırsızlık mubahtır. Bunun sonucu ama insanların inançlarının, dillerinin, kültürlerinin farklılığına rağmen ortak kabulleri olan değerler reddedilir. İç ve dışın, idealle gerçekliğin, sen’le ben’in, biz ve sizin arasındaki fark ve bu farkın üzerinde oluştuğu ortak zemin kaybolur...

Kürtler ve Türkler... On binlerce ceset... Öldürmenin kötü olarak öğrenildiği ideal’de bu durumun huzursuzluk vermesi ve çözüm arayışını zorlaması gerekir... Öyle değil işte... İnsan hayatından daha kutsal olan devlet için bu kadar ölüm bile mübah. Daha da öldürelim, daha çok öldürelim... Devlet, millet, vatan... Daha kutsal... Bu kadar zulmün olduğu yerde her insanın çok huzursuz olması gerekir. İdeali dışınızdaki kutsalın idealiyle ilişkilendirir, aynılaştırırsanız ve dış ideale uygun davranırsanız huzursuz olmanız gerekmez. İçinizle dışınız aynıdır... Bireysel ideali grubun idealiyle eşlerseniz iç çatışma yaşamayabiliyorsunuz. İşkence yapılıyorsa mutlaka hak etmişlerdir, terörist denilmişse öldürülebilirler... Alman Nazi subayı toplama kamplarında idealine uygun davrandığı için akşam sevgilisiyle dans edip eğlenebiliyordu.

MERHAMETTEN KORKUYORUZ

Bernard Lewis (2003, Die Wut der arbischen Welt, Campus Verlag, s. 156) İslam’ın çok belirgin ve kesin olarak Müslümanları itaate zorladığını, otoriteye itaat edenin yaptığı eylemden ötürü kendisini günahkar saymadığını, çünkü otoritenin/kutsalın emrine uyduğunu yazar. Burada vicdan insanın dışına otoriteye havale edilir. Böyle olunca yapılan eylem/zulüm insanlarda suç bilincinin oluşmasını, pişmanlığın oluşmasını da engelliyor. Zulüm olağan ve sürekli hale geliyor. Çok duygunun hissedilemediği, sadece öfkelenince bir şeyler hissedebildiğimiz ve insanlaşabildiğimiz çok olumsuz bir hal... Merhametten korkuyoruz. Çünkü merhamet otoritenin bize kutsal olarak sunduğu zulmü sorgulamaya yol açabilir... Sorgulamak, soru sormak, kuşku bu bağlamda çok tehlikelidir ve insanlar kaçınmayı denerler. Merhametin çekirdeğinde korku var. Bu anlamda bu çekirdeği fobik algılayabildiğimiz için sürekli sakınıp kaçıyoruz merhametten. Tanrı’nın en son ve mutlak adaleti olduğu inancı aynı zamanda vicdanı da Tanrı’ya tekrar gönderiyor; bireysel sorumluluktan kaçmanın ya da bunu tanrısallık üzerinden gerekçelendirmenin yolunu açıyor. İlahi adalet var... Kötü olanın cezasını mutlaka tanrı verecek... O zaman bize ne... Başımızı belaya sokmayalım... “Padişahım çok yaşa”...

TERÖR ÖNCE DUYGULARIN KATLİYLE BAŞLAR

Baba (babalık pozisyonu) yoksa ya da güçsüzse o ailede sorun var demektir. Erkekler (babalar) sorun ve sorunluysa, o toplumda ciddi sorunlar var demektir. Yaramazlık yapardık ve yaramazlık gürültüyle yapılabilen bir şeydir. Anne-babalarımız sürekli “sessiz”; olmamızı ister ve yaramazlığımızı hücreye kapatmayı denerlerdi. Biz keyifli ve sesliysek onların “kafaları şişer”di. Çocukken çok isterdik sessiz ve aynı zamanda yaramaz olmayı, olmadı.

Sonra babamız odaya dalar, tüm apartmanı sese verecek biçimde bize bağırırdı. Dilenciye bağırdığımız gibi. Korkardık. Sonra okula başladık. Bazen öğretmen ortalarda olmazdı. Özgür olmanın keyfi. Sesliydik, keyifliydik. Öğretmenlerden biri sınıfa dalardı, tehdit ve dayak! Suçun ve suçlunun araştırılmadığı, suç ve suçlu tespit edilemeden herkese aynı şekilde toplu bağırma ve kolektif ceza. Adaleti öğreneceğimiz ve içselleştireceğimiz yerde adalet ve hakkaniyet duygumuza tacizdi bu durum. Kuran kurslarında gülmek günah, sakız çiğnemek orospuluktu ve çoğu kez bu “suçlar” cezasız kalmazdı. Korkardık. Her sevinç böyle biterdi. Sonra içimizdeki mahkemeler böyle oluştu. Adalet, polis, avukat...

Babalar ve öğretmenler “güçsüz ve zavallıydı”; Ne adalet duygusu, ne ayrıntılandırma ne kendini savunma ne de suçun tespiti. Şimdi devlet sokağa çıkan, derdini anlatan, basında birkaç cümle kuran herkese polisiyle, mahkemesiyle müdahale ediyor, her gösteride ve yürüyüşte sıra dayağı çekiyor. Çatık kaşlı ve gözleri dönmüş baba, tahammülsüz ve vicdansız öğretmen/hoca, kendisine derdini anlatmaya çalışan herkese düşman olan devlet...

Yani “devlet baba” güçsüz; bağırmayı, dayak atmayı, işkence yapmayı ve korkutmayı güçlülük sayacak kadar güçsüz. Kim “yaramazlık” yapıyorsa “terörist” oluveriyor! İlkel tepkiler veren zayıf babanın bir fotokopisi devlet baba. Baba, öğretmen, anne... Özenilecek ve örnek alınacak insanlar olma vasıflarını yitiriyorlar ama anne, baba ve öğretmen oldukları için, çocuk onlara bağımlı olduğu için, sevilmek mecburiyetinden doğan bir sevme ve özdeşleşme söz konusu. Zulme hoşgörü, zulmü normalleştirme ve zulmü hayatımıza eklemleme böyle gerçekleşiyor. “Döver de sever de!” “Annenin/babanın vurduğu yerde gül biter” diyebilen kültür, faili yüceltiyordur aslında. Kadınlara yapılan şiddeti protesto eden kadınlara uygulanan devlet şiddetini “mutlaka bir suçları vardır”la açıklayan halk.

Terör ilk olarak, içimizdeki duyguları katlettiğimiz yerde başlıyor. Her terörist önce kendi duygularını katlederek başlıyor terörüne. Terör böyle tanımlanınca yakınımıza geliyor. Uzaklardaki terörist projeksiyonundan daha çok kendi teröristliğimiz tartışmanın teması oluyor... Merhamet çağrıları kimde şiddet pornografisine, bir filme dönüşüyor ve haz veriyorsa, esas terörist işte odur!

Devam edecek...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi