Diktatörlük çoğu insanın katıldığı bir suç örgütüdür

İnsanların çoğunun “kirlenmesinin”; temiz insanın kalmamasının bir başka psikolojik sonucu da “pisliğin inkârı”nın, “görmezden gelme”nin ve “unutma”nın kolay hale gelmesi, insana vicdani yükünün olmaması ve merhametin imkânsızlaştırılmasıdır.

Latin Amerika’da birçok ülkede eşitsizlik, keyfilik ve diktatörlükler var ve bu durumda bazı muhalifler kendilerini demokratik zeminde ifade edemediği için terörist eylemlerle kendilerine bir “dil” bulmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda bir ülkede çeşitli gruplar terör eylemleriyle, şiddet üzerinden devletle çatışıyorlar. Bu örgütlerin çoğu devletin de ifade ettiği gibi küçük birer “terör örgütü” olarak kalıyor ya da bir dönem sonra yok oluyorlar. Kolombiya ve Peru gibi bazı ülkelerde onlarca yıldır mücadele eden, halk desteği olan, kendi hakimiyet alanlarında devlet benzeri strüktürler oluşturan örgütler var. Ayrıca bu örgütler başlangıç dönemindeki sansasyonel şiddet eylemlerini de artık uygulamıyorlar; paralel bir yapı ve toplum oluşturmuşlar.

Devletin başından beri söylediği “küçük bir grup” olduğu ve “kısa zamanda bitirileceği” söylemi doğru değil. Bunun doğru olmamasının bir başka anlamı olarak, devletin amacına ulaşamadığını ama yenilgiyi de kabul etmediğini görüyoruz. Devlet hâlâ bu örgütlerden daha güçlü olsa ve asimetrik durum devam etse de hiçbir hedefine ulaşamadığı için yenilmiştir, hatta bunu itiraf etmese bile! Devletin yenilmesi bu örgütlerin topyekûn başarısı anlamına gelmez, çünkü bu örgütler de sadece bazı amaçlarına ulaşmışlardır ama asıl hedeflerine ulaşamamışlardır ve ulaşmaları da imkânsızdır. İşte bu durum iki tarafı da bu hali kabul etmeye zorlar.

Hobsbawm, Latin Amerika diktatörlerinin sıradan askerleri de işkenceye zorladığını, böylece olabildiğince fazla insanı suça bulaştırdıklarını anlatır.* Diktatörlük ve devlet böylece çoğu insanın katıldığı kirli bir suç örgütüdür ve birçok insan suça bulaşır. Bu suça bulaştırmanın en önemli işlevi insanların “vazgeçmelerini”; ve “pişman olmalarını”; engellemektir. Ayrıca ahlaken herkes eşitlenir ve hiç kimse diğerine üstünlük sağlayamaz. İnsanların çoğunun böylece “kirlenmesinin”; temiz insanın kalmamasının bir başka psikolojik sonucu da “pisliğin inkârı”nın, “görmezden gelme”nin ve “unutma”nın kolay hale gelmesi, insana vicdani yükünün olmaması ve merhametin imkânsızlaştırılmasıdır. Ayrıca ortak suç, bu suç üzerinden bağlanmayı ve kader bağı oluşturmayı getirir, böylece karşılıklı ve sürekli bir denetim mekanizmasını geliştirir. Psikanalizde “suç üzerinden bağlanma” diye tanımladığımız, genelde çocuk ve ebeveynler arasında oluşan bir mekanizma burada işler hale getirilir. Herkesin kirlendiği, suçun ortağı olduğu toplumlar ‘iyi’yi ve ‘masumiyet’i de yitirirler. Teröristle savaşanlar, terörü kötülük ve pislik olarak görenlerin sonunda geldikleri adres burasıdır genelde. Terör savaşı, mücadelesi bu mücadeleyi yapanları kirletir, toplumu suç toplumuna dönüştürür. Yani temiz kalmak olanaksızdır.

TERÖR, ÇOCUĞU, KADINI, YAŞLIYI VE SİVİLLERİ ÖNEMLİ YAPAR

Normal hayatta hastalık, yoksulluk, kadına şiddet, çocuk işçiler ve çeşitli zulümler ve ölümler ‘normal’ karşılanıyor. Siviller terör saldırılarında öldüğünde bu sivillere olağanüstü bir anlam ve değer yükleniyor. Umarım siviller ölmeden değerli ve önemli olabilirler.

Terör mücadelesini kuramlaştırırken bir başka sıkıntı ise bu savaşın iki ordu arasındaki bir savaş olmaması: Bir tarafta devletin kurguladığı profesyonel askeri güç, diğer tarafta ise askeri örgütlemeye benzeseler de özünde asker değil sivil kişiler olan örgütlenmeler. Bir ülkenin ordusunun, o ülkedeki asker olmayan bir grupla, yani kendi vatandaşlarıyla savaşı. Ama devletlerin, gücü elinde bulunduranların istatistik diskuruna hakimiyetlerinden ötürü oluşan bir kanı var: Teröristlerin verdiği insan kaybı. Bu diskurda devlet kendi suçunu da teröristin üstüne atar. Dünyada terördeki can kaybı istatistiklerine bakınca, devletlerin katlettiği insan sayısı terör örgütlerininkinden kat kat fazladır. Ama devletler bu istatistikleri açıklarken kendi katlettikleri insan sayısını teröristlerin üzerine yıkarlar.

Amerika’da da istatistikler benzerdir. Acıları ve ölümleri karşılaştırmak; bu çok iğrenç bir söylem! Her acı fazladır, kimden gelirse gelsin. Amacım bu sayılarda devletlerin yaptığı hileye dikkat çekmek. Bizim algımız çoğu kez şöyledir: Teröre haklı olarak karşı çıkarken, devletin bu filmdeki hilelerinden, mesela istatistiklerden ötürü devleti sorumlu ve sorunlu görmeyiz.

Tüm hikâye bir zulme, bir eşitsizliğe tepkiyle başlar. Devlet bu eşitsizliği gidermek ve zulmü önlemek yerine bu eylemi yapanların hareket alanlarını sınırlama, onları marjinalleştirme ve kriminalize etme çabası gösterir. Böylece kontrol edilemeyen bir dinamik başlar. Bir eleştiriyle başlayarak bir zulme dikkat çekmek isteyenler, devletin asimetrik tepkisine şiddetle yanıt verirler. Terör şiddete dayalı bir eleştiri biçimidir; devleti güçsüz ve küçük göstermeyi amaçlar.

Ulus ve milliyetçilik konusunda önemli tezler geliştirmiş olan Hobsbawm, 2009 yılında Almanca Globalisierung, Demokratie und Terrorismus adıyla yayımlanan kitabında, 20. yüzyılın tarihteki en cani dönem olduğunu ve savaşlarda yaklaşık ‘187 milyon insanın’ dolaylı ya da doğrudan katledildiğini yazar. Bu kadar kanın ve kana bulaşmışlığın insanda bıraktığı sosyolojik, psikolojik, pedagojik, ekonomik vs. izler üzerine düşünmeye değer. 21. yüzyıl dünyası, bu kanlı tarihten kurtulanların (mağdurların) ve faillerin/sorumluların kurduğu bir dünya. Bu kadar lokal çatışmanın sürdüğü ve karşılıklı katletmelerin bu yüzyılda da sürdüğü düşünülürse, hala içimiz soğumamış! İçimizde kaç kişi 187 milyonu sayabilir?

Kaç günde sayabilir? 187 milyon insanın kanından kaç göl, kaç deniz oluşur? O kanlar ırmak gibi kaç gün akar? Savaşçı, saldırgan dilin iğrençliğini hayal edebiliyor muyuz? Bu kadar dökülen kandan sonra hiçbir şey insan hayatından daha değerli, daha kutsal olamaz!

Hobsbawm terör tartışmalarındaki bir anlamsızlığa ve mantıksızlığa dikkatimizi çeker: Savaşta düşman öldürmek cinayet sayılmaz, aksine kahramanlık olarak lanse edilir ve hatta çok sayıda “düşmanın” öldürülmesi teşvik edilir. Aynı asker, savaş çerçevesi dışındaki öldürmelerde katil sayılır. Yani bir kontekstte cinayet kahramanlıktır, başka bir kontekstte insan öldüren suçlu ve katildir. Terörle mücadele de bir savaş olarak lanse edilir, halka böyle sunulur. Hobsbawm, IRA (Irish Republican Army-İrlanda Cumhuriyet Ordusu) örneğini verir: IRA’ya savaş açılmıştır, IRA üyeleriyle savaşılır ama IRA üyelerine düşman askeri gibi muamele edilmez. Onlar sıradan katil sayılır ve savaştaki çatışmalarda öldürdüklerinden ötürü katil olarak yargılanırlar. Devlet bir yandan halka savaş retoriğiyle konuşurken aynı zamanda IRA’lıları yalnızca “katil” olarak görür, savaş tutuklusu/esiri değil. Hobsbawm işte bu durumu anlamsızlık olarak tanımlar. Bu tutum terörle mücadele eden birçok devletin başvurduğu bir tutumdur.

DEVLET TERÖRÜ

Devlet kendi yaptığı terörü çıkardığı yasalarla, yani yasal kılıf geçirerek yapıyor. Bazen de kendi içinde oluşturduğu birimler terör yapıyor. Ebu Gureyb Cezaevi ve Guantanamo devletin işkence ve terör merkezidir. Bu mekânlar hukukun, insan haklarının, vicdanın ve merhametin olmadığı, kimsenin görmediği gizli terör mekanlarıdır. Usame bin Ladin’in öldürülmesi ve Bağdadi’nin sorgusuz infazı da birer terör eylemidir. Mesele bu insanların sempatik olup olmamalarına ilişkin değil; bu insanların birer cani olduğu da tartışma götürmez. Ama devletin kendi koyduğu kuralları ortadan kaldırarak, uygarlığın kazanımlarını katlederek bu insanlara yargısız infaz yapmasıdır terör olan. Şiddet, yok etme, korku salma, hukuksuz alanlar yaratma... Bu eylemler terörist eylemlerdir ve devletler bu konuda masum değildir. Transporter’lar insan kaçırıyorsa, Beyaz Toroslar’dan acıyla söz ediliyorsa bu zulmün teröristi devlettir. Devleti kutsalın arkasına gizleme çabası, devlete dokunulmazlık ve eleştirilemezlik yaratmaktır. Ama terör yapan devletler aslında kutsalı katlederler ve kutsalın ardına pisliklerini örtmek için saklanırlar.

Devletlerin yurttaşlarına karşı en önemli görevi onları tehlikelere ve tehditlere karşı korumak, bu korumanın çerçevesini çizmektir. Terör bu güvenceye saldırır. Devlet de terör yaparken terör örgütüyle sempatizanları arasındaki olumlu ilişkiye saldırıyı hedefler. Terör seyirciye oynanan kanlı bir sahnelemedir. Bu anlamda en çok, ses getirmeyi hedefler. Bir amacı, bir senaryosu, bir kurgusu ve sahnelenmesi vardır. Asıl amaç teröristi yok etmenin yanı sıra halka, yani seyirciye moral vermek ve böylece halk kitlesini arkasına almaktır.

Günlük kullanımda terör sıradanlaştırılır... Trafik terörü... Suç bilinmez, görünmez birinin üzerine yıkılır... Telefon terörü... Sağlık çalışanlarına yapılan terör... Terör sıkça usandırmak, korkutmak amaçlı yapılan eylem. Normal, her yerde olabilen ve olağan... Bu kadar olağan olunca birçok grup çok rahat bir biçimde terörist olarak damgalanabiliyor da...

MODERN CADILAR VE TERÖR

11 Aralık 2001’de Bush, terörizmi insanlığı yıkmaya yönelik büyük bir tehdit olarak (Philip Cole, 2022, Kötülük Miti, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 271) tanımlar. 16./17. yüzyılda Hristiyanlık şeytanın saldırısı altındadır ve şeytan kainatı yok etmek istemektedir. Bu dönemde vampir, canavar anlatıları ve cadı avları kötüyü yok etmeye yönelik savaşlardır.

Dini otorite kendi gücünü dengeleyebilmek bilmek için bu anlatılardan yararlanmış ve ‘kötü’yle kanlı bir mücadeleye girmiştir: “Muhtemelen Rönesans hümanizminin etkisiyle, cadı yargılamaları 1500-1560 yıllarında azalsa da Reform ve Karşı Reform hareketleriyle daha da güçlü şekilde alevlendi. Bunun nedeni, hem Katolik hem de Protestan kiliselerinin kendi otoritelerini tesis etme konusunda militanca davranmak zorunda olmalarıydı. İki taraf için de sapkın ve cadı özdeş figürlerdi, zira her iki taraf da karşıtlarının Şeytan’la anlaşma yaptığını savunuyordu (Cole, 2022, s. 102).

Günümüzde şeytan figürüne bir geri dönüş gözlemlenmektedir. Cole göre (s.252) göç krizleri ve terörizm konusundaki söylemde şeytan, vampir ve cadı motifi sosyal korkuların siyasal istismarıyla geri gelmiş durumdadır. Irkçı ve savaş yanlılarının kötücül bir düşman resmi çizerek (s.275) düşman ilan edilerek tüm iletişim imkânlarını engellemektedirler. Şeytan kötülüğü ister ama kendisi kötülük yapamaz, insanı ayartarak amacına ulaşabilir sadece.

Şeytanın amacı insanı ayartarak kötüye sürüklemektir. Bu anlayış cadı mahkemeleri döneminde cadılara işkence yapılmasının da önünü açmıştır. Cadılar şeytanın adına çalıştıklarından işkenceyle diğer cadıları ve işbirlikçilerini ortaya çıkarma paranoyası yaygınlaşmıştır. Günümüzde de teröristler şeytanlaştırılarak, cadılaştırılarak, canavarlaştırılarak onlara işkence yapılması olağan sayılmaktadır. “Amerikan gözetimi altındaki tutukluların,

Suriye, Özbekistan, Pakistan, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve Fas gibi işkence uyguladığı bilinen Ortadoğu ülkelerine nakli olmuştur (Cole, 2022, s. 260). İşkenceyi yasaklamış görünen ülkeler kendi illegal alanlarında işkenceye göz yumuyorlar. Teröristler insandışılaştırıldığı için de kamuoyunun işkenceye tepkisi çok cılız kalıyor. Şeytanileştirme ve hukuk dışı uygulamalara örneklerden biri de Tamillilere Sinhalar’ın yaptıklarıdır.

Sonunda nerede Tamilli varsa bu bir tehdit olarak (s. 273) görülmüş ve bu bağlamda yok edilmeleri ‘doğal’ sayılmıştır... İnsanlar terörist ilan edildklerinde hukukun, insani ve ahlaki değerlerin olmadığı bu bağlamda insan haklarının da olmadığı bir alana çekiliyorlar. İşte bu alanda ‘teröristlere’ yapılan her muamele mübah sayılabiliyor.

AMERİKAN TERÖRÜ

Ülkemizde de tanınan Noam Chomsky, Türkçeye Terörizm Kültürü adıyla çevrilen kitabında, Amerika’nın çeşitli ülkelerde yaptığı terörü anlatır. Amerika’nın bir ülkede var olan kurumlar üzerinden terör yaptığını, Amerikan işbirlikçi basının özellikle devletin yaptığı bu zulümleri/terörü sıradanlaştırmak ve normalleştirmek için bahaneler ürettiklerini yazar. Bu üretilen bahaneleri birçok devlet üstlenir ve devletin terörle mücadelesinde uyguladığı terör hemen hemen benzer biçimlerde gerekçelendirilir. Chomsky, sivillerin ve çocukların öldürülmesine bulunan kılıflar da dahil ABD’nin kirli işlerinden örnekler sunar. Latin Amerika’daki oyunları gösterir. Bu savaşta ABD’nin en etkin silahının propaganda olduğunu, bu propagandanın en önemli aletinin de basını ele geçirerek enformasyonu kontrol etmek ve dezenformasyon yaymak olduğunu anlatır. Terörün ses getirebilmesi haberin yayılmasına bağlıdır.

Ayrıca “yerli işbirlikçiler ve paralı askerler kullanmak suretiyle yerli halkın baskı altında tutulup sindirilmesi geleneksel bir uygulamadır.” Paralı askerlerin ve işbirlikçilerin adı her ülkede başkadır... Bu anlatı size de çok tanıdık gelmiyor mu? Bir atasözünde olduğu gibi, “Köpekler her yerde aynı havlar.” Bu yöntemi kopyalayan ülkeler kendi ülkelerinde benzer terörist uygulamalar yapmıyor mu? Korucular, özel harekatlar, Beyaz Toroslar, JİTEMler, kontrgerillalar... Halka baskı yapmak, köylüye dışkı yedirmek, sürgüne yollamak...

Bu ülkede işkencesiyle ünlenmeyen hapishane kalmadı. Üzerine ağıt söylenmeyen cezaevi yok gibi. Chomsky’e göre devlet terörünün en önemli özelliği “pis işlerin” gizlenmesi (s. 15), yani transformasyonudur; kötü, iyi gibi gösterilir. Saman altından su yürütülür; halk ve devlet arasındaki çelişkide bu saman altındaki işler yürürlüğe sokulur ve “halka rağmen halk için” denilen işler yapılır.

* Eric Hobsbawm, Globalisierung, Demokratie und Terrorismus, İngilizceden Almancaya çev. A. Wirthenson (Münih: DTV, 2009), s.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi