Balkan Savaşı: Cumhuriyetin muhteşemlik ve yücelik fantezisi

Osmanlı “yenilgi kültürü” özgüvenin mahvoluşunu getirmiştir. Erdoğan’ın arada bir itibara vurgu yapması, muhteşemlik duygusu veren saraylar inşası ve Büyük Türkiye, Yeni Osmanlıcılık uçuklukları tarihsel narsistik incinmeyi onarma isteğidir.

Mesela demiryolu bir strüktürdür. Temel yapıyı nasıl koyarsanız daha sonra neler olacağını da belirlemiş olursunuz. Yani makinist istediği yere gidemez ve sadece raylı sistem üzerinde sınırlı şekilde hareket edebilir. Yavaş, hızlı, ileri ve geri. Başka bir örnek: Sinemadaki koltuklar öyle yerleştirilmiştir ki, insanlar perdeye bakmaya zorlanırlar. Rahat oturmak sahneye bakmakla mümkündür. İşte bu devletin yapısında da zulüm üretmeye yatkın bileşenler içeriyor ve bu konunun cumhuriyet yüceltmesiyle üzeri örtülüyor. Eğer mesele yapının kendisinde olmasaydı, çeşitli iktidarlar başlangıçta çok önemli ve değerli şeyler söylemelerine, iyi niyet (yer yer) taşımalarına rağmen sonları ‘kötü’ bitmezdi. Yani sorun kişilerin niyetinden bağımsız strüktüreldir. Devletin yapısı bu. İnsanlar bir dönem sonra strüktüre göre hareket ediyorlar. Bunun bir başka anlamı bu strüktür zulüm üretmeye çok yatkın. Bu bağlamda kişilerden çok devletin yapısının değişmesi gerek. Yani cumhuriyet denilen raylı sistem makinistin istediği yere gitmesini engelliyor.

Freud’un sözünü ettiği tekrarın zorunluluğu (Wiederholungszwang) meselesini düşünüyorum burada. Bir psikolojik mesele, çözüm bulunması için bilinçötesinden dışarı çıkar. Eğer optimal çözüm bulunmazsa, bu dışarı çıkma tekrar eder ve çözüm bulununcaya değin bu sürer. Obsesif hastalarda gördüğümüz ve sürekli tekrar eden hareketler bu durumla ilgilidir çoğu kez. Mesela çocukluğunda yaşadığı bir mağduriyetten ötürü mağdur kimliği edinen biri mağdur kültürünü ustalaştırır ama bir yandan da mağdur olmaktan kurtulmak istemektedir. Onun için çeşitli ilişkilerde farkında olmadan kendini mağdur konumuna getirir. İstemediği bir şeyi sürekli üretir.

Durum artık saçmadır. Ama bu saçmalığı bilinçötesi sürekli üreterek, tekrarını sağlayarak optimal bir çözümün de sağlanmasını beklemektedir. Çözüm gerçekleşmediği için de bu mesele yeniden tekrar eder. Yani insan istemediği bir şeyi iyi bir çözüm bulmak için üretir ama optimal çözüm olmadığı için de acı çeker ama sorun kalır. Bu anlattıklarımı cumhuriyete aktarırsam bu kadar zulmün tekrar etmesi bir yanıyla çözüm aramadır ama çözüm bulunamadığı için de geçmişteki çözümsüzlük olan çözüm (zulüm, baskı) seçilir. Kısacası cumhuriyet demokratik çözümler üretmediği sürece bu kötülükler tekrar edecektir. Anamnez hastanın geçmişini, hastalık, travma geçmişini de sorar ki İslamcılarla çatışma çok daha uzun önce başlıyor.

GEÇMİŞE YOLCULUK

Osmanlı’nın yenilgileri ve toprak kayıplarının artışı 16. yüzyıldan sonra sorgulanmaya başlıyor. Toprak kayıplarının nedeni de ordunun zayıflığıyla ilişkilendiriliyor. Devletin güçlendirilmesi, yeniden organizasyonu anlamına geliyor ve bu organizasyonda dinci elit güç iktidara karşı güç kaybediyor. Toprak kayıpları, Anadolu ve Doğu'nun elde kalması ve bu coğrafyadaki Müslüman nüfusun çokluğu Sultan Abdülhamid’i dine yöneltiyor. Abdülhamid, “dinin her yerde kudretli bir birlik ve dayanışma gücünün olduğunu”[1] keşfediyor. Bu yöneliş İslamcıların yeniden sahne almalarına yardımcı oluyor.

“Osmanlı bürokrasisinin çağdaşlaşma reformlarının tek ölçüt ve amacı devletin kurtarılması olarak belirlenmişti.”[2] İşte bu modernleşme ilk önce askeriye ve eğitimde oldu. Eğitimin modernleşmesi medreseyle dinsel alan arasında çatışma potansiyeli de içeriyordu elbette. 19. yüzyılda bu durum “geleneksel ve modern kurumlar, değerler ve tahayyül dünyaları arasında çatışmalara”[3] olanak sağladı. İslam eğitimcilerin prestij ve yetki kaybı kaçınılmazdı ve bu narsistik incinme, varoluşsal kaygıları da doğuruyordu. Din ve din üzerinden geçinme güvencesi ortadan kalkıyordu. 19. yüzyıldan başlayarak “geleneksel ve modern kurumlar... arasındaki çatışmalar kendini hissettirmeye başladı.”[4]

Aydınlanma, dinle araya mesafe koyma, dolayısıyla dinin etkilerinin azalması demek. Dinsel olanın ulusala transformasyonu, rasyonalitenin dinsel olanın yerine geçmesi. Osmanlı’nın Batılılaşma çabalarında dini kurumların güç ve itibar kaybının yarattığı incinme (narsistik incinme) bir tür travma olarak görülüp duygusallaştırarak anlatılmasının bıraktığı travmatik bir etki var. Osmanlı’da din bir inanç meselesi değil, kurumsal yapının ayrılmaz bir parçasıydı.[5] Yenileşme çabaları hukuk, eğitim ve bürokraside Müslüman elitlerin güç kaybına ve buna bağlı olarak narsistik incinmelerine yol açtı. İşte bu elitler bu güç kaybından bir travma söylencesi yarattı.

Yaşanan incinmeler (reel incinme) anlatılırken bir değişiklik de geçirirler. İşte bu değişim bazen incinmenin etkisini artırır, çünkü anlatı incinmenin unutulmasını engeller ve anlatıyla incinme yeniden anımsanır.

Türk modernleşmesinin reddinde Türk modernleşmesinin temel özelliğinin Batı taklitçiliği olduğunun ön kabulü[6] belirleyici olmuştur. Batı karşıtlığında en önemli etkenlerden biri Batı’nın tehdit olarak algılanması kurgusudur. “Batı, Müslümanlığa-Türklüğe fıtraten düşmandır. Öncelikle, Batı esas itibariyle Hıristiyan olduğu için böyledir bu.”[7] Batılılaşmak genelde “Haçlılığın devamı” gibi görülür ve Batı da şeytan olarak tanımlanır.[8] Batılılaşma bu kontekste şeytanlaşmadır ve Kemalizm’i İslamcılar şeytanlaştırma projesi olarak görürler. Şeytan metaforu Müslümanlarda karşı enerjiyi mobilize eder ve direnme başlar. Demokrasi, insan, kadın, hayvan hakları... hepsi şeytani anlamlara çekilir.

İmparatorluk'un son yüzyılları yenilgiler ve buna bağlı olarak çeşitli göçler, mübadele, muhacirlik ve küçülme tarihidir aynı zamanda. Küçülme, muhteşemliğin yitimini ve aynı zamanda ona yönelik arzunun çoğalmasını ve yücelik fantezilerinin yeniden depreşmesini getiriyor. Erdoğan’ın arada bir itibara vurgu yapması, muhteşemlik duygusu veren saraylar inşası ve Büyük Türkiye, Yeni Osmanlıcılık uçuklukları işte bu tarihsel narsistik incinmeyi onarma çabaları da. Yani bu tarihsel incinmelerin geçilememesine ‘Muhteşem Yüzyıl’da, abartılı tarih anlatılarının olduğu dizilerde fantastik cevaplar bulunuyor. Erdoğan’ın reel bir başarısı yok ama iyi bir hayal satıcısı. Medyanın hayal endüstrisi ve yöneticiler işte bu yalan dünyayı ve bu yalan dünyanın tarihini narsizmle=muhteşemlik, yücelikle pazarlıyorlar. Eyal Ginio, Osmanlı Yenilgi Kültürü isimli kitabında Balkan Savaşı’nı kaybetmenin yarattığı travmayı anlatır. Ona göre, Osmanlı “yenilgi kültürü” Osmanlı özgüveninin tamamen mahvoluşunu beraberinde getirmiştir.[9] Aslında bir yenilgi kültürünün olmayışının altını çizmek gerekiyor. Yenilgilere rağmen ayakta tutulan muhteşemlik ve yücelik fantezisinin içine saklanılıyor bir yanıyla. Cumhuriyet kutlamasında, fetih kutlamalarında, İslam birliği, Turan hikâyelerinde hâlâ bu muhteşemlik dile getirilir, sahnelenir. Muhteşemlik var olanı kabul etmeme ve hayal dünyasına kaçışla mümkün. Yani insanlar reel duruma hayali bir alternatif geliştirerek ve bu hayale sığınarak kendi küçüklük komplekslerini örtüyorlar. Nerede muhteşemlik, yücelik anlatılıyorsa altında aşağılık, küçüklük meselesi vardır genelde.

MUHTEŞEMLİĞİ BALKAN SAVAŞI’NDA BIRAKAN İMPARATORLUK

Balkan Savaşları’na bağlı olan travma, algıları da altüst ediyor. Bu savaşlardaki başarısızlık “hem askeri hem de toplumsal bir mağlubiyet” olarak algılanmıştı.[10] Aynı zamanda muhteşemlik arzuları ve Osmanlı toplumunun “yeniden dirilişi” tasavvur ediliyordu. Bu savaş aslında Osmanlı’daki eksiklikleri ve yetersizlikleri açığa çıkarıyor. Yenilginin nedeni ise vatanseverliğin yokluğu olarak tespit ediliyor.[11] Yenilgi kültürü eksikliği, bu durumun beklenmedik olması, buna bağlı olarak yenilgiyle baş edebilme repertuvarının yokluğu, yenilginin “namus kaybetmek”le eş tutulması[12] ve bunun sonucunda sonsuz arlanma, narsistik aşağılanma ve özdeğer duygusunun ağır yaralanması travmatik bir etki yaratıyor. Bu yaşananlar yücelik kurgularından ötürü iki misli duygusal yoğun incinmeye sebep oluyor. Yenilginin travmatik olmasının bir başka belirtisi ise mağlubiyetin bir şok etkisi yaratması.[13] Bu da savaş üç sonuçlu bir eylem olmasına rağmen sadece yenme opsiyonlu kurgulanması, dolayısıyla yenilginin beklenilmez olması ve bunun yarattığı şok. Bu yenilgi bir travmatik sonuç doğuruyor ve bu travma kimliğe işleniyor. Yenilmek üzerinden oluşan bir mağduriyet durumu.

Savaşa katılmak "öteki"ni öldürmeyi gerektirdiğinden, savaşın sonucundan bağımsız olarak hem fail hem de mağdur oluyorsunuz. Birilerini öldürüyorsunuz (fail), düşmanınız da sizin arkadaşlarınızı öldürüyor (mağdur). Bu fail ve mağdur olma hali de bilince ve bilinçaltına, ayrıca kolektif bilince ve bilinçötesine kazınıyor. Balkan Savaşları aslında kutsal anlatılardaki Davut ile Golyat düellosunda kastedilen bir durum haline geliyor. Güçsüz sanılanın devi yenmesi ve bunun narsistik sonuçları. Bu olaylar da kimliğe eklemleniyor. Bu bir yenilgi değil sadece, aynı zamanda kolektif bir küçük düşme.[14] Osmanlı’da bu yenilgiye bulunan bir yanıt yok ve yenilginin nedenleri tartışılırken İslam tartışmanın merkezine konuyor. Bu da Müslüman elitlere yöneltilen bir suçlama. Bir savaş kaybedilmiş olmakla kalmıyor; asıl travma muhteşemliğin ve güçlülük kurgusunun altüst olması. Askeri başarısızlık toplumsal bir başarısızlık olarak algılanıyor.[15] Bu aynı zamanda kendini üstün sayanların sorgulanmasını gerekli kılmıştır. Toplum olarak üstün sayma, inanç olarak üstün sayma; doğru inancı, doğru tanrısı olan grubun yenilgisi...

Dağılma ve parçalanma korkusu bu yenilginin sonrasında daha da derinleşiyor. Demokrasi ve özgürlük diyen grupların kendi kaderlerini tayin etmeleri ve ulus devlet olmaları, bu süreci yenilgi olarak izleyenleri özgürlük ve insan hakları söylemlerine kuşkuyla bakmaya da itiyor. Günümüzde bu tür söylemleri sahiplenen insanlara karşı devletin ve halkın olumsuz refleksinin altında bu dağılma korkusu var. Azınlıklara karşı uygulanan politikalarda ve katliamlarda (soykırımda) da bu travmalardan kalan hınç mevcut. İmparatorluk'un son dönemlerindeki yetersizliklerini, eksiklerini ve yanlışlarını Müslüman olmayan halklara yansıtarak dışarı atmaya çalışıyorlar. Ayrıca bu grupların özgürlük istekleri bir ihanet gibi algılanıyor. Hayatın bir yerinde, tarihte bir haksızlık olmuşsa ve birilerine zarar verilmişse var olan denge artık bozulmuştur bir kez. Eski durumu yeniden inşa etmek imkânsızlaşıyor.

Bir haksızlığın hukuksuzluğun yaşanması, yeni haksızlıkların oluşmasına da zemin hazırlamak demek. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan halkların özgürlük ve eşitlik istekleri de ihanet, nankörlük olarak algılandı. Asıl, halkların istekleri haksızlıktı ve bu haksızlığa şiddetle tepki verildi. Şiddet bir haksızlığı düzeltmek için uygulanır.[16] Bu haksızlık bazen sadece haksızlık algısıdır, bazen reel haksızlıkla ilişkilidir. Ayrılmaları bir haksızlık gibi görmek. Tarih hakkında konuşurken bugün dahi daha önce istila edilmiş yerlerin kaybedilmesine hayıflanan, buraların hayalini kuran, ayrılanları hain kabul eden bir kitle var. En basitinden, işgalcilik hâlâ savunuluyor. Ayrılıklar, bağımsızlıklar ihanet olarak algılandığından ve değerlendirildiğinden bu haksızlığı yaptığı varsayılan halklara ve gruplara karşı bir öfke var. Bu reel olmaktan çok kurgu ve algılanan haksızlıkla ilişkili. Kolektif hafızaya böyle kodlandığı için günümüzdeki anımsamada da bu haksızlığa uğramışlık kurgusu sorgulanmadan, “öteki”nin algılamaları ve gerçekliği görmezden gelinerek “öteki”nin hainliği kabulü var. Yani reel olarak haksızlık yoktur. Örneğin Bulgarların kendi kaderlerini tayin etmeleri bir haksızlık değildir, ancak haksızlık ve ihanet olarak görülür veya öyle olduğu sanılır.

DeMause savaşan halklarda duygusal bozukluklar tespit edildiğini söyler.[17] Ölme, öldürme, intihar savaş olmayan zamanlarda olaylarda patoloji aranırken, nedenler üzerine düşünülürken savaş dönemlerinde bu olağandışılık ‘normalleşir.’

YENİLGİ: İNCİNME VE AŞAĞILAMA

Osmanlı’nın son dönemleri ve yenilgiler ardında ayrıca ihanet duygusu kolektif bilinçötesinde izler bırakmış. Bu ihanet sıkça tekrarlanan ve okullarda da özenle öğretilen “sırtından bıçaklanma” söylencesinde berraklaşır.[18] Dersim, Koçgiri olaylarını inceleyen psikanalist Schulz-Goldstein, Osmanlı’nın son dönemlerinde yaptığı çeşitli soykırımları iki cilt kitap halinde yayınladı. Sırtından bıçaklanma söylencesi aslında suçluluk duygularını gizleyen bir anlatı olarak da kullanılıyor. İhanet bazen reel bazen de kurgu olabiliyor. İhanet derin bir düş kırıklığı ve bu düş kırıklığına karşı bir öfke olabiliyor. Sen de mi Brütüs yüzyıllardır söylenen ve hâlâ affedilemeyen bir suç olarak karşımıza çıkıyor. İhanet uç noktada ve kasıtlı başka yöne yönlendirerek yapılan bir eylem olduğunda daha da acı veriyor. İhanet bu anlamda bir aldatılmışlık duygusuna vurgu yapıyor. Aldatmanın birçok kişi ve kültür tarafından reddinin bir nedeni belki de her insanın gelişim döneminde ailesiyle/yakınlarıyla yaşadığı ilişkide derin izler bırakan aldatılmışlığı tanımasıyla ilişkilidir.

Ödipal karmaşada çocuk çok sevilmesine rağmen yatak odasından kovulabiliyor. İşte çocuk bu dışlanmayı kendisine yapılan bir aldatma, yapılan bir hile olarak da yaşıyor. Çocuğun en güvendiği kişiler onu dışlayan, onu aldatan anne/babası. Karı koca ilişkisi çocuğun dışlandığı/dışlanmak zorunda olunan bir ilişkidir. İşte bu dışlanmayı çocuk kendisine karşı yapılmış bir eylem olarak gördüğünden ihanete uğramış gibi hisseder. Kısacası ihanet çocuklukta çok zorlanan insanın baş etmekte zorlandığı bir gerçeklik.

İhanet bu anlamda çok fazla öfke yaratabiliyor. İlk ihanet diyebileceğimiz bu durum kaçınılmazdır ve çocuğun algısında oluşan bir ihanettir. Ama öfkeyi yaratanlar güçlülerse bu öfke dile getirilemiyor, dışavurulamıyor, sorgulanamıyor. Bu sorgulanamadığı için de bir kurgu olarak gerçekmişçesine içselleştiriliyor. Burada psikolojik bir gerçeklik oluşuyor. Sorgulanamadığı için de anlaşılamıyor ve zararsız hale getirilemiyor. Bu nedenle de insana yük olmaya devam ediyor. Böyle durumlarda ihanet verilecek tepki sıkça bağışlanmayacak olanı bağışlamaya çalışmak ya da bağışlayamamayı deneyimlemek.[19] İ

nsanlar ihanete uğradıklarında oluşan haksızlığı gidermek için intikam duyguları geliştiriyorlar. Yaşananı, yaşatanlara aynısını yaparak, yaşatarak psikolojik rahatlama ve adaleti sağlama isteği. Ama bu çoğu kez asimetrik güç dengelerinden ötürü gerçekleşmiyor. İhaneti bağışlamak çok imkânsızlaşıyor ve ihanetin öfkesi insanların içinde büyüyor. Bağışlamanın çok zor olduğu bir dinamik oluşuyor. Olayın duygusal mirası bitirilemiyor. Birini yitirdiğimizde yitirdiğimizin yasını tutar ve helalleşiriz. İhanetlerde objeyle ilişki bitirilemiyor.[20] İhanet edenlerle hesaplaşma mümkün olamıyor. İhanet edenle ilişkimizi, duygusal ilişkimizi bitiriyoruz. Bu, ihanet edenden kopmak, ayrılmak, onları kaybetmek demek. İşte bu kaybın yası ihanete uğramış olmaktan ötürü yaşanan kırgınlıktan ötürü tutulamıyor. Yası tutulamadığı için de ayrılık ve kopuş tamamlanamıyor. Burada bir başka boyut ihanet edenle hesaplaşarak, intikam alarak da duygusal kopuş gerçekleştirilebilir.

Hainlikle suçlanan gruplar, kişiler hayatımızdan çıkıyorsa bu hesaplaşma da olamıyor. Ve bu ihanet (bazen sözde ihanet) kalıcı bir öfke bırakıyor ihanete uğrayan insanlarda. Bulgarlarla, Sırplılarla, Araplarla ilişkimizde benzer dinamikler rol oynuyor. Balkan Savaşı yenilgisinin intikamı alınamıyor(!). Arapları suçladığımız ‘bize ihanet ettiler’ anlatısı Arapların kendi kaderlerini kendileri tayin etmeleri ve İmparatorluk'tan kopmalarıyla halledilemeyen meseleler olarak kalıyor. Bu karmaşık duygular sadece öfke bırakıyor kolektif hafızaya. Bu tür duygusal kurgular ve bu kurguların içselleştirilmesiyle oluşan duygular mesela ihanetin yüzleşmesi ve ihanetten ötürü bağışlama/bağışlayamama olamıyor. Yaralayanlar uzaklarda olsalar da yüzleşme mümkün olmasa da ihanetten ötürü açılan yara insanda kalıyor ve kanamaya devam ediyor.

Burada ihanet reel olmayabilir ama bu duygunun olması ve yaranın kanaması asıl mesele. Ölüleri gömerek, yasını tutarak hayatı sürdürebiliyorsunuz ama ihanette gömmek, geride bırakmak imkânsızlaşıyor. İşte bu derin duygu, ihanete uğradık duygusu ve bunun yarattığı öfke daha sonra ötekilere yansıtılıyor. Bu tür dinamikler Balkan ve Kafkas göçmenlerinde yoğun yaşanan duygulardı. Bu öfkeyi Kürtler, Aleviler, Ermenilere yansıtarak ihanete uğrama söylemleriyle de suçluluk duygularından arınıyorlar ve kendilerini de haklı hale getiriyorlardı. Sırtından hançerlenme anlatısı Araplar için de anlatıldı. Bu tür durumlarda duygusal rahatlama olması zorlaşıyor.

Aşağılanma duygusu mağdur kimliği ve kültürü yaratmada çok etkili oluyor. Psikanalist Thomas Böhm ile Suzanne Kaplan, Rache [İntikam] adlı psikanalitik çalışmalarında S. Varvin ve V. Volkan’dan alıntı yaparak çeşitli travmaların insanda bıraktığı etkileri anlatıyorlar.[21] Deprem ve sel gibi doğal facialar insanda mağdur kimliği yaratmazken, insanların sebep olduğu facialarda yaşanan acı bir aşağılanma olarak tecrübe ediliyor ve bu, çaresiz bir öfke ile zavallılığın yol açtığı bir intikam duygusunu uyandırıyor. Eğer gruplar yaşanan aşağılanmayı çalışmayıp refleksiyon yapmadan hayatlarını sürdürürlerse, yas tutma ve üzüntü mümkün olmazsa, bu mağduriyet kimliğin bir parçası oluyor ve gelecek kuşaklara aktarılıyor.

Batılılaşma süreci, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması ve zorunlu göçler üzerine düşünmemek ve bu yaşananların yasından varoluş mücadelesinden ötürü kaçmak, bu mağduriyet kimliğini gelecek kuşaklara aktardı. Bu mağduriyet kimliğinin altına soykırımlar dahi gizlendi. Bunun bir diğer anlamı, fail kimliğinin af dilemekten ve ödeşmekten korunmasıydı. Failliğin gizlenmesi, bu durumun suçluluk ve arlanma yaratmaması ve böyle muhafaza edilmesi sonucunda faillik gelecek kuşağa sanki olumluymuşçasına aktarıldı. Bu nedenle bu soykırımlar yer yer övünülerek anlatılan "öykülere" dönüştüler. Susan Neiman toplumların geçmişlerindeki kötülük mirasıyla nasıl baş edebildiklerini incelediği kitabında 2. Dünya Savaşı’ndan dönen Almanların "kendi travmalarına öylesine saplanmışlardı ki, hiçbir şeyi görmeyecek kadar kördüler" der.[22]

Travma sonrası varoluş mücadelesi ve kendi travmalarına kendi içlerinde hapsolmaları mağdurları ve faillerin bu konuyu çalışmamalarını ve gelecek kuşağa miras olarak aktarmaları anlamına gelir. Kurtuluş Savaşı’nın abartılı anlatısı Osmanlı’nın son yüzyıllardaki yenilgi tarihini başarıya dönüştürmek ve böylece bir kahramanlığa dayalı bir kuruluş öyküsü gereksinimiyle de ilişkili. İşte bu anlatıyla büyüyenler Ötekilerin (Bulgarlar, Araplar, Kürtler, Ermeniler, Rumlar) kendi öteki hikâyelerine açık da değiller. Çünkü bu kuruluş kahramanlık anlatısını gölgeleyen bir durum da yaratacağından çekiniliyor. Daha sonra bazı olaylar da "ulusal onurun incinmesi" olarak bu kimliğe eklendi. 6. Filo’nun İstanbul’a gelmesi ve bunun Johnny’lerin fahişe ziyareti olarak algılanması emperyalizme itirazın yanı sıra gurur incinmesini de içeriyordu. Ya da Türk askerinin kafasına Amerikan askerlerinin çuval geçirmesi...

Bu mağduriyet kültürü ayrıca bu mağdurların yaptığı zulümleri de gölgeliyordu: Kürtlere, Alevilere, solculara yapılanlar gibi. Aşağılanmış ve incinmiş insanlar, kurtaracakları sandıkları önderlere/kahramanlara sarılarak onurlarını kurtardıklarını sanırlar. İslamcıların gerçekleştirdiği terör olaylarının birçok Müslüman'da ve İslamcılarda rahatlama yaratması bundan. Erdoğan’ın dayılanmalarına gururlanmalar da bu nedenle. Davut-Golyat savaşında Davut’un halkın onurunu kurtarması kurgusu… Böhm ve Kaplan için intikam yas tutmadan kaçınmanın, arlanma ve suçluluk duygusu gibi duyguları savuşturmanın bir ifade biçimi.[23] Bir iç acının dışa doğru yaşanması yani. İntikam almak, aynı zamanda refleksiyondan kaçmak demek.

GURURLANMA KÜLTÜRÜ

Yenilgilere ve göçlere gelişen tepkiyle Anadolu’nun Müslümanlaştırılmaya ve gayrimüslimlerden arındırılmaya başladı. Burada mağdur-fail dönüşümü olarak psikanalitik travma kuramlarından bildiğimiz bir durum oluştur. Mağdurlar, ülkelerini ve vatanlarını bırakarak Anadolu’ya yerleşenler Anadolu'daki gayrimüslimleri yok ediyor ya da göçe zorluyorlardı. “Türklük Sözleşmesi’nin temelini oluşturan Müslüman bir devlet ve millet”le[24] ulus devlet olunuyordu. Bu sözleşme Türkleri ve Müslümanları kayırıyor ve sanki geçmişin acılarını telafi ediyordu.[25] Bu süreçte mağdurlar başkalarını, ‘ötekileri’ mağdur ederken fail konumuna da geliyorlardı. Karmaşık travma diyebileceğimiz bir toplumsal ruh hali oluşuyordu: fail ve mağdur travması...

Mağdurluğun faiiliğe dönüştürülerek savuşturulmaya çalışıldığı bir durum. Bunun altında bir daha asla zayıf olmama tepkisi de var. Zayıf olmak mağdur olmakla eş tutuldu. Zayıf olmamak, mağdur olmamak, failliği zorunlu kılıyordu. Ayrıca geçmişte oluşmuş başka bir hınç da bu sürece yüklenmişti: Osmanlı’nın son dönemlerinde yenileşmeyle başlayan süreçte “imparatorluğun Müslüman halklarında gayrimüslimlere yönelik giderek yükselen bir hınç duygusu vardı. Bir yandan üstün olmaya alıştıkları gayrimüslimlerle eşit olmayı, eşitmiş gibi nitelenmeyi içlerine sindiremiyorlar, öte yandan da yabancı devletlerin gayrimüslimlere verdikleri ekonomik/hukuki imtiyazlara öfke duyuyorlar, ekonomik/kültürel gelişmişlik açısından aşağısında oldukları gayrimüslimlere kıskançlık besliyorlardı.”[26] Bu kıskançlık zamanla, hasede ve hınca dönüştü. Ülkeye gelen göçmenler sırtlarında başka bir psikolojik yükü de kuruluş dönem sorunlarına eklediler. Savaşların kaybedilmesiyle oralarda yaşayan insanlar aniden azınlık durumuna düştüler. Ayrıca savaşlar birlikte yaşayan ve komşu olanları düşmanlaştırmış, orada kalma koşullarını da zora sokmuştu.

Savaş travması, yenilgi travması sonrasında yurtlarını da kaybederek, oraları terk ederek Anadolu'ya gelenler kümülatif travmayla geldiler (biriken travma). Ülkenin inşasında işte bu travmaları yaşamış ve böylece de kendilerine, duygularına karşı katılaşmış travmatik kişiler önemli roller oynadılar. Bu göçmen Müslümanlar Türkleşme sürecinde hızlı ilerlerken Hıristiyanlara karşı da büyük nefret ve hınç da duyuyorlardı. “Müslümanlık sözleşmesi gayrimüslimleri bir tehdit görüyor, Sünni Müslümanları güvenilir unsur olarak oluşturuyor”du ve Abdülhamit imparatorluğun İslam dayanışmasıyla kurtulacağına inanıyordu.[27] Sünni Müslümanlık sözleşmesiydi. Dine vurgunun başka yararları da vardı: “din sadece acıların değil, öfke nefret, hınç, korku gibi diğer birleştirici ve motive edici Müslüman duyguların da nedeni ve aynı zamanda kültürel ifade aracı”ydı da.[28]

Bundan sonra Müslümanlar yaşadıkları acıları bir varilde toplayarak bu kötülüklere açıklama olarak Müslüman olmalarını buldular. Bugün çok uzaklarda bir Müslüman'ın yaşadığını üstlenerek tepki gösterilmesi biraz da bu durumla ilişkili. Bu kolay ve basit açıklama çok çabuk kabul görüyor ve Sünni Müslümanlar için bugün birleştirici bir görev üstleniyor. Bu varil olarak metaforize edebileceğimiz yerde tüm negatif duygular depolanıyor ve bu insanları çabuk motive ediyor. Bu varil ayrıca bunu taşıyan her Müslüman'ı hassas da yapıyor. İnsanları seçici algılamaya yönlendiriyor. Bu seçicilik de dünyanın siyah ve beyaz, iyi ve kötü olarak kategorize edilmesini kolaylaştırıyor.

Travma yaşayanların hayatlarını sürdürmeleri çok zor ama travma unutulmasa da hayatla belirli koşullarda ve bazı savunma mekanizmaları kullanılarak başedilebiliyor. Karmaşık travmalarda bu durum çok daha zorlaşıyor. Ayrıca Türk ulusu da “Müslüman milletin içinden yaratıldı ve Müslüman milleti, ortak çıkarlar ve ortak duygular sayesinde onlarca yıl süren kanlı mücadeleler, katliamlar ve savaşlar eşiğinde”[29] oluşturuldu.

Bu yaşananlardan ötürü çeşitli travmalar yaşayanlar ve bu farklı travmalardan (karmaşık travma) ötürü de iç dünyaları karmaşıklaşanların kurduğu ülke ve millettir söz konusu olan. Savaş, sürgün, savaş sonrası travmatik koşullar Osmanlı’nın son dönemlerinde Cumhuriyet'i kuranlarda çok karmaşık bir ruh hali oluşturuyor. Cumhuriyet'i kurma süreci aslında yaşanan travmaların sembolik olarak onarımı. Yıkımları ve yıkımların psikolojik sonuçlarını yaşayanlar ülkede yeni bir rejim kurmayı aynı zamanda kendilerini onarma, ‘yeni’yi yeniden kurmak olarak da yaşadılar. Anadolu'ya sığınanlar Anadolu’da karşılaştıkları halklara (Ermeniler, Rumlar, Pontuslular, Süryaniler, Aleviler) içlerinde taşıdıkları (sürgün edilme, ülkelerini terk etme, muhacirlik, mübadele, göçlerden ötürü oluşan) öfkeyi yönettiler. Bu öfke yaşadıkları travmadan ötürü hınçlarını artırdı sanki. Bunun nedeni kendilerini mağdur edenlerin yerine temsili olarak başkalarına yönlendirilen öfkenin geçici bir rahatlama yaratması ama aynı zamanda hıncı çoğaltması gibiydi sanki, çünkü öfke hak edene değil de temsili olana yönetilmişti. Bu artan öfkeyi de fail saydıklarına ulaşamadıklarından yine azınlıklara yönelttiler ve böylece kendini artıran bir öfke/hınç dinamiği oluştu. İçselleştirdikleri mağdur kimliği ve yaşadıkları mağdur kültürü bu insanların fail yanlarını görmeyi engelliyordu. Ama her yeni aslında bir eski’nin üzerine kurulu.

Yeniyi kuranlar yeni insanlar değil, aynı insanlar. Travmayla insanlar kendi değerler sistemine güvenlerini de yitiriyorlar.[30] Yani edindiğiniz değerler, insan olma tasarımları travmayı, zulmü, kötülüğü engellemeye yetmiyor. Bu nedenle insan değerler sistemine güvenini kaybediyor ve bu aslında aynı değerlerin kaybı da demek. Bu insanlar arasındaki ilişkiye yansıyor ve değerler üzerinden yürütülen ilişkilerin temeli yok oluyor. Değerler üzerinden oluşan güvenin de oluşmasına izin vermiyor. Yeni’ye başlayanlar bu yeniyi kurarken yaşanan olumsuzluklarda bu kaybolan değerlere, güvensizliklere yani paranoyak yapılara hızlıca dönmeye eğilimliler. Bu da yeni kurulurken öteki olana, öteki kalmak isteyene güvensizlik ve ötekiyle ilişkilerde değerlerin yok edilmesine varabiliyor. Yani kolektif travma yaşayan toplumların entegre yetenekleri sınırlı oluyor.[31] Entegre etmek yerine devşirmelik sürdürülüyor. Devşirmelikte ilk olan, yani öz yok edilmez, yok sayılır. Entegrasyon, entegre etmek isteyenin entegre etme isteğine bağlı. Bu durumlar yurttaşlık kimliğinin oluşmasında da sorunlar yarattı, yaratmaya devam ediyor.

Geleneksel toplumda 'biz' çok belirgin ve tarif etmesi kolay. Bizim aile, bizim köy, bizim cemaat gibi. Modern toplumda biz ve ötekiler, dostlar ve düşmanlar belirsizler de.[32] Bu belirsizlik kimliklerde ve aidiyetlerde güvencesizlik anlamına da geliyor. Biz’in ve öteki’lerin belirsizliği kuşkuyu, paranoyak eğilimleri ve güvensizliği daha da çoğaltabiliyor. Dinsel gruplar, tarikatlar, cemaatler bu güvensizliğin giderilmesine yarıyor. İnsanlar biz ve ötekilerin çok belirgin sınırlarının çizildiği İslamcılığa eğilim gösteriyorlar. Güvensizliğin olduğu ortamlarda insanlar tam tersi eğilimi de içlerinde özleme dönüştürürler. Yani güvensiz ortamda yaşayanların güvene gereksinimleri, çok titiz birinin aynı zamanda titizliği tümüyle bırakacağı halleri özlerler. Cemaate, tarikata katılan kişi güvenmeye çok muhtaçtır. Kendisine şefkat ve ilgiyle yaklaşanın davranışlarını sorgulayacak halde değildir. Aslında bir anlamda cemaate kendini ‘teslim eder.’

Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyıllarında başlayan tartışma hâlâ devam etmekte: Batılılaşmada ve teknolojide geri kalmanın sorumlusu kim? Bu soruya bulunan yanıtlar da o zamankine benziyor. Geri kalmak, geride olmak bu kızışmış rekabette narsistik incinme demek ve laik Türkler ile İslamcılar karşılıklı olarak birbirlerini bu "gerilikten" sorumlu tutuyorlar. Kemalistler Batıcı, laik ve modern olmakla övünüp, geri kalmışlığı İslamcıların engellemeleri ile açıklarken İslamcıların buna bulduğu cevap ise kolektif narsistik bir yanıt: "Onlar teknolojide ileri olabilirler ama ahlaki ve inanç açısından biz öndeyiz!" Aslında biz geride değiliz, biz yenilmedik, yıkılmadık ayaktayız!

Devam edecek

[1] François Georgeon, Sultan Abdülhamid, çev. Ali Berktay (İletişim Yayınları, 2020), s. 268.

[2] Alper Kaliber, "Türk Modernleşmesini Sorunsallaştıran Üç Ana Paradigma Üzerine", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Modernleşme ve Batıcılık içinde (İletişim Yayınları, 2020), 3. Cilt, 9. Baskı, s. 107-108.

[3] age, s. 107.

[4] age.

[5] Nuray Mert, Batı İslam'ı Çok Sevmişti (İletişim Yayınları, 2022), s. 48.

[6] Tanıl Bora, "Milliyetçi-Muhafazakar ve İslamcı Düşünüşte Negatif Batı Simgesi", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Modernleşme ve Batıcılık içinde (İletişim Yayınları, 2022), 9. Baskı, 3. Cilt, s. 253.

[7] age, s. 254.

[8] age.

[9] Eyal Ginio, Osmanlı Yenilgi Kültürü -Balkan Savaşları ve Sonrası, çev. Cumhur Atay (İletişim Yayınları, 2022), s. 125.

[10] age, s. 180.

[11] age, s. 142.

[12] age, s. 123.

[13] age, s. 130.

[14] age, s. 122.

[15] age, s. 138.

[16] Lloyd deMause, Das emotionale Leben der Nationen (Drava Verlag, 2006), s. 114.

[17] age, s. 109.

[18] Esther Sculz-Goldstein, Die Sonne blieb stehen (Novum Verlag, 2013), 1. Cilt, s. 11.

[19] Massimo Recalcati, Lob der Vergebung [Bağışlamaya Övgü] (Klett-Cotta, 2015), s. 96-97.

[20] Joachim Küchenhoff, Vom Dringlichen und vom Grundsätzlichen, Psychosozial Verlag, s. 85.

[21] T. Böhm ve S. Kaplan, age (Psychosozial-Verlag, 2009), s. 104.

[22] Von den Deutschen Lernen, Hanser Berlin Verlag, 2000, s. 65.

[23] Rache, s. 66.

[24] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi (Dipnot Yayınları, 2018), 9. baskı, s. 79.

[25] age, s. 80.

[26] age, s. 86-7.

[27] age, s. 96-7.

[28] age, s. 158.

[29] age, s. 172

[30] Mario Erdheim, "Migration, Trauma und soziokulturelle Integration von Flüchtlingen", Trauma Kultur Gesellschaft, 2 (2023), s. 17.

[31] agy.

[32] Charim, Ich und die Andren, s. 89.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi