Kürt ve Katalan uluslarının ortak kavgası

Sadece ülkelerindeki despotik yönetimlere karşı değil, AB ülkelerinin vurdum duymazlığına karşı da mücadele vermek zorundalar

Avrupa coğrafyasında iki büyük ulus, Anadolu’nun Kürt'leri ile İberya’nın Katalan'ları nerdeyse bir asırdır, daha kesin bir ifadeyle tam 96 yıldır aynı yazgıyı paylaşıyorlar. Evet, tam da 1925 yılında Anadolu’da Kürtler o meşum Takrir-i Sükûn yasasıyla bitip tükenmez devlet terörüne mahkum edilirken, aynı yıl İberya’da da faşist general Miguel Primo de Rivera özerk Katalonya yönetimine son veriyor, Katalan dilinin ve bayrağının kullanımını dahi yasaklıyordu.

Anadolu Kürtleri 1925’ten bu yana sadece CHP’nin tek parti diktası altında değil, sözde demokrasiye geçildikten sonra çok partili rejimlerde de, 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerini izleyen sıkıyönetim dönemlerinde de, ve nihayet nerdeyse yirmi yıldır süregelen islamo-faşist rejim kurma sürecinde de devlet terörünün her daim bir numaralı hedefi oldular.

Katalanlar ise, kısa bir özgürleşme döneminin ardından, 1939’dan 1977’ye kadar tam 38 yıl Franko faşizminin pençesi altında kaldılar.

Sürgünümüzün 70’lerin başındaki ilk altı yıllık döneminde, Avrupa’nın dört ülkesi, İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Türkiye, faşist yönetimler altındayken, birlikte anti-faşist mücadele verdiğimiz İspanya siyasal sürgünleri içinde Katalanlar’ın özel ve saygın bir yeri vardı. Çünkü 30’lu yıllarda Franko faşizminin saldırısına karşı en büyük mücadeleyi onlar vermişti.

Tıpkı Yunanistan ve Portekiz’de olduğu gibi, İspanya’da da faşist rejimin çökmesinden, özellikle de ülkenin 1986’da Avrupa Birliği’ne üye olmasından sonra, Katalonya özerk yönetime yeniden kavuşurken, Katalan ulusunun tarihsel bağımsızlık mücadelesi de yeni bir boyut kazandı.

Hiç kuşku yok, ezilen halklar gün gelip özgürlüklerine bir nebze olsun kavuştuklarında, geçmişte maruz kaldıkları haksızlıkların acısını çıkartmak, geleceklerini güvence altına almak için özerklik, daha fazla özerklik, hattâ bağımsızlık isteyebilir. Bugün insan hakları ve özgürlüklerin kalesi diye tüm dünyaya ders veren Avrupa Birliği içerisinde sadece Katalanlar mı? Örneğin yine İspanya’daki Basklar, Fransa’daki Korsikalılar, İtalya'nın kuzeyinde Padanya, Romanya'da Macarlar...

Ya Avrupa Konseyi ve NATO’nun asli, Avrupa Birliği’nin aday üyesi Türkiye?

Kürt ulusunun kentleri, köyleri işgal altında, liderleri, gazetecileri, sanatçıları ya zindanda ya da sürgünde, Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyindeki kardeşleri sürekli Türk Ordusu’nun işgal tehdidi altında…

Bu ulus daha bir hafta önce İzmir’de genç Deniz Poyraz’ı AKP-MHP çetesinin el bebek gül bebek yetiştirdiği katillerden birinin kurşunlarına kurban verdi.

Cumhuriyet tarihi boyunca yaşattırılanlar, 1925’ler, Dersim’ler unutulmadı… 1980 darbesinden bu yana 40 yılı aşkın süredir tam dört Kürt kuşağı devlet terörü altında doğdu, tüm yaşamında devlet teröründen başka bir şey tanımadı.

Katalan’lar gerek kenti topraklarında, gerekse sürgünde hak ve özgürlük mücadelelerini yürütürken Kürt ulusuyla dayanışmayı dile getirmekten asla geri durmadılar.

Katalonya Özerk Yönetimi Başkanı , 2017’deki bağımsızlık referandumu öncesinde Rudaw haber sitesine verdiği demeçte şöyle diyordu: "Katalan ve Kürt ulusları arasında benzerlik var. İki ulusun da kendi kaderini tayin hakkı var. Kürdistan halkının yalnız olmadığını söylemek istiyorum. Direnişi sizden öğreniyoruz. İki ulus için de tek bir gelecek var: O da özgürlük."

 

Katalan seçmenlerin Ekim 2017 referandumunda "tek taraflı bağımsızlık bildirgesi"ni onaylaması üzerine Madrid’teki İspanyol Senatosu frankist bir kararla Katalonya'nın özerk hak ve yetkilerini merkezi hükümete devretmiş, bu hak ihlali karşısında Puigdemont ve 6 Katalan siyasetçi ülkeyi terk ederken, özerk yönetim hükümeti üyeleri ve iki sivil toplum örgütün temsilcileri tutuklanarak cezaevine gönderilmişti.

 

Tutuklananlardan 9'u Ekim 2019'da İspanya Yüksek Mahkemesi tarafından "halkı isyana teşvik" suçlamasıyla 9 ile 13 yıl arasında değişen hapis cezalarına mahkum edilmişti.

Bu mahkumiyet kararları üzerine konuşan Barcelona Otonom Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Profesör Doktor Lois Lemkow şöyle diyordu:

"Katalanlar ve Kürtler üzerindeki baskılar birbirine son derece benzemekte… En dikkati çekenlerden biri, mahkemelerin baskıcı ve ağır cezalandırıcı bir biçimde kullanılması. Buna baskıcı anayasacılık diyebiliriz. Bu benzerlik özellikle dikkati çekiyor. Aynı zamanda tüm bu süreçte mahkemelerin kullanılması, yalnızca yargının politikleşmesine işaret etmiyor, demokrasinin üzerindeki tehdide de işaret ediyor. Demokrasi her şeyden önce tartışma, diyalog ve karşılıklı tavizler demektir. Bunun yerine mahkemelerin kullanılarak cezalandırılmaların yapılması demokrasi zeminin altını oyuyor."

Sadece İspanya ve Türkiye yönetimleri ya da mahkemeleri mi?

Gerek Katalan ulusunun, gerekse Kürt ulusunun haklı mücadeleleri karşısında, demokrasi ve özgürlüklerin koruyucusu olma iddiasındaki Avrupa Birliği’nin tutumları pek mi farklı?

Gerek "Vatansız" Gazeteci adlı anı kitabımın sürgün yıllarını anlatan ikinci cildi, gerekse yarım yüzyıldır yazdığım yazıları ve benimle yapılan söyleşileri içeren Sürgün Yazıları’nın dört cildi, 1994’te DEP’in kapatılmasından sonra sürgüne çıkarak Brüksel’e gelen Kürt milletvekili dostlarımızın, onların oluşturdukları demokratik örgütlerin ve de medya kuruluşlarının maruz bırakıldığı baskıların sayısız örnekleriyle dolu… Hem de gerek Belçika hükümeti ve parlamentosunun, gerekse Avrupa Birliği kurumlarının Türkiye’de Kürt ulusuna uygulanan baskılar karşısında sessiz kalışlarının öyküleriyle…

2017 Kasım’ından beri Franko özentili Madrid yönetimine karşı mücadele yürüten, liderlerinin bir kısmı zindana atılan, bir kısmı sürgüne gitmek zorunda bırakılan Katalan ulusunun Brüksel’deki direniş etkinliklerinin, Avrupa Birliği kurumları içinde sürdürdükleri haklı mücadelelerinin bire bir tanığıyım.

Carles Puigdemont’un siyasal sürgün olarak Belçika’ya yerleşmesi, tıpkı 1974-76 yıllarında Türk Devleti’nin baskıları nedeniyle bizlere yapıldığı gibi, Madrid yönetiminin müdahaleleriyle uzun süre engellenmiş, hattâ kendisinin İspanya’ya doğru sınırdışı edilmesi tehlikesi yaşanmıştı.

Skandalın büyüğü 2019’daki Avrupa seçimlerinden sonra patlak vermiş, Carles Puigdemont, Toni Comín ve Oriol Junqueras Avrupa Parlamentosu’na seçildikleri halde, parlamento yönetimi bu üç milletvekiline Madrid tarafından "suçlu" sayıldıkları gerekçesiyle akreditasyon vermeyi reddetmişti.

Neyse ki, Avrupa Birliği Adalet Divanı üç Katalan milletvekilinin Avrupa Parlamentosu toplantılarına katılma hakkı olduğuna karar vererek hem İspanyol Hükümetine, hem de Avrupa Parlamentosu yönetimine hak ettikleri şamarı indirmişti.

Ancak Avrupa Parlamentosu’nun Madrid rejimine teslimiyeti orada da bitmeyecekti…  Bu parlamento İspanyol makamlarının istemi üzerine 9 Mart 2021’de Carles Puigdemont ve Toni Comín ile birlikte üyeliğe 2020’de seçilen Clara Ponsati’nin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına "evet" diyerek İspanya’ya iade edilmelerinin yolunu açacaktı. Bu yüzkarası karara Avrupa Parlamentosu’nun 248 üyesi "hayır" derken, sosyalist, muhafazakâr ve liberal gruplara mensup 400 parlamenter "evet" oyu kullanacaktı!

Avrupa başkentinde bu gerilim yaşanırken İspanya’nın sol koalisyon hükümeti geçtiğimiz hafta bir başka rezaleti sahneye koyarak 1 Ekim 2017 bağımsızlık referandumunu organize ettikleri için 1.328 gündür tutuklu bulunan 9 Katalan siyasetçi için "kısmi af" kararı aldığını ilan etti. Buna göre dokuz siyasi mahkum hapisten çıkartılacak, ancak haklarındaki siyaset yasağı ve sosyal hak kısıtlamaları uygulanmaya devam edecekti.

Üstelik bu "kısmi af"fın sürgünde bulunan Katalonya’nın eski özerk hükümet başkanı ve Avrupa Parlamentosu üyesi Carles Puigdemont ile 6 eski Katalan hükümet üyesini kapsamadığı açıklandı.

Sosyalist başbakan Pedro Sánchez "kısmi af" ilan edileceğini bir gün önce Katalonya’nın başkenti Barcelona’daki bazı sivil toplum örgütü yöneticileriyle yaptığı toplantıda bir "müjde" gibi açıkladığında Katalan’lardan haklı büyük tepki gelmesi kaçınılmazdı.

Bu açıklamaya karşı Barcelona’da protesto gösterileri yapılırken, Katalonya özerk hükümet başkanı Pere Aragones bağımsızlık girişimlerine katıldığı için haklarında soruşturma veya dava açılan tüm Katalan siyasetçileri kapsayacak şekilde genel bir af yasası çıkarılması, ayrıca 2023 yılından itibaren Katalonya'nın kendi geleceğine karar verme hakkının verileceği bir bağımsızlık referandumuna yasal zeminin hazırlanması gerektiğini söyledi.

Avrupa kıtasının batı ucundaki İspanya’da Katalan ulusuna karşı bu baskılar ve kirli manevralar uygulanırken, doğu ucundaki Türkiye’de Kürt ulusuna karşı ardı arkası kesilmez tutuklamalar ve cinayetlerin yanısıra HDP’yi kapatma süreci de büyük bir hızla uygulamaya konuldu.

Koray Düzgören’in dünkü yazısında belirttiği gibi, "Kürt siyasi hareketi ve Kürtlerin kurduğu partiler oldum olası devletin, iktidarların hedefi oldu. Ülkenin en karanlık sayfalarından biri olan parti kapatma tarihi, kapatılan Kürt partilerinin ya da Kürt meselesiyle ilgilendikleri için faaliyetlerine son verilen solcu partilerin enkazlarıyla dolu. Özellikle 90’lı yıllarda neredeyse 10 tane Kürt partisi kapatıldı."

 

Büyük bir olasılıkla Erdoğan’ın "kadı"larından oluşan Anayasa Mahkemesi 11. Kürt partisini de kapatacak, partinin liderlerinin ve milletvekillerinin yeni parti kurma, siyaset yapma ve milletvekili seçilme haklarına yasak koyacağı gibi, ceza mahkemeleri de çoğunu ağır hapis cezalarına mahkum ederek halen tutuklu ya da hükümlü olan yoldaşları gibi zindanlara gönderecek.

 

Devlet yetiştirmesi bir tetikçinin HDP İzmir merkezini basarak genç bir partiliyi alçakça katletmesiylde eş zamanlı bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin aday üye olduğu Avrupa Birliği’nin derhal bir tavır koyması gerekmez miydi? Ama bir yandan Avrupa Konseyi ve Avrupa Komisyonu başkanları, öte yandan birliğin başını çeken ülkelerin liderleri geçen hafta Tayyip’in NATO zirvesindeki "ubudiyet" gösterilerinin verdiği rehavetle suspus olup kendilerini "al gülüm ver gülüm" pazarlıklarına hazırlıyorlar.

AB Komisyonu başkanı Ursula von der Leyen’in, iki ay önce Ankara’da kendisini ayakta bekletip ardından yan bir kanapeye oturtarak istiskal eden Erdoğan ile tam da bugün başlayacak olan iki günlük AB Liderler Zirvesi öncesinde olumlu bir telefon görüşmesi yaptığı açıklandı.

Komisyonu sözcülerinden Dana Spinant’ın açıklamasına göre bu görüşmede koronavirüs ile mücadele, Ticaret ve Gümrük Birliği, Doğu Akdeniz’deki durum, Avrupa Birliği topraklarına daha fazla göçmenin gelmemesi için Türkiye’ye mali desteğin artırılması ve Afganistan’daki gelişmeler ele alınmış bulunuyor.

Daha önce de Berlin’de Ursula von der Leyen ile ortak bir basın toplantısı düzenlemiş olan Almanya Başbakanı Angela Merkel de Türkiye’nin çok sayıda mülteciyi barındırdığına işaret ederek, "Anlaşma önemli ve daha da geliştirilmeli. Türkiye 3,7 milyon Suriyeli mülteciyi barındırma konusunda muhteşem bir iş yapıyor. Türkiye desteğimizi hak ediyor" demişti.

Fransa Cumhurbaşkan Macron da, zirve öncesi Merkel’le yaptığı ikili görüşmeden sonra Alman başbakanının Türkiye konusundaki değerlendirmelerini tamamen paylaştığını söyleyerek Erdoğan’a Brüksel zirvesinde gösterdiği sıcak yaklaşımı bir kez daha teyid etmişti.

NATO’nun geçen hafta Brüksel’de yapılan zirve toplantısında, sadece 30 devletten oluşan bu askeri ittifaka değil, aynı zamanda 27 devletten oluşan Avrupa Birliği’ne de ABD’nin patronluğunu yeniden dikte eden yeni cumhurbaşkanı Joe Biden’a gelince…

Onun da, kendisine "cici çocuk" tavrıyla yaklaşan, "hesap soracağım" dediği birçok konuda suspus kesilen Erdoğan’ı, özellikle Afganistan’a Türk birliği gönderme vaadinden sonra pek üzmeyeceği, AB ve NATO’daki ortaklarının üzmesine de pek fırsat vermeyeceği anlaşılıyor.

Avrupa’nın Batı ve Doğu uçlarındaki iki ulusun, Katalan’ların ve Kürt’lerin eş zamanlı olarak maruz bırakıldıkları umursamazlıkları ve ihanetleri bir kez daha gördükten sonra, daha önce defalarca yazdığım gibi, diyeceğim tek şey şu:

Ülkemizdeki Tayyip ve suç ortaklarının islamo-faşist diktasına son vermenin tek yolu Kürt ulusunun, onunla aynı yazgıyı paylaşan tüm demokrasi güçlerinin ilkeli birlikteliğinden, özellikle de gittikçe yaklaşan genel seçimlere şimdiden tutarlı bir şekilde hazırlanmasından geçiyor.

Öncelikli görev ise, HDP’ye karşı uygulanan alçakça komploya var gücümüzle birlikte karşı çıkmak… Geç olmadan, hemen şimdi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi