Gör işte o büyük tükenişimizi

Sonra bu faşist ülkeye, tutucu valilere, bu hoşgörüsüz insanlara dayanamadı Afife Jale… Artık morfin de yetmiyordu başağrılarını kesmeye…

Bu sabah yataktan hiç kalkmak istemedim. Perdenin arasından hafifçe gün ışığı sızıyordu. Havanın nasıl olduğunu bile merak etmedim. Bir ara kapı çaldı, açmadım. Eve birileri geldi gitti, hiç ilgilenmedim…

Yastığa gömdüm başımı, ön taraftaki gecekondulardan sokak köpeklerinin sesleri geliyordu. Yakın bir zamanda onların zehirleneceğini yazıyor gazeteler…  Tıpkı bizleri zehirledikleri gibi…

Kendin ol, diyor felsefe kitapları… Sürüklenme ve kendine ait bir zaman bul. Bütünle kendini, tam ol, diyor… Büyük laflar bunlar. Kim başarabilmiş bunları… Kendin olmak, başkalarına ait zamanlarda sürüklenmemek için odandan dışarıya çıkmaman gerekiyor. Odandan dışarıya çıkmaman gerekiyor. Odandan çıktığın andan, eş dost sohbetlerine kıyısından köşesinden karıştığın andan itibaren sen yoksundur artık. Senin zamanın yoktur… Sürüklenmekten başka çaren yoktur. Susarsan en büyük hedefsindir zaten. Duydukların öylesine içini acıtır, öylesine savurur ki seni senden uzağa, tutunmak istersin o an içinde oluşan başkalığa… İçinden kendine ait bir başkalık, bir yabancılık çıkartır onu oynarsın… Oradakilerden tek farkın an be an zehirlediğini hissetmendir. Lanetlendiğini… Onca okudukların buna yarar işte: Zehirlenip, lanetlendiğini farketmene… Kolumu bile kaldıramıyorum. Ne oldu bana? Sadece perdenin aralığından sızan günün kirli ışığını seyrediyorum… Yorgunum. Dün gece gazinoda tanıştığım bir kadınla epey sohbet ettim, hatta biraz dans bile ettik. Esmer de değil, sanki zenci bir kadındı. Zenci kadınlar öyle pek güzel kokmaz, ama o çok güzel kokuyordu. Nasıl desem, vanilya gibi kokuyordu. Eski bir sevgi gibi kokuyordu. Yaralı, ama sımsıcak bir merhamet gibi kokuyordu…

Annem dondurma yapmak için vanilya kaynatırdı. Mutfaktan bütün odalara yayılırdı kokusu, bu kokuyu her duyduğumda annemi hatırlarım. Küçücük bir kızdı annem. Benim için hep öyle kaldı… Babama vermişler. Ardarda doğum yapmış. Habire mutfakta bize birşeyler pişirirdi. Hayattaki tek derdi buydu. Ne ün, ne şöhret, ne para… Durmadan çocuklarını düşünen küçücük bir kızdı annem benim için. Aslında öyle yalnız, öyle kimsesiz di ki… Ama farkında mıydı kimsesizliğinin? Üzerinde solgun bir hırka, radyoda çalan bir Türk sanat müziği şarkısına mırıldanarak eşlik ederdi… Bizleri doğurarak dünyadaki yalnızlığı daha da çoğalttığını biliyor muydu, biliyor muydu bizleri dünyaya getirerek ‘’ mutsuzluğu bir kıta sahanlığı gibi büyüttüğünü..’’  Aradığı sevgiyi bulamayınca kendi içinde nereye kaçıp gizleniyordu? .  Annemin bütün eve yaydığı o vanilya kokusu gecenin bu kör saatinde dans ettiğim gazinoya kadar geliyor… Dans ettiğim o çok esmer kadın; hastasın sen, diyor, bir doktora görün istersen… Çünkü gece boyu durmadan kokladım onu. İçime çektim kokusunu… Bütün gece yitirdiğim çocukluğumun kokusunu onda kokladım. O vanilya kokusunu… O sevgiye, o yitirilen merhamete öyle muhtaçtım ki… Bunu o da anladı. Hastasın sen, derken gözleri dolu doluydu… Çünkü herkes ona hep başka gözle bakmıştı şimdiye dek. Kirlenmiş cinselliğin o acımasız, o doyumsuz gözleriyle… Belki de kimse onu benim gibi koklamamıştı. Güzelliğini kendilerine rakip saymışlardı. Bu yüzden hep acıtmak istemişlerdi. Ezmek, incitmek, yenmek… Oysa birini derinden koklamak eski bir sevgiye teslim olmaktır. Boyun eğmektir yaralı, ama hep direnen bir merhamete… Ben onun kokusunda eski bir sevgiye teslim olurken onun ne durumda olduğunu pek düşünmemiştim aslında. Onun da koruduğu dengeleri vardı. Anımsayınca kötü olduğu anıları… Onun da yitirdiği çocukluğu, vanilya kokuları vardı… İnsan geçmişine bir an yenik düşmeye görsün, kırılgansa en dibe kadar gider… Ve kimse korumaz, tutmaz onu düştüğü o yerde… Kimse…

Onu ayakta tutan, mücadeleci  kılan hayatın bu sertliği aslında. Çarpışa çarpışa yaşıyor o. Dişe diş. Sevgiye hiç yer yok görünen hayatında. İnceliğe, çocukluk  kokularına. Benim fiyatım bu, diyor. Kimseye ödün yok. Benim gibiler onun ezberini bozuyor. İçinde öyle çok sevgi birikmiş ki, öyle zor tutuyor ki o birikmiş sevgiyi… Ama öyle çok yanılmış, öyle çok kullanılmış ki, kimbilir kaç kez yalvarmıştır Allahına, beni aşktan koru diye… O da küçücük bir kız aslında, annem gibi… Ve tıpkı onun gibi vanilya kokuyor… Eski bir sevgi gibi, yaralı bir merhamet gibi kokuyor…

Gece boyu dans eden insanları seyrediyorum… Herkes boşlukta, müziğin o tekdüze ritmine uymuş, hiçlikte kaybolmuş gibi, dönüp duruyorlar yanıp sönen ışıkların altında… Benimse aklıma böyle anlarda yıllar, çok yıllar önce 1 Mayıs Mahallesi’ inde, gecekondu direnişlerinde polisler tarafından öldürülen çocuklar geliyor… O çocuklar aklıma gelince kendimi ve pistte dans eden herkesi küçümsemeye başlıyorum… Siz dans edin, bizim çocuklar bu ülke için, bu insanlar için ve daha hiçbir şey yaşamadan öldürüldü, diyorum…

Dans, müzik, bu kayıtsızca eğlenen insanlar bana hep uzaklarda öldürülmüş ve artık kimsenin bilmediği arkadaşlarımı hatırlatıyor… Burada, bu gece, bu insanlarla birlikte olmanın getirdiği suçluluk duygumu onların anısıyla yatıştırmaya çalışıyorum… Beni umursamayan, içlerine almayan, sadece kendi o küçük, o zavallı hazlarını düşünen bu insanların arasında işim ne, diyorum. Nereye gitsem unutamıyorum kendimi. Hem gecenin bir yarısı içimdeki bu yenilmiş kahramanla ne yapabilirim ki. Kendimden başka kimden çıkartabilirim bu yenilmişliğin acısını… Kendimden başka kimden hesap sorabilirim ki…

Derinden,  uzaktan sesler geliyor. Garsonlar, badigardlar kapıya doğru koşuyorlar. Kulak veriyorum kapıdan gelen yankılara. Duyar gibi oluyorum: Ya Allah, Bismillah, Allahû Ekber… Camlar kırılıyor, feryatlar, küfürlere karışıyor… Hızla kapıya doğru koşuyorum. Günaha aldırmayıp içki içen biz kafirlere lanetler yağdıran gençlere bakıyorum. Bir umut arıyorum bu yüzlerde, bir merhamet kokusu. Bir Yunus sesi: ’’ isteyene ver onları, bana seni gerek seni…’’ Bulsam gideceğim peşlerinden… Ama ne gezer…

Onlar da bu dünyanın cennetini istiyorlar. Hem de hemen, şimdi… Kadınları, içkileri, ışıkları, vaatleri istiyorlar…

Allahû Ekber sesleri içlerindeki o derin açlığı gizleyemiyor… Onlar da herkes gibi bu kentin merkezinde olmak, bu kentin en güçlüsü olmak istiyorlar…

Oysa onların özlediği cennette bir cehennemdeki gibi yaşayan ben, durmadan ve sonsuz bir susuzlukla o manâ, o anlam alemini özlüyorum… Kendimi annem gibi kokan gece kadınlarıyla avutuyorum… Hep gecede yaşamak istiyorum. Kimseyle, beni tanıyan hiçbir insanla konuşmak istemiyorum. Çünkü konuştukça eksiliyorum… Ama biliyorum ki artık kaybedecek hiç vaktim yok. Düşündükçe içimi ürpertse de uçurum geleceğim, kendime ait herşeyi deliler gibi kıskanıyorum çok zamandır. Çünkü çok geç anladım, küçümsenen ayaklar altına alınan ben değil aşkımmış… O kimseler üzülmesin diye, koşturduğum o yaralı içtenliğimmiş… Aldanmaktan ve beklemekten bıktım artık…

Günler nasıl geçiyor görmüyor musun? Biliyor musun, gelecek yine senin gibi olacak. O örttüğün kalbin gibi olacak…

Bak, çok istediğin halde bu gece benimle birlikte olamıyorsun. Çünkü senin bir ailen var. Sınavların var. Bir daha bu gece hiç yaşanmayacak. Kim biliyor bunun anlamını senden ve benden başka. Senin yirmi yılın daha şimdiden planlanmış. Ürperiyorum bunu hissedince, çünkü ben artık o uçurum geleceğimin içindeyim ne zamandır. Kendi uçurum geleceğim nasıl içimi ürpertiyorsa, senin uçurum geleceğin de öyle ürpertiyor. Bilmediğimiz, tahmin bile edemediğimiz o uzak gelecek için bugünlerimizi yaktık, yakıyoruz seninle ben… Dedim ya, gelecek o örttüğün kalbin gibi olacak. Planladığın herşey yolunda gitse de, özlediğin herşey ardında kalacak…

Sonra, yıllar sonra, bir gece uzaktan hüznün yankısı gibi sesler çalınacak kulağına… Sonra çocukluğunun kokusu gelecek burnuna… Yaşamadan ardında bıraktıkların gelecek aklına…

O çok istediğin halde yirmi yıl sonraya ertelediğin gecelerin gelecek… Göğsün hızla inip kalkacak. Uyuyamayacaksın… Bir sigara yakacaksın. Pencereden şehrin uzak ışıklarını seyredeceksin. Bu hayat benim değil, benim değil bu ev, bu koku diyeceksin, ama çok geç olacak… Artık çok yorgun olacaksın. Kaybedeceklerin kazanacaklarından çok olacak bunu hissettiğin anda. Ertesi gün harcayacağın kaloriyi düşüneceksin. İşyerindeki konumunu. İlişkilerini. Gideceğin meditasyon kursunu… Sonra İngilizceni biraz daha geliştirmeyi düşüneceksin. İş yerindeki başarı puanını etkiliyecek çünkü bu… Sonra karın kaslarını biraz daha sertleştirmeyi düşüneceksin… Yaşlanmaktan korkacaksın. Hem de en derinden… Çünkü bir insanın hayatında hiç aşk yoksa ve hiç olmayacak gibiyse en çok yaşlanmaktan, sonra da ölümden korkar… Hem de çok korkar….

Şehrin uzaktaki ve hiç ulaşamayacağın ışıklarını seyrederken biraz daha uzun yaşamayı özleyeceksin… Uzun ve sağlıklı… Arada bir işle ilgili bir toplantı için yurt dışına çıkacaksın… Gittiğin şehirlerde bazen karşına genç, çekici adamlar çıkacak… Onlarla lüks otel odalarında sabahlara kadar sevişeceksin. Karın kaslarını ve uzun saçlarını seveceksin onların. Kulaklarındaki küpeleri de… Ama onlar bile sevişme biter bitmez soracaklar sana; nasıldı, nasıldı diye… Kulaklarında küpe olsa bile onların da kafası hep sayılarla ilgili olacak… Sayılar ve kimsesiz başarılar…

Sen onlara, çok iyiydin, mükemmeldin, derken, geceleri seni uykundan ansızın uyandıran o derin sızıyı hatırlayacaksın yine. Pencereden seyrettiğin şehrin o uzak ışıklarını… O içini kanatan ve ne olduğunu bir türlü anlayamadığın o derin özlemini hatırlayacaksın…

Böylesi ürpertici ve kendimi çok yalnız hissettiğim gecelerde ben kimi düşünüyorum biliyor musun?..

Afife Jale’yi… İlk Türk kadın tiyatrocuyu… Sahneye çıkmanın orospulukla aynı anlama geldiği günlerde, herşeyi göze alarak sahneye çıkan Afife Jale’ yi…  Bu kasvetli, bu faşist ülkede kendisini sanatına adayan o ufak tefek kadın benim için aşkın vazgeçilmez anlamlarından biri oldu, adanmanın…

Kimseye yaranmak istemedi o, kimseye; ilişkiler canikom, demedi. Ödüllerin peşinden koşmadı… Kimi sahneye çıktığı şehirlerde hakkında yakalama emri vardı. Kara kamunun tutucu valileri peşindeydi onun. Kimi kez oyun biter bitmez pencereden kaçar izini kaybettirirdi… Yakalanmamak ve bir başka şehirde daha sahneye çıkabilmek için… Yaşadıkları, uğradığı baskılar, bu kaçıp kovalamacalar ona tek bir şey hediye etmişti: Migren!.. O korkunç, o dinmeyen başağrıları geçmek bilmiyordu. Çoğu kez sahneye o migren ağrılarıyla çıkıyordu. Sahne tek aşkıydı onun için… Ve bedelini ödemeye çoktan hazırdı. Sonra doktorun birine kapıldı. Doktor, onu gördüğü kadar sevdi. Güzel bir kadındı, cesurdu da… Ama Afife Jale, bütün bunlardan çok daha başka bir insandı… O yaptığı işe aşıktı. Sahneye, tiyatroya… Doktor bunu göremedi… Göremeyince korktu. Bu kadın gider ve bir daha dönmez, dedi…

Gitmesin, hep kendisine bağımlı kalın diye başağrıları için hep morfin buldu ona. Morfin, onun başağrılarını hep biraz olsun geçirirdi. Ama sonra yine…

O dinmek bilmeyen başağrıları yüzünden o doktora bağımlı kaldı Afife Jale… Sevgisine güvenmeyen doktor saklayıp biriktirdiği morfinlerine güvenmişti…

Sonra bu faşist ülkeye, tutucu valilere, bu hoşgörüsüz insanlara dayanamadı Afife Jale… Artık morfin de yetmiyordu başağrılarını kesmeye… Bu ülkede aşkı için herşeyi göze alan bütün o kadınlar gibi sonunda çıldırdı… Evet, çıldırdı…

Bakırköy Akıl Hastanesi’ne kaldırıldı… Ve orada bir hücreye kapatıldı… Görenler anlatıyor: 35 kiloya düşmüş. Acıyla ve öfkeyle nefes alıp veren bir çift iri, simsiyah göz varmış o hücrede… Hiç konuşmuyormuş. Sadece sorgulayan iki simsiyah göz bakıyormuş, öyle sonsuzluğa… Bakıyormuş aşkın sonsuzluğuna…

Kimsenin kimseyi gerçekten tanımadığı bu dünyada Afife Jale’nin o simsiyah ve sonsuzluğa bakan gözlerinden başka kimsem yok bu gece benim… Bana sadece bu gözler umut veriyor. Beklediğim hiçbir gelecek yok artık… Sense sana aşığım diye notlar geçeceksin telefonlarda… Çırpınacaksın. Herşeyi bırakıp bana gelmek isteyeceksin. Bir daha hiçbir zaman böyle sevemeyeceğini içten içe hissedeceksin. Ama hepsi o kadar. Ailen ne istiyorsa o olacak sonunda… Yirmi yılın daha şimdiden belirlenmiş senin…

Artık para var sadece. Kara bir örtü gibi soluğumuzu kesen para var. Artık bizi sevgi emziriyor. Merhamet dönüştürmüyor hayatımızı ne zamandır. Geceleri gazinoları basıp, Ya Allah Bismillah, Allahü Ekber, diyen gençler de paranın peşinde. Bu gece göğsündeki vanilya kokusunu eski bir sevgi gibi içime çektiğim bu esmer kadın da paranın peşinde…

Yendiler bizi sevgili, yendiler…

Aşkımızdan başka hiçbir umudumuz yok… Aşkımız, paranın kara örtüleri altında gizlenen o korkak, o çaresiz, o soluksuz aşkımız…

Para demek, aile demek, tarifeler, randevular demek. Para demek, aşka dair ne varsa herşeyi sonsuza dek ertelemek demek… Para demek, kalbinden geçenleri yaşamamak demek…

Bu gece sadece senin gözlerini üzerimde hissetmek istiyorum. Gör işte o büyük tükenişimizi… Bir tek çıldırma hakkımız kaldı ellimizde…

Dışardan bir köpeğin inleyen sesleri geliyor kulağıma… Yatağımdan kalkıp dışarı çıkıyorum. Kapımda can çekişen zehirlenmiş, bir sokak köpeğiyle karşılaşıyorum… Sarılıyorum bu köpeğe… Sarılıp ağlıyorum… Sarılıp ağlıyorum şehrin bütün uzak ışıklarına… Özlenip de yaşanmamış herşey adına… Paranın o kara örtüsü altında gizlenip duran bütün o korkak, o zayıf, o çaresiz aşklar adına… Öldürmüyor bu acı beni… Ne tuhaf öldürmüyor seni bu hayatından kurtarıp, özlediğin o uzak yerlere gidemeyişimiz… Yaşadığımız onca şey öldürmüyor…

Annem… O vanilya kokusu… O eski sevgi ve Afife Jale’nin simsiyah, o soran, o ölürken bile aşkla bakan gözleri…

Sonra sadece… Kapımın önünde… Zehirlenmiş bir köpeğe sarılıp bütün hayatımıza ağlıyorum…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi