bir buzul gibi

bir de ideolojik zırvalar var tabii, kadınların önünde. örneğin duygusal oldukları palavrası. her gün, öfke duygusuna, hamasete teslim olmuş erkekler izliyoruz siyaset haberlerinde.

ingiltere’nin ilk süfrajetlerinden ve bir dönem süfraj toplulukları ulusal birliği başkanı olan millicent garrett fawcett 1847’de bir iş insanının kızı olarak kalabalık bir ailede dünyaya geldi; on kardeşin sekizincisiydi. babası da politikayla ilgiliydi. ablası elizabeth garrett anderson britanya’nın ilk kadın hekimi oldu. millicent garrett fawcett, kendisini tanımlarken, "ben bir süfrajet olmadım," diyordu, "temsili bir hükümetin ilkeleri üzerine düşünecek yaşa geldiğimden beri süfrajettim." kadınların toplantılarına ilk katıldığında 22 yaşındaydı, iki yıl önce john stuart mill’in tanıştırdığı bir politikacıyla, henry fawcett’le evlenmişti. millicent garrett fawcett, daha militan bir mücadele hattını tercih eden, kadınların toplumsal ve politik birliği’nin tutumunu benimsemiyordu. sadece oy hakkı için değil, farklı konularda da mücadele verdi; örneğin çocuk istismarı ve çocuk yaşta evliliklere, köle ticaretine ve bulaşıcı hastalıklar yasası aracılığıyla seks işçilerine yapılan ayrımcılığa karşı.

bir adım, sonra bir adım daha

millicent garrett fawcett, kadın hareketini "bir buzul gibi," diye tanımlıyordu; "yavaş ilerliyor ama durdurulması mümkün değil."  ülkesinde, 1928 yılında, 21 yaşını aşmış her kadın oy hakkını kazandığında 81 yaşındaydı, sadece mülk sahibi kadınların siyasal hakları kazanmasının üzerinden on yıl geçmişti. garrett fawcett ertesi yıl öldü.

bundan bir yıl sonra genç türkiye cumhuriyeti’nde kadınlar, belediye seçimlerinde oy kullanma hakkını kazandı, 5 aralık 1934’te bu hak parlamento seçimlerinde de kullanılacak şekilde genişletildi.

cumhuriyetin resmi anlatısı bu hakkın mustafa kemal atatürk tarafından kadınlara bahşedildiği yönünde oldu. oysa gerek osmanlı döneminde gerekse cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlar hakları için örgütlenmiş ve mücadele etmişti. bence bu anlatı yani kadınlara hakların bahşedildiği iddiası kadınların siyasal yaşamdaki varlığını baltalayan şeylerden biri oldu. bu faktör bu topraklara özgüdür ama esas engellerin, cam tavanların evrensel olduğunu söylemek gerekir.

kadınları siyasetten alıkoyan onlarca şey var. bunların başında patriyarkanın omuzlarına bindirdiği yükler, ailenin ve çocukların sorumluluğu geliyor. bu sadece siyaset için de geçerli değil, bir erkek, beş çocuğunun iyi yetiştirildiği, iyi bakıldığı konusunda içi rahat bir biçimde yoğun bir çalışma hayatı ve/veya önemli bir siyasal kariyer sahibi olabilir. aynı şey bir kadın için çok zor. ayrıca –bugün her zamankinden daha fazla olmak üzere- siyaset yapmak belli bir maddi güç gerektiriyor. sadece milletvekili adayı olmak için gereken ödemelerden, kampanya masraflarından söz etmiyorum. toplantılara, siyasete ayıracak zaman da ancak çalışmadan hayatını sürdürebilme imkânı olanların işi. günümüzün on saat, bazen haftada altı gün mesai yapan emekçisinin siyasete zaman ayırması çok zor ve bu, solun üzerinde düşünmesi gereken konulardan biri, bence. kadınlar açısından daha da önemli bir konu çünkü bilindiği gibi birçok alanda erkeklerle aynı işi yaptıklarında bile daha az kazanıyorlar.

bir de ideolojik zırvalar var tabii, kadınların önünde. örneğin duygusal oldukları palavrası. her gün, öfke duygusuna, hamasete teslim olmuş erkekler izliyoruz siyaset haberlerinde. daha fenası, bir kısmı öfkeli falan da değil, öyleymiş gibi yapıyor. sesi çatlayan, gözleri dolan erkek siyasetçiler samimi bulunuyor. örneğin bahçeli’yi gözünüzün önüne getirin; sakin, soğukkanlı göründüğünü kim iddia edebilir allah aşkına.

kadınların siyasette yer almasına yönelik kota vb. uygulamalar (bunlar genellikle pozitif ayrımcılık olarak tanımlansa da olumlayıcı eylem olarak da adlandırılmaları belki daha uygun) bu sorunların hiçbirini çözmüyor aslında ama kadınların önünü açtığına şüphe yok.  ama kadınların siyasal temsili yani kadınlardan yana politikaların temsili anlamına gelmediklerini unutmamak gerek. ikincisi olmadan ilkinin fazla bir anlamı yok ama zaten genellikle ikisi birlikte yürüyor. kadınları yönetici olarak görmek de, onların haklarının savunulması da egemen siyaseti, siyasetçileri çok rahatsız ediyor. parlamenter siyaset içinde, kadınların -ve lgbti+’lerin- taleplerini en fazla dillendirip eşbaşkanlık sistemini hayata geçiren parti olan hdp’nin gördüğü baskıda bunun da payı var.

ama parlamenter siyaset içinde olup bitenler, en geniş anlamıyla kadın özgürlük hareketinin çok ufak bir kısmı. asıl dönüşümü sağlayan, sonuç alan, sokak eyleminden edebiyata, bilimden plastik sanatlara kadar, aklımıza gelen, gelmeyen onlarca alanda ve daha önemlisi sığınmaevleri, bilinç yükseltme grupları gibi kendi oluşturduğu alanlarda mücadele eden hareket. kendi yolunu açan, kendi siyaset yapma biçimlerini geliştiren, adımlarının arkası mutlaka gelen, dünyanın her yerinde geleneksel siyaseti sarsan, dönüştüren hareket. oy vererek değiştirilebilecek olan şeyleri aşan, evin içini, işyerini, sokağı, kadınları ve tabii erkekleri dönüştüren, cinsiyet adına bildiğimiz her şeyi ve siyaset yapma biçimlerini sorgulayan bir dalga. yani buzul ağır ağır yol alırken çevresindeki coğrafyayı da dönüştürüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi