Yabancıları Neden Sevmiyoruz?

Yabancıları Neden Sevmiyoruz?
İnsanın evrimsel gelişiminde ve toplumsal tarihin derinliklerinde ne tür bir altyapı taşıdığını anlamaya çalışmak yabancı düşmanlığını aşmada bize daha çok yardımcı olabilir.

Gencer ÇAKIR


*Bu yazı ilk olarak Sanat ve Toplum sitesinde yayınlanmıştır 

Spinoza bir yerde şöyle der: "İnsan davranışlarıyla alay etmemeli, onları hor görmemeli, yargılamamalı, anlamaya çalışmalıyız."

Bu yazı, yabancıları sevmeyen insanları hor görmeden, alay etmeden onları "anlamaya" dönük küçük bir çaba. İnsanları "yabancı düşmanı" ya da "ırkçı" gibi sıfatlarla yaftalamadan önce bu "sevmeme" olgusunun nedenleri üzerine düşünmek istiyorum.

Toplum bilimsel açıdan bu meselede birbiriyle bağlantılı iki nedenin mutlaka hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum.

Nedenlerden biri, insan türüne özgü "ortaklaşma" ya da "ortaklık kurma" becerisiyle ilgili. Ayrıca insan gözüne ait fizyolojik kısıtların da etkili olduğunu düşünüyorum. Biraz açmaya çalışalım.

Grup her zaman, kendi içine karşı daha sevgi dolu, dışarıya karşı ise daha temkinli, önyargılı ve soğuktur. Maalesef ortaklaşmacı özelliğimizin böyle bir negatif yanı var!

Evrimsel antropolog Michael Tomasello insanların ortaklaşmacı becerilerinin yerel grup içi iletişimler için evrimleşmiş olabileceğini söyler. Ve ardından şunu ekler: "Belki de ironik olarak, ortaklaşmacılıktaki bu grup ruhu, bugün dünyadaki savaşın ve sıkıntının da temel sebebidir." (Bkz. Neden Ortaklıklar Kurarız; s. 84).

Önyargıların nasıl geliştiğini açıklamaya çalışan iki psikolog, Bristol Üniversitesi’nden Henri Tajfel ve Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden John Turner, geliştirdikleri Toplumsal Kimlik Kuramı’nda, insanları doğal olarak "iç grup" ve "dış grup" olmak üzere iki gruba ayırdığımızı söylerler. Bu ayrıma bağlı olarak "(s)adece grup kimliğine dayalı bir inanca göre, iç grupta bulunan kişileri grubun dışında bulunanlarla kıyasladığımızda el üstünde tutarız" tespitini yapıyorlar. (Bkz. Jeffrey Winters; Zenofobi: Yabancılardan Neden Korkarız?; evrimagaci.org).

Charles Horton Cooley Social Organization adlı eserinde, samimi ve yüz yüze ilişkilere dayalı grupların bireyin toplumsal doğasını ve ideallerini oluşturmada merkezî bir rol oynadıklarından bahseder: "Yakın ilişkilerin psikolojik sonucu; ortak bir bütünde kişiliklerin birleşmesi ve böylece kişinin kendi benliğinin… grubun ortak yaşamı ve amacı haline gelmesidir." Cooley’e göre bu bütünlük bir "biz" duygusu yaratır, "(b)öylelikle bir insan, bütünü hissederek yaşar ve temel amaçlarını bu histe bulur." (Bkz. Robert E. Park; Şehir: Kent Ortamındaki İnsan Davranışları; s. 61).

İnsanlar ancak göz menziline girebilen nesneler ve canlı varlıklarla dolaysız bir ilişkiye girebilirler. Ünlü kent sosyoloğu Robert E. Park, dokunma, görme ve fiziksel temasın en temel insan ilişkilerinin başlıca kaynağı olduğunu söyler: "Anne ve çocuk, karı ve koca, baba ve oğul, efendi ve köle, akraba ve komşu, rahip, hekim ve öğretmen… Bunlar, hayatın en samimi ve gerçek ilişkileridir ve küçük topluluklar için oldukça kapsayıcıdırlar." (Bkz. Şehir, age; s. 61-62).

Grubun sayısının artmasına bağlı olarak göz menzilinin dışındaki dünya insanın dışında belirsiz bir evren olarak kaldığı sürece, belirsizlik ve temassızlık hali, sosyal ilişkilerini güven temeline göre kuran insanlar için güvensiz bir durum oluşturmakta.

Sosyal evren genişledikçe ve bu evren insan gözünün menzili dışına doğru taştıkça güvensizlik ve temkinli olma hali kaçınılmaz bir hal alıyor.

Çoğu İnsan İyidir adlı kitabın yazarı Rutger Bregman göz teması ve güvensizlik arasında ilginç bir ilişkiden bahsediyor: "Her şey binlerce yabancı olarak büyük gruplar halinde birlikte yaşamaya başlayınca değişti. İnsanlar birbirleriyle göz temasını kaybetti. Bin, on bin hatta bir milyon kişiyle göz temasında bulunmak olanaksız. Bu şekilde birbirimize duyduğumuz güvensizlik de arttı." (Bkz. Çoğu İnsan İyidir; s. 250).

Bu güvensizlik nasıl bertaraf edilebilir? Bregman, kitleleri kontrol edecek, her şeyi duyan, bilen ve her şeyi gören bir "göz" olarak tanrının ortaya çıkışını bu şekilde aktarıyor.

Güvensizlik, göz temasının kayboluşu, tanrının, devletin ortaya çıkışı… Bütün bunlar arasında şüphesiz güçlü bir ilişki var. İnsanlar güvenlik kaygısı ile güçlü bir tanrıyı ve devleti bir şekilde onaylamış, kabullenmiş olabilirler.

Soziologie adlı eserin yazarı Simmel duyu organları arasında gözün benzersiz bir sosyolojik işlevi olduğundan bahseder. Bireylerin bir arada olması ve etkileşimi, Simmel’e göre, karşılıklı bakışlara dayanır. Eğer göz göze bakış olmasa, der Simmel, "insanların toplumsal ilişkilerinin bütünlüğü, kendi haklarını savunmaları ya da haklarından feragat etmeleri, yakınlaşmaları ya da yabancılaşmaları öngörülemeyecek şekilde değişir." (Bkz. Erving Goffman; Toplum İçinde Davranmak; s. 105).

***

Yabancıları sevmeme konusundaki bir diğer neden ise kanımca şu: Göçebe yaşamın bırakılıp sabit ve hareketsiz bir yaşama geçilmesiyle "yabacılarla" temas ve karşılaşma giderek azaldı; bu durum dışarıdaki sosyal evrene karşı yabancılaşmayı daha da artırmakta.

Göçebelikte en azından birbirlerini tanımayan insanlar rastlantısal karşılaşmalar ve dolaysız temasa geçmeler ile bu yabancılaşmayı kırabiliyorlardı. Ama yerleşik, sabit ve hareketsiz yaşam ortamları olan kent ortamları, kente dâhil olmayanlara karşı ister istemez bir mesafelenmeye yol açıyor. Kent kendi güvenliği için görünmez duvarlar inşa ettikçe bu duygu korkuyla karışık bir nefrete dönüşebiliyor.

Kanımca yabancıları sevmeyen insanları "ırkçı" vb. sıfatlarla yaftalamadan önce, kişileri bu şekilde düşünmeye ve davranmaya iten toplumsal, bilişsel, bedensel, kültürel vb. nedenler üzerine düşünmek daha anlamlı.

Şüphesiz bu konuyu tartışırken devlet ve sermaye analize dâhil edilmelidir. Ama bu meselenin temelinde yukarıda bahsettiğim önemli iki yapısallık var; devlet ve sermaye sadece bu iki yapısallığa dayanabilir, yer yer insanlardaki bu duyguları azdırabilir yer yer de yumuşatabilir.

Burada sorulması gereken soru şu olmalı: yabancılaşmış kent ortamlarında birlikte yaşayabilir miyiz? Ya da nasıl birlikte yaşayabiliriz? Yalnızca politik ve ahlâkî bir tavır alış birlikte yaşamanın garantisi olabilir mi? Yapısallığı değiştirmeyen bir "politik doğruculuk" yeterli olabilir mi?

Kanımca üzerine düşünmemiz gereken sorular bunlar olmalı.

Öne Çıkanlar