Siz Muhteşem Sünter'i bilmezsiniz*

Siz Muhteşem Sünter'i bilmezsiniz*
Behçet Necatigil’in 1952’de yeteneğini keşfettiği Sünter’in kitapları ancak 1980’den sonra yayımlanır.

Nusret GÜRGÖZ


Muhteşem Sünter, 1928 İstanbul doğumludur. Sarıyer Ortaokulu ve Kabataş Erkek Lisesi’ni bitiren şair, 1985’te hayatını kaybetmiştir. Gerilerde Bırakmak ( 1980 ), Sen ile Sen ( 1981), Polonya’dan Kadınlar ( 1983), Omçalar ( 1985) adlı dört şiir kitabı vardır.

Behçet Necatigil’in öğrencisidir Muhteşem Sünter. Necatigil, Kabataş Erkek Lisesi’nin Öğrenci Dergisi Dönüm’ün 1 Mart 1952 tarihli, birinci sayısında yayımlanan ‘Siz Muhteşem’i Bilmezsiniz’ yazısında, şairlik yeteneğini keşfettiği öğrencisi ‘aylak ve tembel’  Muhteşem’i yazar:’’… Bir gün bana ilk şiirlerini getirdi: sekiz on şiir.’Hangi şiirleri okuyorsun?’ diye sordum. Bu işe eğlence gözüyle bakmadığını; şiiri bir ürperti gibi günlerinde, büyülü bir ses gibi gecelerinde duyduğunu, hazırlıklarından anlamıştım. Verdiği şiirlerinden bir beyit, iç dünyasına tercüman oluyordu:

‘Hayatım için besleniyor

Ondan bundan aldıklarım.’

‘Hâlisle sahteyi karıştırabilirsin!’ dedim. ‘ Bir kuyumcu ustasına benzedim: Gözlerim, parmaklarım terbiye gördü!’ dedi.

Bazan: ‘Muhteşem’ derdim. ‘ Senin için varsa yoksa şiir bu dünya!’İnce dudaklarını kısarak memnun ve çekingen gülümserdi. Bazı dersleri sevmediğini, ne kadar çalışırsa çalışsın işte bir türlü içinden gelmediği için zorluk çektiğini söylerdi. Susardı. Meşhur olduktan seneler sonra, lisede okurlarken sevmedikleri, ürktükleri dersleri sayıp döken, geçmişin irkilişlerini itiraflarına sindiren sanatkârları düşündüm:

‘ İliklerime işlemiş tembellik

Uyumaya başlıyorum işte,

Okuyup okuyup uyumak

Günün her saatinde.’

Muhteşem bu dediklerini yapıyordu. Ama içindeki dürtüşle ders kitaplarından çok, sanat eserleri okuyor. Fransızcasını ilerletiyordu.

‘ Nerden girdi aklıma

Kızacaksınız belki.

Örümceğin karıncanın yanında

Bizler neyiz ki!’

diyor, kazançlarını az bulmanın üzüntüsü içinde her gün az daha hızlanıyordu.

‘Bir de işin benim için olanı var 

Hiç yalnız kalmamışım ne dersiniz?

Düşünürken bile

Bir yığın insanlar!’

Kalabalıklardan yalnızlığa geçiyor, bir yığın insanın düşüncelerini kontroldan sonra yeni görüşlere varıyordu.

O ders yılının sonunda Muhteşem Sünter, kişiliğini bulmuş bir şairdi artık. Bu işi hâlis sanatkâr gibi bu kadar az zamanda bir başına başarmıştı.

Kazançlarımızda kayıpların payı! Bunun azabını her sanatkâr gibi Muhteşem Sünter de duydu. Tahsil hayatı zahmetli geçmiş, çeşitli talihsizliklere uğramıştı. Tesellisini sanatında buluyordu. Bazı dergiler, tek tük şiirlerini de bastılar. Tezgâhında kumaşını dokumaya bakıyor, tanınmaya hevesli görünmüyordu. Rilke gibi:’ Şöhret, arsasına baskın eden kalabalıklar yüzünden taşlarının yerleri bozulan bir yapının resmen yıkılışıdır.’ ‘’ ( 1)

‘Şöhret’  peşinde olmayan Muhteşem Sünter’in şiirleri, 1948’den itibaren Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Kaynak, Yenilik, Pazar Postası, Yazko / Edebiyat, Yeni Düşün… gibi dergilerde yayımlanır. Çevresinde Edip Cansever, Can Yücel, Turgut Uyar, Nezihe Meriç, Tomris Uyar … gibi dönemin yetkin şair ve yazarlarının bulunduğu,  Behçet Necatigil’in 1952’de yeteneğini keşfettiği Sünter’in kitapları ancak 1980’den sonra yayımlanır.

Ben, benim üniversitem olan, seksenlerin ilk yarısında yayımlanmaya başlayan Yeni Düşün dergisinde yayımlanan şiirleriyle tanıdım Muhteşem Sünter’i. Şiiri; Behçet Necatigil, Ziya Osman Saba,  Cahit Sıtkı Tarancı, Necati Cumalı… şiiriyle akraba olan Sünter’in 1983’te Yazko Yayınevi’den yayımlanan ‘ Polonya’dan Kadınlar’ kitabı, önceki şiir kitaplarından ayrılarak, ‘toplumcu’ bir çizgiye evrilir ve A. Kadir’le, Ömer Faruk Toprak’la, Suat Taşer’le, Nazım Hikmet’le… akrabalık kurar.

Marmara Üniversitesi – Fen / Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Sema Uğurcan, ‘Türk Edebiyatı’nda Lehliler’ başlıklı uzun incelemesinde Muhteşem Sünter’e de yer verir ve Sünter hakkında şunları söyler: ‘’  … Muhteşem Sünter, Polonyalı Kadınlar ( 1983) isimli manzum hikâye veya manzum tiyatroya benzeyen şiir kitabında kadınların düştüğü durumu anlatır. Bunlar, direniş hareketine karıştıktan sonra Auschwitz kampına yollanan, güzellikleri dolayısıyla oranın umumhanesine alınarak ölümden kurtulan ama ölümden beter bir hayat yaşayan kadınlardır: Oliwalı Bozema, Kaliszli Miraslawa, Yunan Despina, Parisli Odette, bir de nereli olduğu belli olmayan Stanislawa. Özellikle anlatıcı konumundaki Bozema’nın gözlemleri, ıztırap çekerken anılara sığınması, benliğinin derinliklerinde kalmış gücünü keşfetmesi patetik şekilde sunulmuştur.’’ (2)

Bugün sürgünler başka araçlarla yapılsa ya da yayan yapıldak olsa da Cemal Süreya’nın:’’ Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Sonra iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu.’’  dediği gibi, o günlerde sürgünlerin tümü,  neredeyse ‘tren’le başlar.

 Anlatıcı Bozema’dır. ‘’ Bu bir yük vagonuydu / Hayvanlar konsa bağırır / Biz yüzlerce insanız / Çoğumuz kadın çocuk kız / Bir tencerede pişen et gibiyiz / Tenden yapılmış yağımız tuzumuz  / herkes birbirine sarılmış tutunmuş / Korkuyla beslenir ateşimiz // Ayazında yürür gecenin / Demirine değseniz deriniz yapışır / Dışarısı buz // Belli ki söylenen ölüm şarkısıdır / Kelimesiz ve sessiz / Karanlığa saplanan ok gibidir tren / Davul vuruşlarıdır kalp dediğiniz // Tınlayan tehlike çanlarıdır / Kudurdukça kuduran / Akıllarımız aynı balede / Korku bir orkestradır / Çalar içimizde // Belki de yılkıyız bu vagonlarda / Yılgın ve sessiz / Ter içinde havasız / İnmeden öleceğiz / Ölmeden inebilsek bir de’’ (3)

Ölmezler,  kampa ulaşırlar : ‘’ Gecelerin en kötüsü içimde / Yağmur yağıyordu Auschwitz’e indiğimizde / Sakatları yaşlıları çocukları ayırdılar / Kamyonlara koyup götürdüler // Ben Oliwalı Bozema / Her şey belirgin bir geçmişte kaldı / Umutların bittiği yerde başlayan geçmişte / Kimse kimseyi tanımıyor bu yerde / Giysilerimizi aldılar / Taçyaprakları soyulmuş güller gibiyiz / Utanmak eski bir kelimedir - yersiz - / Gözlerimizi kim bilir nerede unuttuk / Bakmak araştıran bir duygudur / Anımsayan var mı dersiniz? / Erkekli kadınlı cam gözlüyüz / Pınarları kurumuş / Renksiz – kırmızı - //…// Bütün dostlarımızı anamızı babamızı / Bir lunapark neşesiyle vurdular / Hep gördük / Soyun dediler soyunduk / Yat dediler yattık / Bir kırmızı gülü beş kişi bölüştü / Gökyüzü bir çadırbezi gibiydi / Üstümüze çöktü //…// Çok genciz çok acı / Acımasız silahlar odalar fırınlar / Zamanın hızında / Ve kalabalık tenhalığında / Günde saatte anda / Dünyanın dört yöresinden gelen / Yüz binlerce insanla / Yaşlılık ne güzel şeydir diyorum / Özgür bir dünyada // Çok genciz çok acı / Yaşamak ne utanç vericidir /  Anlatmak için utanmanın ne olduğunu / Çıkmak için yarınlara / Kötülüğe karşı gelmeden / Gelemeden ‘’  (4)

Fırınlarında erkekten çok kadınların yakıldığı toplama kampındadırlar artık. ‘’ KAMP GİRİŞİNE YAZMIŞLAR ‘ ÇALIŞMAK ÖZGÜRLÜKTÜR ’ ‘’ şiirinde ‘çalışma’yı anlatır Bozema: ‘’ Özgürlüğü yok edenlere çalışmak / Gülümsetir işte bizi  / Akşama kadar pis kokular içinde / Yükselen insan bulutlarına bakmak / Çalıştırır hepimizi // Bir sevgidir bizi bağlayan yaşama / Özgürlük bir sevgidir / Umut içinde ölmemek için / Çıkmak için yarınlara / Dikenli telleri sarmaşık yapraklarına çevirmek için / Bütün bu acılara bağırmalara / Mezarlarına götürülecek bir gül bulmak için / Gül bir sevgidir aslında / Çalıştırır hepimizi // Her şeyin değişeceği bir gün / Hep beraber çarpan bir kalp sesini duymak / Acılarımıza dünyayı eklemek / Sevgidir diyorum insan olarak / Tek tek  // Yaşlanmak zaman içinde güzeldir / Zaman da yaşlanır insanlar gibi / Bir an içinde sevmek / Çalıştırır hepimizi’’ ( 5 )

Bu vahşet karşısında Tanrı’ya kızar Bozema: ‘’ Gizler örmede ağları / Tanrım sensiz neylerdik / Barakalar ortasında / Sürünen çaresizlik // Hep kapıları açık olan bir yolda / Hep kapıları açık olan bir yolda yürüseydik / Anmak seni zor olurdu bu kadar / Gördükçe bu parmaklıkları / Bu dikenli telleri / Sensiz neylerdik  // Gözlerin de olmasa gökyüzünde / Öpülecek bir el bulabilir miydik / Senden başka // Herkesin kendi gücünü taşıdığı bu yerde / Açlıktan yağlı ekmekler büyür, sucuklar büyür / Çaldık ya da paylaştık bedenimizi bugün de / Doyduk tanrıya şükür’’ ( 6 )

‘Cezalıyım’ şiiri yol ayrımıdır. Önce çocukluğuna döner Bozema: ’’  Hep böyle kötü günlerimde / Çocukluğum aklıma gelir / Eskisi gibi kaçar evinden / Kayaların içinde gizlenir / Rüzgâr vurur seslenir karanlık / Evdekiler bilir gizlendiğimi /Babam aramaya çıkar / Koğuk koğuk  // Artık gücüm kalmadı / Kollarıma ağırlık astılar / Bağladılar ayaklarımı / kamçılayıp bıraktılar // Öyle güzel günlerim olmasaydı / Alışır giderdim / İçim yanmazdı / Artık büyüdüm’’  ( 7 )

Yolu, ‘umumhane’ye çıkacak yol ayrımını anlatan şu bölümle sürdürür şiiri:’’ Korkuyu bir kez daha yaşadık: Tek tek ayırdılar bizi. Otuz bin kadın içinden. Biz on kişi, biz güzel, biz canlı biz dişi. Bir kamyonete koydular hepimizi. Barakaların önünden, tel örgülerin içinden, fırına sapmadan geçtik şükür, binlerce şükür. // Gün ağarırken bahçe içinde kocaman bir köşke getirildik. Bir avluda soydular giysilerimizi, benzin döküp yaktılar. Yıkadılar hepimizi, yeni giysiler verdiler. / Dört kişiyiz bir odada şimdi.’’ (8)

Dört kişi bir odadadırlar. Başlar anlatmaya ‘umumhane’ye alınanları : ’’ Mirasliwa Kaliszliydi / Bin bahçede böyle sarı gül bulunmaz /  Mutluluklardan artakalmış / Sisleri açılmış uzak bir ev gibi / Aydınlık görünümlü / Yeşil bir dolunay gözbebekleri / Yavaşlatılmış bir anıdır yüzünde / İki beyaz güvercin gibiydi elleri / Yeni bir sabahta sanki / Hiç mi görmedi korkulu günleri  //  İki kez gaz odasından alınmış / Çukura itilmiş kurşunlanmamış / Kınında keskin bir kılıç gibidir o / Beyaz ve parlak kalmış //… // Bütün geçmiş günlerini kanıtlıyor / pencerede asılı kaldı çiçekler / Hep kendi iplerine sarılmış biri / Halatörgüsü saçlarında – şimdi kesik - / Bağımlılık geçmişe ya da geleceğe / gidip geliyor / Kendi iplerimizle bağlıyız evlere / Biliyor’’(9)

Sağlık raporları alınır. Artık ‘hizmet’e hazırdırlar. : ‘’ Sağlık raporlarımız resimli / Göğüslerimizde asılı / Numaralanmışız biz / İsim soyadı yok / Bildiğimiz diller yazılı //…// (10)

İkinci arkadaşı Despina’dır: ‘’ … İkinci arkadaşım Despina,  Yunanistan’dan getirilmiş. İstanbul’da geçmiş çocukluğu. Yenimahallede, pazarbaşında. Bütün özlemi ablasına dönmek, boğazda yüzmek, Büyükdereye kadar yürümek’’ (11)

Despina der, devam eder: ‘’ Bol ışıktayız hep / Pencereler kapalı karanlık perdelerle / Arada bir kalırsak yalnız / Söndürüp ışıkları / Doğacak güneşi bekliyoruz / Şimdi pırıl pırıldar boğazın suları  // Camdan bir Venüs yontusu  / Gözlerinde güneşin resimleri / Kalbi hep kalbi hissediliyor / Limonlu bir şekeri yer gibi //…// Hep Türkçe konuşuyoruz akşamları / bir zaman tekerleği mi dil / Adım atmak yürümek koşmak / Boşluklarda öğreniyoruz / Büyür içinde bir şeyler insanın / Arada bir gülümsüyor / - Belliyoruz - / Türkçe görünüyor dişleri Despinanın // Fotoğrafı çekilmemiş bir mutluluktur / Çerçevelenip asılacak acı anılarımız / Ve savaş kışkırtıcılarından sorulacak / Yeni bir meslek kazanışımız / İstemediğimiz bilmediğimiz / Onların seçtiği / Gülün kendi midir bahçelerden koparılmasına neden / Aynalar önünde kristal vazolarda / Bizim şimdiki halimiz // Babasını asfalttan kazıyarak çıkarmışlar / Uykusunda tanklar gelmiş üstüne  / Ağabeyi bir kayıkla gitmiş / Sanki toprak akmış denize / Nasıl sevinir insan dersiniz / Annesinin yatağında ölüşüne / Yalnızlığı ordulaşmış çoğalmış / Bu yüzden aklı Türkiye’de ‘’ ( 12 )

Üçüncü arkadaşı Parisli Odette’dir. Odette der, devam eder :’’ Ses dolaşıyor sanki / Bir piyano bir keman / Ya da parlak bir mumdan yapılmış / dalgalanıyor / Tutmayın dokunmayın ne olur / Eriyor //… // Sanırsın bir konser salonunda / Babası piyanoda o keman çalıyor / Sonra alkışlanmış gibi / Eğilip gülümsüyor / Bu hal akşamları bu tebessüm / Bizi üzüyor  // Bir yılanın içinden çıkar gibi / Auschwitz’e trenden indiğinde / İkinci bir yılan uzatmış elini / O sarışın teğmenle / Bir ay içeride – gizli - // Bütün çamurların içinden / Akan ince bir su gibi – parlak - / Gülüşlerinin ışığında / Paris lamba lamba yaşayacak ‘’ (13)

‘Umumhane’de hamile kalan Stanislawa’yı anlatır dördüncü arkadaşı olarak. Suçtur hamile kalmak. ‘Umumhane’de çalışmaya engeldir  : ’’ Bazı karanlıklar vardır / Ampullerle ışımaz / Küçük anlar / Küçük anlar birikir / Yüzyıllara sığmaz // Susuyoruz işte hep burada / Düğümleniyor boğazımızda / Söyleyemediklerimiz / İlerde belki yasaklara inat / Kitaplara sığmaz sözlerimiz //  Alıp götürdüler Stanislawa’yı / Parlak kayalardan söküp götürdüler / Olwock’daki evinde kaldı / Gözleri yaşlı annesi / Gözlerinden göğe yansıyan mavilikte / Rahimlerde pis bir spermanın / Kendine yer bulması / Sonu oldu Stanislawa’nın // İsteyerek gelmedik buralara // İsteyerek yatmadık sizlerle / Bir bayrak yarışıdır gitmek yarınlara / Anlatabilmek için acıları / Tabiat ana bağışla / Bazan düşüyoruz böyle / Elsiz ayaksız tuzaklara //… // Tohumlara açık topraklar / Koynunda binlerce Stanislawa / Kırmızı güller yetişecek / Doğmamış güzelliğiyle / Yarınlara // Gözyaşlarımı kara saçlarıma siliyorum / Bu yüzden ıslaktır onlar / Bir kadına bir erkek / Bütün kadınlara bir erkek / Sevgiler saygılar yarının çocuklarına / Kimliğini bilerek / Çıkmak için yarınlara / Bekliyorum’’ (14)

Muhasebesini yapar bugünlerin, ilenir, çıkış yolu arar, sevgiye sığınır: ‘’ Yaşamak değil bizimkisi / Öbür günleri beklemek / Işıksızlık / Gelecek sabahlar öğlenler ikindiler / Uzaklarda çok uzaklarda / Gece şimdiler // Bizi bir yere götürecek nehirler nerede / Dalgaların sesidir yalnız duyulan / Köpüksüz nemsiz bulutsuz / Ölçüsüz bir zaman / Dolu görünen boş / Beklenen yaşamın sevinci // Gerçekten sevebilsem birisini / Öyle özlüyorum ki / Gerçekten birisini / Parmakları karanlıklarıma değen / Yalnızlığımı ezen birisini // Sevmek her şey demektir belki / Bizi seven var mı / Durduruyorlar gelecek günleri / Günler dolu – oysa boş – Sevmek gibi ‘’(15)

Oysa olmaz hiçbiri, barbarlık alt üst eder hayatlarını.

‘İlk Haberler’ şiiri savaşın sonunu muştular: ‘’ Kapılar açılıp kapılar kapanıyor / Çabuk çabuk açılıp çabuk çabuk kapanıyor / Kartal yükselmek için kanat çırpıyor / Demek ki düşmüş / Geliyor koşarak Odette / Fransa kıyılarına çıkmışlar diyor / Çıplak sonsuz bir kumsaldayım sanki / Ruslar da Varşovoya varmışlar / Demek ki tan ağarıyor / Kapılar açıyor kapılar kapanıyor // Bir muştunun sıcaklığı tutuyor ellerimizi / Her yanımızı titremeler alıyor / Bir fa sesi gibiyiz şimdi /…/ Bir unutma saatı geliyor/ Saniyeleri bile anımsıyorum diyor Miroslawa / Yumruğunu avucuna vuruyor // Ağlayan yalnızca Despina / Güneşin fotoğrafını çekmişler / Yağmur altında / Bakıyor // Demek çizgileri dökülüyor haritanın / Belki de eski çizgiler kalınlaşıyor / İçimde bir uçurtmanın ipi kopuyor / Hiç böyle olmadım bilmiyorum / Lodosluyum kayıklarım alçalıp yükseliyor / Titriyorum donuyorum ter içinde / Kapılar açılıyor kapılar kapanıyor / Sonrasızlığa gidiyorum’’ (16)

‘Kristal Kahkaha’ şiiri,  Nazilerin ‘köşk’ü bırakıp kaçışlarını anlatır : ‘’ Umutlar dünleri bıçaklar / Anılar bir avuç kül / Ortalarda kimseler yok / Her şeyi bırakıp kaçtılar // Ey bir daha geri dönmeyecek değerli zaman / Bizim kuşağa vurulan çirkin boya / Kırık düşlerimi toplasam ne iyi olur / Dünyanın kavuşamıyacağı bir açıklığı kucaklasam // Bahçede köpekler salınmış dolaşıyor / Kapıları aramak olası değil / Herkes köpekler gibi kendini bekliyor / Aynalar paramparça / Kim ne bulursa kırıyor’’ (17)

‘Yarın Olmayan’ şiirinde ‘köşk’ün sonu şu can yakan dizelerle anlatılır: ‘’ Özgürlüğün sesini duyuyorum / Yarının sesini duyuyorum / Acılar geçmişten geleceğe uzanan bir köprüdür anlarımızda / Oysa geçmiş olan benim / Acı olan / Çekilen // Doğuran kadının içinde beliren boşluk / Yaşama sevinci – hava boşluğu yaşamın - / İsanın başının çevresindeki ışık / Geçmiş olan benim / Sevinen çocuk // Hiçbir zaman yarına adım atmış olmayacağım / Geçmişten bugüne kadar kalacağım / Belki bir yarın düşüdür bizi uyutan / Geçmişten bu ana kadar / O ben olacağım / Yarın olmayan / Aynalardaki ikizimle ‘’  (18 )

Savaş bitmiştir. Bozema, İstanbul’a gelir. ‘’ Önce güneş yüklü gemileri gördüm / Keman akortlu martıları gördüm / İçim aydınlık bakıyorum / Padişah günlerinden kalmış belli / Parlak sedef kakmalı denizi gördüm / Limansız bir yelkenli gibi kızkulesini / Minarelerinden göğe çakılı kubbeleri / Boğazdan gelen mavi havayı gördüm  / Güvercinler gördüm avlularda / Gövdeleri geçmişte / Kanatları yarında / Zamanlar arası gidip gelen //… // Ben dönebilmek için memleketime / Yararlı çalışmış bir SAYGIN diye / - Savaşçıların verdiği mesleğimde- / Drahoma sahibi bir Bozema olacağım / Karanlıklar bitti tan ağarıyor / SAYGIN bir güneş olarak çıkacağım güneşe / Doğacak çocuklarıma / Bugünlerden söz etmiyeceğim / Bir kutuda kalacak onlar / Bırakılmış evlerin sandık odalarında // Yeni bir gün başlıyor / Günaydınım İstanbulda / Bir gülümseme doldurmuş içimi / Hiçbir şey yok hiçbir şey olmamış gibi / Bakıyorum insanlara duvarlara sokaklara / Unutuyorum bütün geçmişimi / Saygılar İstanbula’’ (19)

Sonra ne mi olur? Umarsızdır Bozema:’’ Bizi almaya gelenler bir kadınla bir erkek pazarlığı onlar bitirdiler // Çocukluğumuz sabahla büyür / Haremlerden gelmiş bizlere ipek / Osmanlı sarayına çinden / Şimdi beni giydiriyorlar / Düşünüyor musunuz ne demek / Çocukluğa dönmek – bayramlara – İpek çamaşırlar giysiler alınırken / Aynalar için sevinmek // … // Bütün kâğıtları imzalıyorum / Sonra saçlarım fırçalanıp taranıyor / Her yanı ayna dükkânların / Kendime bakıp bakıp / Gülemiyorum’’ (20)

Sonrasını da can yakan dizelerle anlatır Bozema: ‘’ Bedelimi ödeyeceğim kendime / Gümüş drahomalar halinde / Ödünç alınmış bir boşlukta / Dolu geçen günlerle / Ödünç alınan zamanı kendime ödeyeceğim // Bir martı bu kıyılara uçarak adımı yazacak / Bir kargoluk eylencelerde bilecekler ismimi / Öğlen saatleri Galatasaray meyhanelerinde beni konuşacaklar / Güzel olduğumu yeni geldiğimi / Kadın simsarları otel kâtipleri bilecekler / Beni insan bildiklerini ödeyeceğim onlara / Beni aşağılamadan horlamadan sevişlerini ödeyeceğim / Her şeyi kendime ödeyeceğim / Bıkmadan / Hareminde kırk kadın bulunan bir padişah gibiyim / Kırk erkeğim var şimdiden / Belki Finike’den geldi İskenderiye’den / Öyle sıcağım güneşliyim ilkelim / Hükmederim yumuşaklılara / Bütün boşlukları dolduran kendimle / Aynalarda yataklarda benim’’ (21)

Salkımsöğüt şiirinde tüm hayatının muhasebesini yapar Bozema: ’’ Camdan görünen salkımsöğüt / Su içmeye gelen kuşlar gibisin / Yumuşak yapraklı tüylerinle // Hep içimde salkımsöğüt / Bir kanat çırpıntısı içimde kalbimde / Baş eğmişim her şeye / Aynalar soymuşlar beni / - sen suların aynasında yine - / Ağır gözlerimi kapatıyorum / Bebekleri kocaman taş / Yitirilmiş bir şeyler var içimde // Ben ben değilim / Kimsenin tanıdığı ben değilim / Ellerinizin uzandığı ben değilim / Benzedim salkımsöğüde bu evde / Sankilere gibilere / Belki de ben yaşayan değilim / Seviyorlar beni çok nedense //… // Kendim olmayan bir kadınım / Erkeklerin kadınların elinde / Neden severler sıcakları paylaşmayı / Kendi olmayan biriyle / Karşı sırtlarda erguvanlar ne güzel / Erguvan renginde // Bozema’nın öyküsünün bundan sonrası yok / Belki bitti / Bitti demeyle bitirebilirsek her şeyi’’ ( 22)

Savaş insanı kirletir, demişti yıllar önce bir söyleşide Yaşar Kemal. Asıl kirin Bozema’yı ve arkadaşlarını ‘köşk’e sürükleyenler olduğu kuşkusuz.

Sünter, Polonya’dan Kadınlar’ı yazdı kırk yıl önce. Bosnalı kadınların da yazıldığını anımsıyorum bölük pörçük. 12 Eylül sonrasında, doksanlarda ve sonrasında… kadınların yaşadıkları yeterince yazılmadı. Şengal’de şeriatçılarca kaçırılan, köle pazarlarında satılan Ezidî kadınların trajedisi de yazılmadı. Bunları da yazmak ‘ev ödevi’ olarak bizim önümüzde duruyor.

Savaş yalnızca kirletmez ki; yakar, yıkar, öldürür. Bunun için,  ‘onurlu, insanca ‘ bir barışı savunmak ve inşa etmek için; durmadan, dinlemeden, yorulmadan... çabalamak ve barışta ısrar etmek gerek.

Bir üstteki paragrafta yazdıklarım bağlamında,  sevgili Uğur Kökden’i anmamak,  hem Uğur Kökden’e hem de Türkiye’nin ‘barışsever’lerine haksızlık olur(du). Türkiye’nin onurlu entelektüellerinden 1934 doğumlu Uğur Kökden, Seslerin Rengi kitabındaki ‘ bir çocuğun günlüğü’ denemesinde,  kendisinin eylemli bir barış insanına dönüşmesinin serüvenini anlatır: ‘’ …Genel bir yargı, mutlu bir bebek olduğumu kolayca söyleyebilir. Öyle ya, o ana dek yeterince süt içmiştim. Annem ve babam benimle birlikteydi; ama, çok daha önemlisi sağ ve esendi her ikisi de. Yazgım, Guernica ve Guelfa çocuklarına benzemiyordu. O çocukların çoğu ölmüştü o sırada’’ ( 23)

Sonra Avrupa’nın;  sonra diğer kıtalardaki ülkelerin gökleri kararır. Önce Musolini ve Hitler; sonra diğer ülkelerden irili ufaklı, diğer faşistler yeryüzünü kan gölüne çevirirler. O tarihte Uğur Kökden ve ailesi İnebolu’da yaşamaktadır. Bir gün babası askere alınır:’’ … Bir eylül sabahı, kül rengi ağır bir gök altında, büyük yangın patlak verdi. Dirlik günleri apansız bozuldu. O güzel güzü,  Karadeniz’in kıyılarında, İnebolu’da geçiriyorduk. Tarihin ve tehlikelerin çizdiği çizginin dışında yaşayarak. Daha ilkokula bile başlamamış bir çocuğun parlak, ışıltılı dünyasıydı benimki. Lekesiz ve arıydı; büyük ve karmaşık kaygılara orada yer yoktu. Çocukları öldüren bir ordunun sağır çizme sesleri, derinden derine duyulan kaz adımlı tören yürüyüşleri, benim penceremden işitilmiyordu. Tek bilebildiğim, bir çocuk için beklenmedik biçimde ev düzenimizin altüst olmasıydı. Tıpkı gergin bir ipeğin yırtılışı gibi.’’  (24)

Sonra Kore Savaşı’na asker gönderme, nükleer silahlanma… vb Uğur Kökden’i barış eylemcisine dönüştürür. Barış için ‘savaşmayı’ öğrenir: ‘’… Bu arada düşünce düzeyine korkaklıktan sıyrılmayı, düşünce dünyasını fiziksel varlığını ortaya koyarak savunmak gerektiğini öğrendim. Gerçi, bir bakıma erginlik yaşına doğru yol alıyordum.  Güçlükle elbette, acılarla. Kahramanlarla galiplere karşı duyulan çocuksu hayranlıktan ayrılmaya çalışıyordum her adımda. Benliğimi kuşatan yeni duygular, bitmeyecek bir tiksintiydi denebilir. Bundan böyle benim için, yalnız ‘yalın insan’ vardı ve onun kutsanmış çabası. // Yüzyılları aydınlatan bu yeni insan görüşü, önüme bambaşka ufuklar açmış oldu. Gerçek anlamıyla insan eğitiminin bir barış eğitimi olmasını gerektiğini anladım. ‘İnsanlık onuru’ buydu. Başkaca bir şey değil.’’ (25) 

Çocuklar için, kadınlar için, yaşlılar için, silâhaltına alınmış / silâh kuşanmak zorunda kalmış askerler için; onurlu, insanca bir barışı savunma ‘ev ödevi’ de yine bizim önümüzde duruyor.

Haydi,  ev ödevine çalışmaya!

Haydi, Muhteşem Sünter’i yeniden keşfetmeye!

Haydi şiire!


Dipnotlar:

1-Behçet Necatigil, books.google.com.tr erişim tarihi: 10.01.2021

2-Sema Uğurcan, dergipark.org.tr erişim tarihi: 10.01.2021

3-Muhteşem Sünter, Polonya’dan Kadınlar  - YAZKO Yayınevi 1983

4-age

5-age

6-age

7-age

8-age

9-age

10-age

11-age

12-age

13-age

14-age

15-age

16-age

17-age

19-age

20-age

21-age

22-age

23-Uğur Kökden, seslerin resmi - Yapı Kredi Yayınları 1995

24-age

25-age

*Başlık sevgili Necatigil’den esindir.

Derkenar: Alıntılardaki kimi, açık yazım yanlışları düzeltilmiş; ancak sözcüklerin ve eklerin özgün yazılışlarına dokunulmamıştır.

Öne Çıkanlar