sinirlenme hakkı

oysa hepimiz öfkenin, sinirlerine hakim olamamamın bir hak olduğunu biliyoruz. toplum erkeklere kadınlar karşısında bu hakkı tepe tepe kullanma iznini veriyor.

bir insan bir televizyon programına ya da bir panele konuk olduğunda ondan mesleği ve adıyla bahsedilir değil mi? siyasal görüşü anılmaz. örneğin bir yayında, alttan geçen bantta, "demokrat gazeteci-yazar…" ya da "sosyalist mühendis…" dendiğini gördünüz mü hiç?

feministlere gelince durum değişir. biz bir panele ya da yayına konuk olduğumuzda adımızın ve mesleğimizin önüne feminist sıfatı gelir, illa ki. "feminist avukat…." veya feminist gazeteci-yazar…." şeklinde. yine şimdi iyi, panellerde moderatörün, yayınlarda sunucunun, kulağıma eğilip, "çok afedersiniz, yanlış anlamayın, sizden feminist olarak söz etmemin mahsuru var mı?" dediği oldu. insan her zulme, her münasebetsizliğe karşı yöntem geliştiriyor. ben de, "övünmek gibi olmasın, evet," "elhamdülillah" falan gibi cevaplar kataloğumdan bir tanesiyle karşılık verirdim.

bir yandan da şunu düşünüyorum. birçok gazeteci-yazar hatta siyasetçi, ömürleri boyunca farklı farklı görüşleri benimseyebiliyor. sosyalistken demokrat olabiliyorlar mesela. yola anarşist çıkıp akp’li olan var; bunu kınayarak söylemiyorum, belli bir tutarlılık içinde değiştiğini, kesinti olmadan aynı hatta yürüdüğünü düşünüyor olabilir.

fakat feministler açısından böyle bir durum yok. bir kadın feminizmi tercih etmesine sebep olan bilinç sıçramasını yaşadıysa bir daha geri dönmüyor. çünkü feminizm onun için fikirlerden bir fikir değil, ayakta hatta hayatta kalmanın, onurunu korumanın, mutlu olmanın yöntemi ve aracı oluyor. (o yüzden kadınlar feminist olabilir, erkekler ancak feminizm yanlısı olabilir, diyoruz. bunu maddeci bakış açısına dayandırıyoruz ve kadın’ı da biyolojik değil toplumsal bir kategori olarak tanımlıyoruz.)

işin yazarlık kısmına dönersek, feminist bir yazarın 25 kasım arifesinde erkek şiddeti üzerine bir yazı yazması gerekir çünkü özel günlerde "gündem" oluşuyor. oysa erkek şiddeti hiç durmuyor. istatistikler her gün bir kadının öldürüldüğü gösteriyor. dayak, işkence gibi, kurbanın hayatının bir biçimde devam ettiği vakaları saymıyorum; duygusal şiddetin istatistiğinin tutulduğunu bile sanmıyorum. bunlar gündem bile değil. eskiden "ahvali adiyeden" denirdi, şimdi "biz ne ara böyle olduk" deniyor, geçiyor.

ama pazartesi 25 kasım, her yerden etkinlik çağrıları geliyor, bir gün olsun, erkek şiddeti, bir kadın akıl almaz biçimde katledilmemişken, gündemin merkezine oturacak ve bir feminist yazar… anladınız işte. bu yazı o yazı…

türkiye’de geriye döndürülemeyecek bir süreç var; kadınlar erkeklerin merkezinde olmadığı, bir erkeğe itaat etmek zorunda kalmadıkları bir hayatın mümkün olduğunu gördü ve kendi hayatlarını bu imkân çerçevesinde değiştiriyor. feminizm ve onun çekirdeğini oluşturduğu kadın kurtuluş hareketi diri kaldığı, sokağı, alanı terk etmediği, gerçek bir toplumsal hareket oluşturduğu için çok övülüyor. ama asıl başarı sebep olduğu bu toplumsal dönüşümdür. bu değişim 1980’li yıllarda kapitalizm içindeki dönüşümden, mesela kadın emeğinin ücretli çalışmasını destekleyen yeni koşullardan güç almıştı. ama -kadın işsizliğinin yükseldiği bugünün koşullarında- bunu sağlayan temel etken hareketin sesi, sözü ve gücü; bunların verdiği ilham ve güven. bunun geriye dönüşü yok. ve her başkaldırı gibi karşısında şiddet yükseliyor. burada ufak bir hatırlatma yapayım; kadınların sömürülmesi ve ezilmesi örneğin işçilerinkinden farklı. özel alanda, evde, kapalı kapılar arkasında cereyan ediyor ve oradaki itiraz da farklı oluyor. bir fabrika dolusu işçi ücretlerini alamadıklarında şalteri indirebilir. ama kadınlar evde tek başına ve cinayetlerin önemli kısmının yakınları olan erkekler tarafından o özel alanda işlendiğini görüyoruz. ölümle sonuçlanmayan şiddet de o alanda.

kadınlar bakışlarını yerden kaldırdı, özgürlük ve eşitlik ışığını gördü, erkeklere ve onların egemenliğini sağlayan düzene karşı bir isyan başlattı, erkek şiddetiyle ilgili, örneğin istanbul sözleşmesi gibi hukuksal araçlar oluşturuldu (bu sözleşmeler uluslararası hareketin kazanımı ama türkiye cumhuriyeti devleti tarafından kabul edilmeleri hareketin başarısı.) birçok feminist hukukçu, bugün yasaların erkek şiddetiyle mücadele açısından yeterli olduğunu ama uygulanmadıklarını söylüyor. yasalar zaten uygulanmıyor diyeceksiniz, haklısınız. ama önce kadınların yararına olan yasalardan vazgeçildi. üstelik bu yasalar değiştirilmeye de çalışılıyor; nafaka, ve tecavüz edenin tecavüz ettiğiyle evlenerek cezadan kurtulması konusunda olduğu gibi.

devletin gücünü arkalarına almak yetmedi, erkekler kadınlara karşı örgütleniyor. ‘karım ücretli çalışmasın, ben de onu döveyim, ona söveyim, hayatı zindan edeyim, boşanmayı başarırsa da çocuklarıma da kendisine de o baksın, istediğim zaman onun evine gidip şiddete devam edeyim,’ gibi talepleri var.

şiddete sadece ekonomik zorunluluktan katlanılmıyor, flört olağanlaştıkça flört şiddetinin de arttığını görüyoruz. özellikle ailelerinin haberi olmadan bir erkekle flört eden kadınlar, şiddeti şikâyet etmeye çekiniyor. ailelerindeki -ki patriyarkanın temel kurumudur- muhafazakârlık onları, aralarında herhangi bir hukuki, ekonomik bağ olmayan erkekler karşısında da korunmasız bırakıyor.

bir de şu var; erkeklerin sevgisi, şiddeti içeriyor. kadınların sevgisi affetmeyi. ve bu fıtrat değil.

sokakları, işyerlerini, özgürlüğü terk etmeyeceğiz, yasaları uygulatacak, daha iyilerini oluşturacağız. ama dünyayı değiştirmek için o ideolojik kalıbı da değiştirmemiz gerekiyor; affetmeyeceğiz! aynı yastığa baş koyduklarımızı, kalbimizi hoplatanları affetmemeyi öğreneceğiz. sadece onları da değil, çocukken birlikte oynadığımız ağabeyleri, kardeşleri, hatta babalarımızı da affetmeyeceğiz. aile içi cinsel taciz gibi ağır vakalar yüzünden değil sadece, bize el kaldırdıkları, hakaret ettikleri için de.

bu yazının okurları arasında, hemcinslerinin her yaptığından olmasa bile şiddetinden rahatsız olanlar vardır. bunların oluşturduğu kümeyle, kadınların ne yapması gerektiğine dair akıl verenler kümesinin kesişim alanının epeyce büyük olması ihtimali yüksek. izninizle, onlara başka bir öneride bulunmak istiyorum.

erkeklerin, şiddet konusunda en sık başvurdukları bahane sinirlenme. kimisi sonradan pişman olsa da, sinirlerine hakim olamıyorlar!

oysa hepimiz öfkenin, sinirlerine hakim olamamamın bir hak olduğunu biliyoruz. toplum erkeklere kadınlar karşısında bu hakkı tepe tepe kullanma iznini veriyor. ama örneğin patron ya da müdür karşısında sinirlerine hakim olmama hakkını tanımıyor; bunu yapmak isterseniz mücadele etmeniz gerekiyor. öfke, denetlenemeyen bir şey değil, bal gibi denetlenir. erkekler de gerektiğinde sinirlerine hakim olabiliyor, kadınlar karşısında sinirlenme hakkını kullanıyorlar ve bu haktan vazgeçmeleri gerekiyor! tabii başta, erkek şiddetine karşı olan erkeklerin. sadece tek bir kadın karşısında sinirlenme hakkından söz etmiyorum. sinirlenip pipinizin işin içine karıştığı küfürler kullanmayacaksınız mesela. çünkü o "temsil" bir gün gerçek olabiliyor. sinirlenip sesinizi yükseltmeyeceksiniz, her ne sebeple, her kim olursa olursa olsun sinirlenip bir kadına tehditkâr davranmayacaksınız; ona kavga etmeyi öğretmeyen toplum size şiddeti öğretti, bu avantajdan yararlanmayacaksınız, erkek olduğunuz için size sunulan hiçbir avantajdan yararlanmayacaksınız,

evet, özel olan politik, sizinki dahil.

çünkü dünya değişecekse, o süreçte sinirlenme hakkı bizim! söke söke alıyoruz, sırası geldiğinde tarihin çöplüğüne biz atacağız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi