‘Sıcak Külleri Kaldı’!

Sıcak Külleri Kaldı’da romanın dört kahramanı tarafından temsil edilen üç temel sınıfı, bu sınıflar arasındaki ilişkileri ve mücadeleyi görüyoruz.

Oya Baydar’ın büyük romanının başlığını, hem tutkulu bir aşktan hem de 30 yıllık çetin bir toplumsal mücadeleden geriye kalan sıcak küller olarak okuyabilirsiniz (Oya Baydar, Sıcak Külleri Kaldı, Can, 2000).

Marx’ın, toplumların gelişmesinin temelinde sınıf mücadelesinin yattığı saptaması, çağların en büyük düşünsel devrimidir. O zamandan beri, yalnız Marksistler değil, bu konulara kafa yoran herkes, toplumsal çatışma ve gelişmeleri sınıf mücadelesi perspektifiyle anlamlandırmaktadır.

Türkiye edebiyatında, özellikle son elli yıldır yaşanan toplumsal çalkantıların geri planındaki sınıfları ve sınıf mücadelelerini, kaba saba bir "toplumsal gerçekçilik"le değil, büyük bir edebi derinlikle ortaya koyan yazarlar ve romanlar vardır. Kanımca, bu yazarların en önde gelenlerinden biri, öykü ve romanları bireyden yola çıktığı için, belki ilk elde tahmin edemeyeceğiniz bir yazardır: Demir Özlü.

Daha önceki bir makalemde de belirttiğim, Demir Özlü’nün, Türkiye’nin 1960’lı yıllarını konu alan Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları; Bir Uzun Sonbahar ve Bir Yaz Mevsimi Romansı adlı üç romanını (Üç Roman, YKY, 2013), "Demir Özlü’nün Romanlarında, Entelijansiya, Sınıflar ve Toplumsal Mücadele" başlığı altında inceleyen 30 sayfalık bir edebiyat-sosyolojisi çalışmasını yeni bitirdim. Demir Özlü’nün romanlarıyla aynı kalibrede olan Oya Baydar’ın sözü geçen romanı ile ilgili notlarım ise, aynı edebiyat-sosyolojisi dizisinin ikinci yazısı olarak yazılmaya hazır bekliyor. Onların ardından Pınar Kür’ün Yarın Yarın (Can, 1985); Ömer Madra’nın Romanımla Sana Bir Ses… (Remzi, 1991); ve Mahir Öztaş’ın Koparıldığımız Topraklar (YKY, 2009) romanlarının incelenmesi gelecek.

Bu çalışmadan mekanik teorik sonuçlar beklememek gerektiğini şimdiden belirteyim.

Sınıflar

Sıcak Külleri Kaldı’da (bundan sonra SKK olarak geçecek), romanın dört kahramanı tarafından temsil edilen üç temel sınıfı, bu sınıflar arasındaki ilişkileri ve mücadeleyi görüyoruz: Arın Murat, burjuvaziyi; Ülkü Öztürk ve Ömer Ulaş, orta sınıfı (middle class); Mehmet İliç, işçi sınıfını temsil eder. Gerçi, Ülkü Öztürk’le Ömer Ulaş arasında da bazı önemli farklılıklar göze çarpar. Ülkü Öztürk, orta sınıfın entelijansiya katmanını, Ömer Ulaş ise, orta sınıfın daha iş kotarıcı kesimi olan serbest meslek sahipleri (öğretmen, avukat, doktor, muhasebeci vb.) katmanından çıkan parti (romanda Türkiye Komünist Partisi –TKP-) aktivistlerini temsil ederler. İlerde göreceğimiz gibi, bu ayrıntı çok önemlidir. Ülkü Öztürk, bağımsızlığına ve bireysel özgürlüğüne düşkünlüğü ve romantizmiyle TKP’nin ancak kıyılarında barınabilirken, uzunca bir dönem kocası da olan Ömer Ulaş, iş bitirici soğukkanlılığıyla ve akılcılığıyla (duvarın yıkılmasıyla bireysel yıkımıyla da) partinin önder kadrosu olarak biçilmiş kaftandır.

Sınıflar ve Mekânlar

Belirttiğim özelliklerinden dolayı Ülkü Öztürk, iki temel sınıf, burjuvazi ile proletarya arasındaki sıkışmışlığını, örgüt adamı ve akılcı Ömer Ulaş’tan daha güçlü bir şekilde hisseder: "Yalnızım, diye düşündü. Yalnız ve yabancı. Arın’a olduğu kadar Mehmet’e de. Teşvikiye’deki apartmana olduğu kadar Zeytinburnu’ndaki gecekonduya da." (SKK, s. 133). "Mehmet’lerle Zeytinburnu’ndaki gecekonduda, paramız varsa eğer Kumkapı’daki Agop’ta… arabeskin habercisi Veremli Kız şarkısının onuncu defa çalındığı… iki üç salaş masalık garip kahvede… Arın’la Yeniköy’deki yalıda, Teşvikiye’deki apartmanda, Adalar’daki köşkte, Markiz’de, Divan’da, Park Otel’de. 1960 sonlarının iki İstanbul’unun, iki Türkiye’sinin bir o yanında, bir bu yanında. İkisi arasında kararsız, dengesiz, seçmesizdim" diye düşünür Ülkü (SKK, s. 135).

Sınıfsal yabancılaşma, mekânlardan yola çıkılarak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

Bireyler, Sınıflarını Sırtlarında Taşır

Ülkü’nün âşık olduğu, hariciye bürokratı Arın Murat’ın aile geçmişi, annesi ile babasının bir araya gelişi, burjuvaziyle aristokrasisinin evliliğini temsil eder. Arın Murat’ın annesinin "Soyu Osmanlı sarayına, daha öncesi Balkan aristokrasisine" dayanmaktadır. Baba tarafı ise ticaretten gelmektedir. "Tüccarzadeler" diye bilinmektedirler (SKK, s. 147). Arın Murat, sırtında bu sınıfsal geçmişi taşır. Ve sınıfının devleti günün birinde onu sırtından vurup öldürür. Burjuvazinin kendi devletine karşı getirdiği onca yasal kısıtlama ve önlemler bile devletin gizli aygıtlarının bu eylemini önleyemez.

Uyuyan ve Acı Çeken Dev: İşçi Sınıfı

Bütün roman boyunca, Ülkü ile Arın Murat arasında, büyük bir aşkla birlikte bir sınıf çatışması da yaşanır. Bu çatışmanın geri planında Türkiye’deki sınıf çatışması vardır. İşçi sınıfından gelen atılgan bir devrimci genç olan ve Ülkü’ye gizliden gizliye ilgi duyan Mehmet İliç, bu çatışmada, kişisel planda etkili bir figür olarak ortaya çıkamaz. Aynı, mensubu olduğu işçi sınıfı gibi.

İşçi sınıfı büyük, güçlü bir sınıftır. Bazen, Rusya’da, 1917 Şubat’ında ya da yakından bildiğimiz bir örnek olarak, Türkiye’de, 15-16 Haziran 1970’de olduğu gibi, yıkıcı patlamalarla kendi varlığını ortaya koyabilir ama dalga geri çekildikten sonra yeniden "ebedi uykusuna" döner. O, acı çeken ve uyuyan bir devdir. Toplumsal olaylarda uzun erimli olarak aktif yer alma yeteneğine sahip değildir. Eğitimsizdir, kültürsüzdür. Hayatını idame ettirme çabası, zamanının çoğunu almaktadır. İstikrarlı bir örgütlü çalışma yürütememektedir. En fazla sendikal çalışmalara katılabilmektedir. Sendikaların o günkü seviyesiyle de toplumsal mücadele alanında kalıcı bir varlık göstermesi hayli zordur.

"İşçi sınıfı örgütü" adına konuştuğunu ileri süren Ömer Ulaş, Ülkü ile yeni yeni samimi olmaya başladıkları bir evrede işçiler için şöyle der: "Onları çok iyi tanırım, kaybedebileceğiniz tek şey zincirleriniz olunca zincirlerinizi bile kaybetmekten korkarsınız." (SKK, s. 180). Ülkü onu doğrulayarak benzer bir örnek verir. Okuduğu bir romanda, oğlu tarafından mücadeleden yan çizmekle eleştirilen bir maden işçisi, "kaybedecek neyin var?" diye soran oğluna, "işim ve gündeliğim" cevabını verir (SKK, s. 180) Bugünkü koşullarda buna banka kredisi borcunu da eklemek gerekir sanırım.

Lenin, yanlış hatırlamıyorsam, Bir Adım İleri İki Adım Geri kitabında, işçi sınıfının kendisi olarak ancak ekonomik mücadele verebileceğini ve sendikal bilince ulaşabileceğini söylemiş, buradan hareketle "işçilere bilinci dışardan taşıyacak" "öncü parti" fikrini geliştirmişti. Elbette bu, sonuç olarak, işçi sınıfını, sınıfın dışındaki bir örgütün vesayeti altına alma teorisiydi ama bir noktada doğru bir saptama yapıyordu. İşçiler gerçekten de kendileri olarak ancak sendikal bilince ulaşabilirlerdi. Eee ne var bunda? Herkes kendine lazım olan bilinci edinir. Demek ki işçi sınıfı, içgüdüsel bir şekilde, sendikal bilincin ötesine gitmek istememiş, siyasal alanın kendi sınıfsal durumuna uygun bir alan olmadığını tespit etmiş. Zaten İspanya’da kendini kitlesel işçi gücü olarak ortaya koyan anarko-sendikalizm de (CNT) buradan çıkmıştır.

Siyasal ve Toplumsal Mücadelenin Aktif Unsuru: Orta Sınıf

Ömer Ulaş’ın dahil olduğu orta sınıf aktivistleri öyle midir ya? Bunlar çok hareketli bir kesimdir. Eğitimleri vardır. Belli bir kültür düzeyine erişmişlerdir. Bu konuda burjuvaziyle boy ölçüşebilmekte, hatta zaman zaman onu küçükseyecek ölçüde bir kültür ve bilinç düzeyine ulaşabilmektedirler. Örgütleri, işçi sendikaları gibi salt ekonomik mücadeleyle kısıtlanmamıştır. Tam tersine, bütün varlıklarıyla katıldıkları örgütleri iktidarı talep etmektedir. Üstelik enternasyonal bağlara sahip bir örgüttür bu. Ömer, "… merkezi yönetim, bir de arkanda uluslararası hareket olmadıkça, istediğin kadar kahraman ol, iktidara da zafere de ulaşamazsın" der (SKK, s. 210).

Oya Baydar’ın romanında orta sınıfın iktidar hırsına sık sık değinilir. Çok önemli bir noktadır bu. Orta sınıfın özellikle avukat, öğretmen, memur, doktor, sigortacı, muhasebeci vb. gibi serbest meslek sahibi kesimi iktidara tırmanmak için büyük bir ihtirasa sahiptir (Bkz: Artı Gerçek’teki "Küçük Burjuva Aydını" yazısı)

Orta sınıfın, burjuva düzeninde böyle bir iktidara kavuşma şansı son derece azdır, ulaşsa bile yine en üstteki burjuvazinin ağırlığını hissetmeye devam edecektir. Oysa kapitalist düzenin çarklarını çevirme yeteneğine burjuvaziden daha fazla sahip olduğunu görmektedir bu kesim. Eğitimi vardır, kültürü burjuvaziden hiç de az değildir, devlet yönetme tecrübesi bile burjuvaziden fazladır, çünkü düzenin pratik işlerini zaten o yürütmektedir. Dolayısıyla burjuvaziden eksiği yok fazlası vardır. Bütün bunlar iktidarı ele geçirme hırsını daha da körükler. O halde neden devletin bütününü ele geçirip asalak burjuvaziyi sırtından atmasındır.

İşçi sınıfının tersine, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan bu orta sınıf, 20. yüzyılın başından beri büyük bir uluslararası desteğe sahiptir: Sovyetler Birliği. Bu yüzden, ona bütün varlığıyla bağlanmıştır, onun talimatlarının dışına çıkmak aklının köşesinden bile geçmez. "1981 Mayıs’ında başlayan geniş çaplı tutuklamalar ‘Bize dokunmazlar, Sovyetler izin vermez’ rehaveti içindeki partiyi sarsmış ama siyasal hat değişmemişti." (SKK, s. 103)

Orta sınıfın iktidar hırsına ve bu uğurdaki kararlığına bakarak, bu sınıfın işçi sınıfından daha "devrimci" bir sınıf olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda "proletarya diktatörlüğü" ya da "işçi sınıfı iktidarı" denen şeyin, orta sınıfın, iktidara hamle yapabilmek için işçi sınıfı gibi temel bir sınıfın sırtından yaptığı bir kurgu olduğunu da. Ömer Ulaş’ın arkadaşı, muhalif entelektüel Falin’in dediği gibi, "İktidar işçi sınıfının değil, onun adına yola çıkmış olan kurtarıcıların, öncülerin elindeydi… Proletarya diktatörlüğünden proletaryayı çıkarınca geriye diktatörlük kaldı" (SKK, s. 257). İşçi sınıfı, yıkıcılık misyonunu ani patlamalarla yerine getirebiliyor ama sıra uzun erimli bir iş olan kuruculuk misyonuna gelince yerini, iktidar ve yönetme hırsına sahip orta sınıf aktivistlerinden oluşan parti iktidarına bırakıyordu. (SKK, s. 200).

20. yüzyılda cereyan eden "sosyalizm-kapitalizm" çekişmesinin sıcak küllerini eşeleğimiz zaman geriye yıpranmış bir kapitalist düzenle, yıkık ve umutsuz orta sınıfın, Lenin ve 1917 Ekim nostaljisinden başka bir şey kalmadığını görürüz. Duvar, dünya işçi sınıfının değil, dünya orta sınıfının üstüne çökmüştür.

Bu noktada notlarımı topluyorum. Daha etraflı tahliller, belki de kitap olacak bir çalışmanın "Sıcak Külleri Kaldı" bölümünde yer alacak.

 


Gün Zileli

www.gunzileli.net

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi