Osmanlı Engizisyonu: Kızılbaş kıyımları

Osmanlı Engizisyonu: Kızılbaş kıyımları
Kızılbaş toplulukların kıyıma uğramasının sebebi, egemen dini ve mezhepsel düşünceden farklı aidiyetlerinin olmasından ziyade, o aidiyetin temelini oluşturan değerler dünyasıdır.

Emre ERGÜL


Kendisini ‘’İslam devleti’’ diye tanımlayan topluluklar, sınırları içerisinde yaşayan farklı etnik, mezhepsel ve dini aidiyete mensup halklar için ülkelerinde sürekli bir özgürlük ortamı olduğunu söyleyip Avrupa’yı engizisyon mahkemeleri yüzünden yererken, kendilerini ise yüceltmektedirler. Bu yüceltmenin en bariz ve göz boyayıcı örneğini ise resmi tarih yazıcıları tarafından ‘’Osmanlı Hoşgörüsü’’ adı altında çeşitli rivayetlerle propaganda edilen durum göstermektedir. Resmi tarih yazıcılarının iddia ettiğinin aksine Osmanlı’da hiçbir zaman safiyane bir şekilde bir devlet politikası bağlamında hoşgörü ortamı olmamıştır. Osmanlı’nın sözde hoşgörü tutumuyla ilgili rivayetler incelendiğinde, bu hoşgörünün daha çok gayrimüslimlere yönelik olduğu göze çarpmaktadır. Gayrimüslimlere yönelik ileri sürülen bu hoşgörü aslında haraca bağlı bedelli hoşgörüden başka bir şey değildir. Haraç, cizye, ispence, avariz gibi vergiler, gayrimüslimlerden Müslüman reayaya göre kat be kat fazla alınmakta, vermeyenler ise acımasızca katledilmekteydi. Bununla beraber Osmanlı’da gayrimüslim tebaaya yönelik ötekileştirici politikaların da izlendiği dönemin belgelerinde açıkça göze çarpmaktadır. Aslında ‘’hoşgörü’’ diye lanse edilen şey, insani bağlamdan ziyade çıkar temeline dayanan ve ‘’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’’ anlayışı bağlamında tezahür eden bir devlet politikasıydı. Hoşgörünün hiçbir biçimine maruz kalamayanlar ise egemen Sünni düşüncenin dışında kalan farklı din ve mezhep yorumlarını benimseyen topluluklardı. Bu konuda ‘’hoşgörü’’ rivayetlerinin yerini, katliam, talan ve sürgün politikalarına dair arşiv belgeleri almaktadır.

Kuruluş yıllarında Horasan Erenleri’nden gelen ilkel komünal-toplumcu ve özgürlükçü anlayışı bir kenara bırakırsak, Osmanlı’nın egemen Sünni düşüncenin dışındaki farklı din ve mezhep yorumlarına karşı baskıcı, asimile edici ve ötekileştirici politikalar izlediği aşikârdır. Bu politikaların izlenmesinde hiç şüphesiz Sünniliğin bir devlet politikası haline gelmesinin büyük etkisi olmuştur. Bu sindirme politikalarına en fazla maruz kalan topluluklar ise Kızılbaş-Alevi Türkmen topluluklar olmuştur. Kızılbaş toplulukların kıyıma uğramasının sebebi, egemen dini ve mezhepsel düşünceden farklı dini ve mezhepsel aidiyetlerinin olmasından ziyade, o aidiyetin temelini oluşturan değerler dünyasıdır. İdeolojilerin olmadığı dönemlerde ezilen geniş halk kitleleri kendi propagandalarını ve anlayışlarını sınıf mücadeleleri tarihinin devrimci duruşları olan ‘’heterodoks mezhep ‘’ kisvesi altında ifade etmekteydiler. Tam bu noktada Friedrich Engels’in şu saptamasını hatırlamakta fayda var:

"Feodalizme karşı devrimci muhalefet; tüm Orta Çağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde göstermiştir... Hatta 16. yüzyılın din savaşları adı verilen durumlarda bile, her şeyden önce çok ciddi sınıf çıkarları söz konusudur... Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır..."

Hiç şüphesiz Kızılbaş topluluklar da tarihin her döneminde haksızlığa, baskıya, sömürüye, zorbalığa, talana karşı mücadele edip; adalete, eşitlik ve paylaşıma dayalı bir rıza toplumu istemişlerdir. Bu isteklerini de o dönem ezilen halk kitlelerinin kendisini ifade biçimi olan Ehlibeyt ve Kerbela tandanslı motiflerle dile getirmişlerdir. Bu bağlamıyla Anadolu Kızılbaş-Alevi konargöçer ve yarı göçebe toplumu, Osmanlı yönetiminin yerleştirme hareketleri ve sosyo-ekonomik darboğaz, haraç ve talan anlayışına karşın mistik ve senkretik bir dini, siyasi ve sosyo kültürel harekettir.

Kerbela’dan bu yana, bozuk düzene karşın söz söyleyen ve eylemde bulunan Kızılbaş-Alevi toplumuna karşın Osmanlı’da baskı ve sindirme politikaları, II. Bayezid’in son döneminden itibaren başlayıp Yavuz Sultan Selim döneminde düzenli ve sistematik bir hale gelmiştir. 1514’te Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim arasında olan Çaldıran Savaşı ve 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesiyle başlayıp Bektaşi Tekkeleri’nin kapatılmasıyla devam eden süreç Anadolu Kızılbaş-Aleviliği’ndeki en büyük iki kırılma ve kıyım noktasını oluşturmaktadır.

1511 tarihinde yoksulluk, baskı ve ağır vergi yüklerine karşın Şah Kulu Ayaklanmasıyla başlayan Kızılbaş-Alevi halk direnişleri, 1512 Nur Ali Halife, 1518 Bozoklu Şah Celal, 1519 Şah Veli, 1526 Baba Zünnun, 1527 Zünnünoğlu Halil ve 1527’de gerçekleşen Kalender Çelebi Ayaklanmasıyla zirve noktaya ulaşır. Anadolu’daki Kızılbaş-Alevi toplumlarının en büyük direnişi olan Kalender Çelebi Ayaklanması, Osmanlı’yı derinden sarsmıştır.

Osmanlı yönetimi, bu halk ayaklanmalarına karşı yaptığı kıyımlara fetvalar aracılığıyla dinsel bir ruhsat kazandırmıştır. Osmanlı arşiv kayıtlarında bu konudaki en eski fetva II. Bayezid döneminden Sarı Görez Müftü Hamza’ya aittir:

‘’Müslümanlar bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebiloğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını, sünnetini, İslam dinini, din ilmini, iyiyi ve doğruyu beyan eden Kuran'ı küçük gördüler. Yüce Tanrı'nın yasakladığı günahlara helal gözü ile baktılar. Kutsal Kuran'ı, öteki din kitaplarını tahkir ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Bu topluluğu dağıtmak bütün Müslümanların ana vazifesidir. Bu topluluğun durumu kâfirlerin durumundan daha kötüdür. Bunların avladıkları hayvanlar murdar, evlilikleri muteber değildir. Bu topluluk hem kâfir hem de kötülük yapmaktadır. Bu iki sebepten öldürülmeleri ve topluluklarını dağıtmak vacip ve farzdır.’’

Bu ve benzeri fetvalar, Yavuz ve Kanuni dönemi şeyhülislamları Ebussuud ve İbn-i Kemal’de de görülmektedir:

‘’Kızılbaş’ın katli vaciptir. Bu taifenin öldürülmesi, kâfir öldürmekten daha mühimdir. Kızılbaş öldürülmesi, kâfir öldürülmesinden daha sevaptır.’’ "Kızılbaş tâifesinin şer’ân kıtâli helâl olup, katl eden gâzi ve Kızılbaş tâifesinin ellerinde maktul olanlar şehid olurlar mı? Elcevap: Olur gazâ-i ekber ve şehâdet-i azimedir (En kutsal savaş ve en ulu şehitliktir) ." şeklinde fetva vermişlerdir.

Bununla beraber Yavuz Sultan Selim’in engizisyon mahkemelerinin de vahşetini aşan divan kararı şöyledir:

‘’ Sapkınlar topluluğunun, fesatlık ve yaramazlığı, dinsizlik ve zındıklık gösterileri öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, sakınılması gereken namus yerlerini helal sayan, değerli kişilerin kanlarını dökmekten sakınmayan, mescit ve tapınakları yıkan, türbe ve kabirleri yıkan, uluğ sahabelerin temiz torunlarına küfürler saçan, fıska sevgi gösteren… Bunların avladıkları hayvanlar murdar, evlilikleri muteber değildir. Bu topluluk hem kâfir hem de kötülük yapmaktadır. Bu iki sebepten öldürülmeleri ve topluluklarını dağıtmak vacip ve farzdır.’’

Yavuz Sultan Selim bu kararlar ve fetvalarla beraber Anadolu’da ciddi bir Alevi-Kızılbaş tahkikatı başlatmış, Kızılbaş olanlar işbirlikçi muhbirler ve devlet görevlileri tarafından defterlere kaydedilmiş ve bu defterlere yazılanların ‘’defterleri dürülmüş’’tür. ‘’Defterini dürmek’’ tabiri de, Kızılbaşlara yönelik bu fişlemeler ve katliamlardan günümüze kalmıştır.

Bu durum, Yavuz Sultan Selim döneminin defterlarından Ebu’l-Fadl Mehmed Efendi Selimşâhnâme’sinde şöyle geçmektedir:

"Her şeyi bilen Sultan, o kavmin (Kızılbaş) etbâinı kısım kısım ve isim isim yazmak üzere, memleketin her tarafına bilgiç kâtipler gönderdi; yedi yaşından yetmiş yaşına kadar olanların defteri divâna getirilmek üzere emredildi; getirilen defterlere nazaran, ihtiyar genç kırk bin kişi yazılmıştı; ondan sonra memleketin hâkimlerine memurlar defterler getirdiler; bunların gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak, bu memleketlerdeki maktüllerin adedi kırk bini geçti."

Bu ve benzeri fetva ve kararların yüzlercesine rastlamakla beraber, Osmanlı arşiv kayıtlarında Kızılbaş-Alevi topluluklara yönelik temelde şu suçlamalar yöneltilmiştir:

1. Kızılbaş, Rafizi, Hurufi olup dinsiz olmak

2. Namaz kılmamak, Ramazan orucu tutmamak

3. Saz çalıp semah dönmek ve cem yapmak

4. Yunus Emre’den deyişler söylemek

5. Şarap İçmek

6. Ebubekir, Ömer ve Osman isimlerini çocuklarına vermemek ve bu sahabeleri sevmemek

7. Törenlerde kadın ve erkek bir arada bulunmak

8. Safevilere ve Şah İsmail’e sempati duymak

9. ‘’Mehdi zaman gelecek’’ demek.

10. Hallac-ı Mansur’un haksız yere katledildiğini söylemek

11. Kur’an-ı Kerim’i ateşe atmak

Osmanlı Engizisyonu bu tarz ithamlar için sürgün etmekten katletmeye kadar çeşitli cezalar uygulamıştır. Osmanlı'da birisi eğer Kızılbaş olarak fişlenmişse hakkında öncelikle düzmece suçlar uydurulmuş, daha sonra toplumsal statüsüne göre çeşitli cezalar verilmiştir. Bu cezalar; Kızılırmak’ta boğdurmak, ateşe atmak, taşlayarak öldürmek (recm etmek), kürek cezasına çarptırmak, idam, hapis, sürgün ya da mallara el koymaktı. Kızılbaşlar fişlenip yakalanırken halkın galeyana gelmemesi ve geniş çaplı ayaklanmaların olmaması için çeşitli uydurma suçların isnat edilip, "Hakkınızda şikâyet var yol kesmiş, adam öldürmüş, hırsızlık ve eşkıyalık yapmışsınız." denilerek yakalanmış ve katledilmişlerdir. Bununla beraber Osmanlı’nın geniş çapta bölgesel fişlemeler yaptığı Sivas, Amasya, Tokat ve Çorum bölgelerinde yaşayan halkın çoğunun "Kızılbaş-Dinsiz" olduğu bunların içinden Safevilere sempati duyan ve onlarla ilişkileri olanların bir şekilde ele geçirilip uydurma bir suç isnat edilerek öldürülmeleri gerektiği emredilmektedir.

Sonuç:

Arşiv belgelerinden de anlaşılacağı üzere Kerbala’dan başlayıp Madımak’a kadar uzanan katliamlar, fişlemeler ve Kızılbaşlara ait evlerin işaretlenmesi silsilesi "Bir avuç kendini bilmezin yaptığı bir iş, dış güç oyunu ya da provokasyon" değildir. Kendi mahallesi ve ideolojisiyle yüzleşemeyenler için bu engizisyon ve katliamlar, yavuz hırsız, ev sahibini bastırır misali ‘’provokasyon’’ olmaktan öteye geçememektedir.

Kızılbaş Alevi toplumuna yönelik tarihten günümüze değin uygulanan bu engizisyon, teolojik, ekonomi politik, sosyal ve tarihsel kökenleri olan etmenlerin doğurduğu bir sonuçtur. Bu katliamlar, Kerbela sonrası siyasi gelişmelerin, Sünni Saltanat İdeolojisi'nin tek tipçi anlayışının, göçebe heterodoks topluluklar ile yerleşik ortodoks topluluklar arasındaki ideolojik ve kültürel uyuşmazlıkların, Osmanlı resmi ideolojisinde Kızılbaşların "zındık", "mülhid", "kafir" ve "düşman" diye tanımlanmasının, dönemin şeyhülislamlarının "Kızılbaşlar'ın öldürülmesi ve topluluklarının dağıtılması tüm Müslümanlara vacip ve farzdır. Bu grubun öldürülmesi kâfir öldürmekten daha sevaptır." şeklindeki fetvalarının, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Kızılbaşlara yönelik baskıcı, asimile edici ve düzen içinde tutmaya yönelik çabalarının ve bunun sonucu gelişen bir bilincin kitlesel tarzda dışa vurumunun bir sonucudur. Fatih binlerce Hurufi’yi çukurlara doldurup diri diri yakarken, ya da Madımak’ta canlar diri diri yakılarak katledilirken arkadan gelen ‘’Allahuekber’’ nidaları ve ‘’Zafer İslam’ın, bu ateş Allah’ın ateşi, kafirlere ölüm’’ sloganlarının herhangi bir temeli olmayan bir tesadüf ya da provokasyon sonucu olduğunu kim iddia edebilir ki? Her şey gözümüzün önünde olup bitmektedir. Bu gerçek kavranmadığı müddetçe katliamlara katliam diyememe ve gerçekle yüzleşememe gafleti gösterilebilmektedir. Bu tarz açıklamalar gerçeği sümen altı etmekten ve hakikatle yüzleşememekten başka bir sonuca ulaştırmamaktadır. Onlar;

‘’Samah dönerlerdi, turnalar gibi… Doğaya, ağaca, çiçeğe dağa, taşa, uçan kuşa, akan suya niyaz ederlerdi. Yiğitlik, özüyle gelmekti meydana, diziyle değil. Mertlik, paylaşım, korumak, kollamak insan olmanın temeliydi. Acıtmayı, incitmeyi suç sayarlardı. Rızasız lokma yenmez, çiğ söz olmazdı dünyalarında… Destursuz dost bağına girilmezdi. Bir tek özünü dara çekince eğilirdi başları, haksızlık karşısında asla eğilmezdi. Ol sebepten o kadar acılar yaşadılar ki… Tükenmez efkâra düştüler, dertlerini rüzgâra dediler. Gönüllerine kış düşmedi, hüzün düştü yüzlerine, derin gölgeler gibi… Bir hüzünlü öyküdür bu, gelenin ve gidenin öyküsü.’’ (1)


Kaynakça:

1-Refik, Ahmet, On Altıncı Asırda Rafızîlik ve Bektaşilik, La Kitap, Ankara, 2017.

2-Avcı, Ali Haydar, Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal ve Bütün Deyişleri, La Kitap, Ankara, 2016.

3-Savaş, Saim, 16. Asırda Anadolu’da Alevilik, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2013.

4-Maden, Fahri, Bektaşi Tekkelerinin Kapatılması (1826), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2013.

5-Yıldırım, Ali, Osmanlı Engizisyonu, Öteki Yayınevi, Ankara, 1996.

6- Öztürk, Yaşar Nuri, Tarihi Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut, İstanbul, 2013.

7- Melikoff, Irène, Uyur İdik Uyardılar, Demos Yayınları, Çeviren: Turan Alptekin, İstanbul, 2015.

Dipnotlar:

( 1) Ali Haydar Avcı, Tarih-Kültür-Kimlik/Tarihe Öte Yüzünden Bakmak.

Öne Çıkanlar