Kontrolü kaybetmek

Her şeyin monte edildiği kavramlarla hareket ediliyor son yıllarda.

Yabancısı olmadığımız, ancak artma hızı ve dozunun çok yükseldiği bir sindirme, korkutma ve el atılanın içinin boşaltıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bir edebiyat insanı olarak baktığımda, küfrün ve sert sözlerin havalarda uçuştuğu, dilin agresifleştiği ve daha çok lince dönüştüğü bir atmosferi gözlemekle kalmayıp, yaşıyorum da. Sadece ben değil, herkes de bu atmosferi soluduğuna göre, yüzlerimizde maske olsa da tıkanıyor, bunalıyor, geriliyoruz.

İyi diye bir şey kalmadı. Her şeyin monte edildiği kavramlarla hareket ediliyor son yıllarda. Milliyetçilik ve din ile insanlar bir anda vatan haini, terörist olabiliyor. Ya da dini değerlere saldırganlıkla suçlanabiliyor. Hızı gittikçe artan bir fırtına, hortumla birlikte önüne geçen herkesi yıkıp geçiyor. Gazete Pencere’nin pazar sayfalarında Tayfun Atay bu durumu ‘Amok koşusu’ olarak yorumluyor. Gücün büyüsü bozulunca, dilin de yaşam akışının da ritmi bozuluyor ne yazık ki. O zaman devreye ‘Amok koşusu ve koşucuları’ giriyor. Stefan Zweıg’in Amok Koşucusu romanı bana göre onun en iyi romanıdır. Kibirli hastasına bakmayı kabul etmeyen ve sonrasında pişmanlık duyan bir doktorun vicdani diyebileceğimiz bir takibini okuruz. "Lakin o andan itibaren, içimde bir şey hummaya dönüştü... kontrolümü kaybettim... Aslında, yaptığım her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu biliyordum ama artık kendi üzerimde tesirim yoktu... Kendimi artık anlamıyordum. Amacım uğrunda takıntılı bir şekilde ileriye doğru koşuyordum."*

Elbette Amok koşusunun ne olduğundan ziyade nelere yol açtığını bilmek gerekiyor. Tayfun Atay Amok koşusu için; "derinden derine intihar motif ve motivasyonunu içinde barındıran bir patoloji, kimilerine göre ‘sosyopati’ bu." diyor. Zweig de romanında, "Ölümsüz, manasız bir saplantının, alkol zehirlenmesiyle mukayese edilmeyecek bir ölçüde krize dönüşmesi hali" olarak anlatıyor.

Hem Tayfun Atay’ın yazısından, hem de Zweig’in romanından aldığım küçük bir alıntı bile çok şey anlatıyor. Kriz hallerinde siyaset kurumu aralıksız konuşmaya başlıyor, o sırada önünde kim varsa birer hedef ve kurtulabilene aşk olsun. Amok koşusuna başlayanlar kendi çaresizliklerini, çözüm üretememelerini başkalarına zarar verecek boyuta taşıyorlar. Sonuçta kendileri de bu koşunun en çok zarar göreni oluyorlar. Bir intihar koşusu bu ve koşunun sonunda sağ kalanlar neler yaptıklarını anımsamıyorlar bile.  

Kontrolün kaybedilmesi durumlarında yönetenlerin ellerinde önemli bir ayrıntı olarak durur milliyetçilik ve din. Bazen biri diğerinin önüne geçse de yeniden biçimlendirilerek tekrar tekrar sunulur. Kürtler ve Ermeniler kartı işlemeyince kadınlar, onlar işlemeyince bekar evleri, onlar işlemeyince akademisyenler, sonra sivil toplum kurumları, sonra ağaçlar, yeşil alanlar, sonra LGBTİ ve şimdi de öğrenciler üzerinden devam ediyor. Aslında dünyanın her yerinde böyle şeyler var. Ancak ‘ileri demokrasi’lerde öyle yoğun ve sık sık ortaya çıkmıyor milliyetçilik ve din kavramı. Özel durumlarda, saklanılan yerden çıkarılıyor ve işi bitince yeniden oraya kaldırılıyor. Bizde ise siyaset kurumunun katkılarıyla artan dozda aralıksız devam ediyor ve her zaman dışarıda ve tetiktedir. Televizyonda herhangi bir kanalı açan vatandaş, sabahtan akşama bu söylemleri mutlaka duyacaktır. Biz ve ötekiler... Biz yaptık, bizi kıskanıyorlar, bizi yok etmek istiyorlar, biz öyle bir milletiz ki tarihimiz kahramanlıklarla doludur. Bittiğini düşündüğümüz anda yeniden yeniden başlatılıyor. Sanırım siyaset kurumunun işi biraz da bu. Her gün ısrarla konuşmak ve gündemi böyle sıcak tutarak, istedikleri gibi belirlemek.

Şimdi de Boğaziçi Üniversitesi hedefte ve iktidar kanadı yirmili yaşlardaki gençlere yüklenmiş durumda. Ellerinde argüman kalmayınca bir sergi ve bir resim üzerinden ‘kutsal olana’ dokundurtmayız kampanyalarıyla yüklendikçe yüklenildi gençlere ve sonuçta iki genç tutuklandı ne yazık ki. Yapılmak istenen elbette Boğaziçi’ne müdahale ısrarıydı. Ancak son müdahaleler sanki Kabe’ye saldırılmış gibi bir algı yaratılarak yapıldı. Oysa daha önce Kabe figürü pastalara çizilmiş, Üsküdar meydanına maketi kurulmuştu. Hatta şair Cihat Duman ihram kıyafeti giyerek burayı ziyarete gelmiş ve gözaltına alınmıştı.

Üzüldüğüm çok şey var da... En çok insanların bu denli sinmesine ve gerçekleri anlayamamasına kahredecek kadar hırpalıyorum kendimi. Oluşturulan milliyetçilik ve dini değerler argümanı ile bir anda ortak paydada buluşuyor çoğu insan ve sonuçta hızla geriye doğru gidiliyor. Bir dönem üniversitelerde ‘Ermeni Konferansı’ yapılırdı ve protestolar dışarıda olurdu. Şimdi öyle konferansları yapmak mümkün olmadığı gibi, dışarıdan protesto hak getire. Kolluk direkt üniversitenin içinde.

Enver Gökçe’nin Fakültenin Önü** diye çok güzel bir şiiri vardır. Yıllar geçer ve nedense Fakültenin Önü şiiri etkisinden bir şey kaybetmez. Bir grup üniversite öğrencisi Ankara’da Türkiye Gençler Derneği’ni kurarlar. Derneğin faaliyetleri arasında halkın hasadına yardımcı olmak için tarlalarında çalışmak bile vardır. Turancılar bu derneğin çalışmalarından rahatsız olur ve derneğe saldırırlar. İşte şiir o dönemin tanıklığıdır.

Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı.

Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ taber şahı merdan
"Tanrı dağı kadar Türktü bunlar
Hıra dağı kadar müslüman"
Vede kanlı bıçaklı düşman

Gökler ışıyordu yer yer
Ortalık ala şafaktı

 * Amok Koşucusu, Stefan Zweıg, Altıkırkbeş Yayınları, 2017
** Yaşamı, Bütün Şiirleri, Enver Gökçe, Ayko Yayınları, 1983

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi