'Herkesin bir Yılmaz'ı vardı...'

'Herkesin bir Yılmaz'ı vardı...'
Fakat o Yılmaz algısı 'sinema' ile sınırlıydı. Yılmaz Güney'in siyasal yönü bilinmez, sezilse bile üzerinde durulmazdı.

H. Selim AÇAN


1960’ların ortalarında yoksul gecekondu semtlerinin sanırım hepsinde  5-6 yaşın üstündeki bütün oğlan çocukları arasında Yılmaz’ın (Yılmaz Güney) ayrı bir yeri vardı.  

Dönemin ünlü erkek artistleri içinde Ayhan Işık, Eşref Kolçak ya da İzzet Günay da "bileği kuvvetli harbi delikanlılar"dı ama Güney’in yeri bir başkaydı.  Hele Çirkin Kral , Pire Nuri, Hudutların Kanunu’nun üstüne bir de Seyyit Han gelince bıyıkları yeni terlemeye başlamış kopillerin, çırakların, garibanların gözünde "bir numara" konumu pekişti. 

O yıllarda ufak ufak, "siyasileşmeye başlamış" genç devrimciler de hayrandı ona hayran olmasına ama devrimciliğin raconuna uygun düşüp düşmediğinden emin olamadıkları için bunu pek çaktırmak istemezlerdi etraflarına. Ne zamanki Umut’un Cabbar’ı çıktı sahneye, bu tereddüt de kalktı ortadan. Yılmaz solcuların arasında da artık "bizim Yılmaz"dı.

Velhasıl Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi "o yıllarda herkesin bir Yılmaz Güney’i vardı". 

Fakat o Yılmaz algısı "sinema" ile sınırlıydı. Yılmaz Güney’in siyasal yönü bilinmez, sezilse bile üzerinde durulmazdı.  Halbuki "piyasa işi" olarak yapılan –ki onlar da sonraki siyasal film projeleri için popülarite ve para kazanmak amacıyla atılan planlı adımlarmış meğerse- bazı istisnaları saymazsak Yılmaz Güney sineması baştan beri politik bir sinemadır. 

‘60’lı yılların Türkiyesi feodalizmin çözülüp kapitalistleşmenin hız kazandığı bir tarih kesitidir. Eski ile yeninin hayatın değişik alanlarında değişik bileşimler halinde hem iç içe geçtiği hem de birbirleriyle çatıştığı bu sancılı geçiş sürecinin en etkileyici anlatımını nerede buluruz şeklinde bir soru sorulsa –kendi adıma- siyaset ya da akademiyi değil sanatı adres gösteririm. O alanda da üç ismi tereddütsüz başa yazarım: Edebiyatta Orhan Kemal ve Yaşar Kemal, sinemada ise Yılmaz Güney. 

Aslında hemen her filminde kendisini bir biçimde hissettiren politik bir tutumu vardır.  Fakat Yılmaz Güney’in bu yönü, 12 Mart döneminde Mahir’lere destek olduğu açığa çıkana kadar Türkiye solu tarafından bile görülmemiştir. 

Bu bakar körlüğü hadi dönemin hay huyuyla Yılmaz Güney’in de siyasette henüz çıraklık-emekleme evresinde olmasına verelim. Ya bu değer bilmezliğimizin 12 Mart sonrası yıllarda da sürmesini neyle açıklayabiliriz?

Halbuki Yılmaz Güney hem sanatçı hem de siyasal yönüyle sıradan biri değildi. Yaşamı boyunca birbirinden ayırmadığı bu iki alanda da her şeyden önce net bir devrimci militan duruşu vardı. Fakat bu militanlık sıradanın da üzerine çıkmış bir militanlıktı. Yıllar geçtikçe belirgin bir nitelik ve derinlik kazandı. Buna rağmen Türkiye devrimci hareketi içinde neden bu kadar kenarda kaldı? 

Lâfı dolandırmanın âlemi yok:  Yılmaz, 1970’li yılların grupçu kast zihniyetinin çapsızlığını aşamadı. Pilini çoktan tüketmiş şöhretlerin bile "Yemen’e kadı oldukları" bir devirde, sanatında da siyasette de kendini sürekli yenileyerek aşmakta ısrarlı Yılmaz’ların kıymeti tabii ki bilinemezdi. 

Türkiye solunun bu akıl almaz hoyratlığını gözümüze sokan örnekler o kadar çok ki... Kadim yoldaşlarımdan Muzaffer Doyum’un bugünlerde piyasaya çıkan Yılmaz Güney’le Paris’te İki Yıl başlığını taşıyan kitabı bu gerçeği bir kez daha tokat gibi çarpıyor yüzümüze. 

Aramızdaki adıyla Muzo, Paris’te Duvar filminin çekimi sırasında tanıştığı Yılmaz Güney’le geçen iki yoğun yıl sırasında yaşayıp tanık olduklarından hareketle öyle canlı ve etkileyici bir Yılmaz Güney portresi çiziyor ki, sık sık boğazınız düğümleniyor. Acı, öfke, pişmanlık, hüzün, takdir, hayranlık... duyguları iç içe geçiyor. 

Kitabın başına koyduğu biyografisinde kendisi anmama yolunu seçmiş ama Muzo’da benim gibi eski bir "Aktancı"dır. Yoldaşlığımız 12 Mart günlerine dayanır.  Yollarımız 1978’de ayrıldı. Bugün de özellikle devrimin ve sosyalist inşanın örgütlenmesi, parti anlayışı ve Stalin yoldaşın tarihteki rolü konularında ciddi görüş farklılıkları var aramızda. 

Fakat Muzo her şeyden önce samimi bir sosyalisttir. Marksizm’e bağlıdır. Onunla her konuyu tartışabilirsiniz. Fikir tartışmasını bilek güreşine ya da kişisel egosunu tatmin aracına çevirmez. Söylemediklerinizi size yamamaya çalışarak "en devrimci" görünmeye çalışan kalpazanlara benzemez Muzo. Farklı düşündüğü konularda bile   karşısındaki dinler, anlamaya çalışır, sonra genellikle "Bak şimdi..." ya da  "Tamam ama .." diye başlayan cümleler kurarak karşı tezlerini anlatmaya koyulur. 

Muzo’nun sevdiğim ve güvendiğim özelliklerinden biri de dürüstlüğüdür. Bellek yanılması ya da unutkanlık gibi insani haller dışında Muzo  gerçeklere takla attırmaya kalkmaz. Yılmaz’la birlikte geçirdikleri iki yıla dair yazdıklarını bu yüzden hiç ihtiyat payı koymadan güvenerek okudum. 

Bu güvenle Muzo’nun yazdıklarını okuyunca Yılmaz Güney’i yeniden ve asıl şimdi tanıdığım duygusuna kapıldım. Muzo’nun çizdiği portrede devrimcilerde –daha doğrusu "devrimci" olduğunu zannedenlerde- ve nice "ünlü sanatçı"da gördüğünüzden farklı bir Yılmaz Güney çıkıyor karşımıza. 

En başta "parça insan" değil. Sanatıyla siyasi görüşleri arasına olduğu gibi bunların her biriyle hayatın diğer yönleri arasına da sınır çizgileri çekmemiş, tersine her biri birbirini tamamlayıp güçlendiren bir "bütünlük" çıkıyor karşınıza.

İkinci olarak, ne militan bir devrimci ne de ünlü bir sanat insanı olarak insani olana yabancılaşmamış. Tersine insana özgü bütün duyguları –karşısındakilerle de paylaşarak- dolu dolu yaşayan bir hayat adamı görüyorsunuz.

Ve üçüncüsü, sanatında da siyasette de edindikleriyle yetinmeyen, yani sermayeden yemeyen, kendini sürekli yenileyip aşma çabası içinde olan bir dinamizmle karşılaşıyorsunuz. 

Muzo bunlara –ve Yılmaz Güney’in daha başka özelliklerine- dair o kadar hoş ve güzel sahneler anlatıyor ki, okumaya başladıktan sonra bitmeden elinizden bırakamıyorsunuz Yılmaz Güney’le Paris’te İki Yıl kitabını. 

Öne Çıkanlar