Aytül Hasaltun Bozkurt

Aytül Hasaltun Bozkurt

'Öyküler oradadır, yanımızdan geçer, otobüste karşımıza oturur, kahvede size selam verir'

Tam da 3 Aralık günü yanıtlıyorum bu soruyu. Kadırga’daki o muhteşem binanın yerle bir olduğu ve bizim Ersin’i kaybettiğimiz gün

Bir şeyler okumadan uyanabilenlerden değilim, bir şeyler okumadan uyuyabilenlerden de değilim. Her sabah ‘nasıl bir dünyaya uyandım’ sorusunun cevabını çoğu zaman köşe yazılarını okuyarak buluyorum. Ender Öndeş Yeni Yaşam’daki köşe yazılarıyla bildiğim; dilini, tutumunu, vicdanını sevdiğim yazarlardan birisi. Bu hafta, pandemiden hemen önce çıkan öykü kitabıyla ilgili onu ağırlamak istedim. ‘Yedinci Günün Sabahında’ adlı kitabındaki öykülerin hepsi birbirinden etkileyici. Onun deyişiyle yanımızdan geçip giden; sıradan, basit hayatların hikayeleri…

İyi okumalar dilerim.

Neden 7. günün sabahında, ne oluyor 7. günde? Kitabınızın ismi nereden geliyor?
 
Belki de her büyük sıkıntının bir yedinci günü vardır, bilemiyorum. Acıyla baş edebildiğimiz ya da belki acıyla yaşamayı becerebildiğimiz bir yedinci gün. Düğüm gibi bir şey, çözdüğünüz ya da kesip attığınız bir nokta. Sonsuza kadar acıyla kasılıp kalamazsınız; bir yer vardır, orada ya acınızı ummana boşaltırsınız ya da acı katılaşır kalır artık, ilmikler biter, yün yumakları tükenip oğulu ya da kalbi ısıtan bir yere varır. Kitaba adını veren ‘Örgü’ öyküsünde de tema biraz oradan yürüyor. Oğul yitirmiş bir anneyi anlamak zordur; ne ben ne de bir başkasının bunu becerebileceğini düşünmüyorum. O şeyler vardır hani, törenler, ‘vatan sağolsun’lar, yüksek yüksek rütbelilerin kocaman lafları filan… Ama sonra akşam olur. Akşam fenadır. Karanlık. Herkes, son vazifesini yapıp, son avutucu sözleri mırıldanıp gittiğinde geriye o karanlık ve doldurulamaz boşluk kalır. Öykü o karanlıktan ve boşluktan doğar işte. Yoksa gündüz, şu televizyon haberlerinde gördüğümüz şeydir, bayraklar, selam durmalar, tekbirler filan. Onlar bitince başlar her şey. Kitabın ismini ararken kafama takılan şey de oydu; herkesin görüp geçtiği şeylerden sonra neler olup bittiğinin merakı.
Bir anlamda -ama çok başka bir noktadan- bu, "Daye Oy Daye" öyküsünde söyleşen anne kız için de geçerli. Orada da kazma kürek, tören işleri bittikten sonra baş başa kalmanın hüznü var. Ancak o zaman, herkes çekilip gittikten sonra söylenebilecek olan sırlar dökülüyor ortaya. Zor işler vesselam. 


    
Çok uzun zamandan beri farklı türlerde yazıyorsunuz. Sorabilir miyim yazmaya nasıl başladınız?
 
Yazmaya hiç başlamamış ya da hiç bırakmamış gibi hissediyorum kendimi zaman zaman. Yani başladığım bir tarih yok gibi belleğimde. Çok genç yaşlarda, neredeyse çocukken politik mücadele içinde yer aldım ve işin yazmak bölümü hep üstüme yapışan bir şey oldu. Ortaokulu yeni bitirmiş veletler olarak annelerimizi ‘ders çalışıyoruz’ diye kandırıp ‘eğitim çalışmaları’ yaptığımızda da, bir özet filan çıkarılacaksa eğer benim üstüme kalırdı hep. Sonra bildiriler filan geldi, hâlâ severim bildiri yazmayı; özellikle belli bir amacı olan kampanya bildirilerini.
Daha sonra, 70’lerin ortamında aklınıza gelebilecek başka ve daha ‘sert’ mücadele ‘araç’larını da -pek başarılı olmasam da!- kullandım tabii ki ama ben herhalde yazmayı daha çok sevdim. O aralarda babamın buldukça yok ettiği şiirler filan hep vardı tabii; neyse onların hesabı vermeden gitti rahmetli, ayrı hikâye. Sonra, 1980’de, 12 Eylül’den de önce, girdiğim cezaevinde şiir yeniden canlandı, iş büyüdükçe büyüdü, kitap noktasına kadar vardı, vs… Ben cezaevinde incik boncuk işlerini de hiç sevmemiştim zaten, orada da okuyup yazmaktan başka bir meşgalem olmadı. Bir sürü defterim kayboldu gitti arada, en çok da hücrelerde yazdıklarıma üzüldüm.
 
 Cezaevinden çıkınca…
 
Çıkınca da devam etti şiir ve yine politik yazılar, broşürler, bildiriler… Sosyalist Barikat dergisinde uzun süre çalıştım. Yani türler birbirine karıştı bende; hızlı geçişler oldu. Ama ne zaman bir boşluk yakalasam edebiyata dönüşler yaptım ve aslında bütün bu karmaşık yazma işlerinin birbirini beslediğini fark ettim. Hem yazma türleri bakımından, hem de insan ilişkileri bakımından zenginlik sağlayan hayat dilimleriydi bunlar. Gazetecilik bambaşka bir şey oldu ama. O kadar değişik şeylerle karşılaşıyorsunuz ki, içinizde yazma kurdu varsa eğer, yazmasan döverler, öyle yani. Şimdi hatırlıyorum mesela; ben Güçlükonak Katliamı’nın olduğu günün gecesi gazetede nöbetçiydim; telefon çaldı, açtım, Kürtçe konuşuyor karşımdaki ama konuşmak değil o, feryat! Anlıyorum ne dediğini, ‘PKK değil, devlet yaptı’ diyor, kendi babası da sanırım ölenlerin içinde, onu da anlıyorum ama dilim tutulmuş, Temel Abi (Demirer) vardı, yetişti yanıma aldı telefonu, o da Kürtçe bilmiyor ama durumu benden iyi idare ediyor en azından. Telefon kapandı sonunda neyse, kaldım öyle. Derin bir sessizlik! Yani bunları yaşıyorsunuz, anlıyor musunuz? Ağır vakalar bunlar. O zaman da haberin ötesinde geçip gitgide daha derin düşünmeye başlıyorsunuz, telefonda konuştuğum insan kimdir, yüzü nasıldır, yakılmış cesetlerin arasında ne hissetti, bundan sonraki hayatı nasıl olacak, vb. vb… Binlerce soru… Ya da mesela Musa Anter’in çocuklara meyve soyup ikram ettiği bir fotoğrafı vardır ya hani, kimdir o çocuklar? Neredeler şimdi? Ne iş yaparlar? Yani şunu söylemeye çalışıyorum; özellikle gazetecilikte hayat çok hızlı akıyor. Adeta her bir dram, bir öncekini bastırıp gölgede bırakıyor. Nihat Kazanhan’ın son görüntülerini izliyorsunuz mesela, kuş avlar gibi avlıyorlar çocuğu resmen ama ertesi gün öyle bir şey daha geliyor ki önünüze, katmer katmer yani. Orada her şey iç içe geçiyor, birikiyor, birikiyor…
Böyle bir şey işte. Böyle yürüyor her şey. O yüzden de yazmak için politik hayattan kopmak gerektiğine hiç inanmadım; yazmak için zaman ayırmak, bu anlamda zaman-mekân olarak kopmak gerekiyor tabii ama o başka bir şey.        
 
 
Hikâyelerin hepsi çok yoğun ve çok çarpıcı, merak ediyorum Size ilham veren neydi, ihtiyacını duyduğunuz şey neydi bu hikâyeleri oluştururken?
 
İlham da işte o yukarıda sözünü ettiğim yerden geliyor; öyle çok göksel bir yerden değil. Şiirde bile öyle değildir. Nazım’ın ‘Şairanelik’ üzerine bir yazısı vardır. Mealen söylüyorum, orada "Şiir için icat edilmiş özel kelimeler yoktur. Hayatın içindeki bütün sözcüklerle şiir yazılır" diyor Nazım. Nitekim kendisi de don-fanilayı bile şiire sokmuştur. Şiirde durum böyleyken, öyküde tam olarak hayat vardır. Öyküler oradadır, yanımızdan geçer, otobüste karşımıza oturur, kahvede size selam verir. Çok septik bir hayatınız yoksa zaten öyküler sağınızda solunuzda gezinir durur. Hizmetçi motoru vardır mesela; ben öyle taktım adını. Sabah erken saatlerde Kandilli’den kalkar, Bebek’e gider. Yolcuların neredeyse yarısı Bebek-Arnavutköy’deki evlerde çalışan hizmetçi kadınlardır, ilk bakışta anlarsınız bunu; Bebek iskelesinde dört bir yana dağılırlar. Hastaneler öyledir, adliyeler öyledir, basit insanlar yan yana gelirler oralarda…
Yani basit hayattan söz ediyorum, sıradan insanların yaşadıklarından… Öykü değilmiş gibi görünen, edebiyatın konusu olamazmış gibi görünen yaşam parçaları bunlar. ‘Çekmece’ öyküsünde tam olarak öyle bir sıradan hayat vardır örneğin. Basit bir kulak misafirliğinden doğmuştur o öykü.
 
 
Daha çok gözlemcilik mi oluyor? Gözü ve kulakları açık olmak gibi…
 
Bakın, cezaevinde adli tutuklularla çok kaldım mesela, yalanla gerçeğin birbirine karıştığı yüzlerce öyküyle karşılaştım orada, en komplike hikayeler her zaman dolandırıcılarda vardı tabii, az dinlemedim onları, hırsızları... Buca Cezaevi’nin ‘Yamyam Koğuşu’ meşhurdur mesela, koğuşun adı böyle, tam kadro yankesici! 60 kişilik koğuşta 120 kişi kaldığımız oldu, tam curcuna! Koğuşun -ve bence âlemlerin- en kral doğaçlama şarkıcısı Raj’ı gördüm orada. Rap yoktu o zamanlar ama Raj, yağ tenekesinden darbukayla bal gibi rap yapıyordu. Düşünsenize, adam Raj Kapoor’un ‘Avare’ filminin oynadığı yıllarda doğmuş ya, adını iyi hırsız olsun diye Raj koymuşlar! O kadar yani!
Sonuçta, tam olarak şunu söyleyebilirim: Şiirden farklı olarak öyküde, ilhamdan çok biriktirme öne çıkıyor. "Kirli çıkı" derler ya hani, öyle. Siz fark etmiyorsunuz yaşarken, ne kadar renge bulandıysanız sokaklarda, çocukluktan bu yana neler yaşayıp ettiyseniz, zaman zaman küçük notlar halinde köşelerde bir yerlerde birikiyor. Annemin bilincini yitirmeden önce anlattıkları mesela çok mühimdi. Kadın 80’indeyken babamdan önceki bir kırık hikâyesini anlattı bana, dert oldu içime. Keşke daha öncekileri, ondan yaşlıları dinleyebilseydim. Bosna’dan buralara akan maceranın yüzde doksanı karanlıkta şu anda maalesef. Defterlerimde üç beş cümleyi geçmiyor.
Bu arada tabii, şiirde de öyküde de ortak bir şey var: Çok çalışmak. Başkasını bilmem, ben öyle bir oturuşta yazabilenlerden değilim. Dönüp dönüp yeniden başlamak, bazen çıkmaza giren öyküyü toparlamaya çalışmak, düğümlenen yerleri çözmek… Sıkıntılı iş yani. Köşe yazısı bile sancılı benim için. Başlayana kadar su içmekten tuvalete gitmeye kadar kırk tane oyalanma biçimi buluyorum.


 
Yazın hayatınızı etkileyen, Sizin için bir "örnek" olan yazarlar var mı? Ve hangi yönleriyle sizi etkilediler?
 
Tabii ki en başta O. Henry! Kısa öykünün en iyisi o bence. Ekonomik buhran yıllarının sahtekârları, dolandırıcıları, ne ararsanız vardır ve arada Wall Street’e giydirmeden de duramaz. Ama en önemlisi, yazım tekniğidir; okurken bilirsiniz, "bu adam az sonra bir numara çekecek bana" diye. Evet, başkaları da var. Bizden Orhan Kemal, Sait Faik klasikleri bu işin. Bunlar kaldırım eskitmiş adamlar, memleketi tanıyorlar, insan sarrafları yani. Hikâyenin kokusunu alıyorlar. Orhan Kemal’in romanları da öyledir. Haksız yere mizah öyküsü gibi algılanan Murtaza, müthiş bir dramdır aslında ama insanların çoğu öfkesini ve alayını Murtaza’ya yöneltir de arka planda anlatılan patronlar dünyasını görmezden gelir. Cemile ise bambaşka bir âlemdir; baskın kadın karakteri çok belirgindir onda. Ama yine de yazım tekniği ve çarpıcı finaller açısından O. Henry çok ilham vericidir, onun yeri ayrı. Çünkü öykü, biraz da yoğunluk ve final demektir; bütün düğümlerin çözülmesi anlamında değil tabii, hatta hiçbiri çözülmeyebilir ama bir yere bağlanır olup bitenler sonunda.

Gazete yazarlığı yapıyorsunuz. Biz sizi daha çok Yeni Yaşam’daki köşe yazılarınızdan biliyoruz, köşe yazısı yazmak ve hikâye yazmak birbirini nasıl destekliyor? Belki biraz gazeteci kimliğinizden de bahsetmek istersiniz, uzun ve zor bir yolculuk Sizinkisi, üstelik bu kadar zor bir dönemde?
 
Tam da 3 Aralık günü yanıtlıyorum bu soruyu. Kadırga’daki o muhteşem binanın yerle bir olduğu ve bizim Ersin’i kaybettiğimiz gün. O zamanlar gazetede çalışmıyorum ama gelip gittiğim oluyordu. Arka tarafta, sanırım Kadırga Öğrenci Yurduna bakan bir geniş teras hatırlıyorum şimdi. O sabah gazetenin önüne gelmiştim. İnsanın nasıl içi yanıyor, bilseniz. Çalışanları düşünemiyorum bile. Oralardan gelen bir gazetecilik var Türkiye’de. Gazete bombalandı ya, daha ötesi var mı? Bundan daha fazlası nedir ki? Böyle bir gazetecilik yapılıyor Türkiye’de ve inanılmaz bir biçimde kuşaklar kuşaklara ekleniyor, bir zincir gibi akıp gidiyor her şey.  
Ben, bilinen anlamda gazeteci değilim aslında. Yenikapı’daki eski gazete binasına ilk geldiğimde, "Ne yaparsın" dediler, "Valla Türkçe’yi iyi biliyorum, yaparım bir şeyler" dedim, öyle başladı. Sokakta çok az çalıştım ama haber okumak, belli bir birikim yaratıyor ve haberdeki kritik noktaları öğreniyorsun giderek.
Köşe yazarlığı ise çok tercih edilesi bir şey değil aslında. O kadar mühim bir şey de değil belki; haberin/fotoğrafın yerini tutmaz hiçbir zaman. Köşe yazarlarının bazıları kendisini çok önemsese de gerçek öyle değil yani. Belki şöyle bir yanı var; öyküye de yakın olan tarafı odur, olup bitenleri süzmek gibi bir şey. Ama öykü yazmayı desteklemekten söz edersek eğer, haber ve fotoğraf her zaman birinci sırada durur. Gerçek hayat oradadır çünkü. Öykü de oradadır bana sorarsanız.   


Bundan sonra yapmak istediğiniz ne var sırada? Mesleki hayaliniz/hayalleriniz neler?
 
Doğrusu şu anda bilmiyorum bunu. Ne yazabilirim bakacağım. Kendimi belirli bir türe bağlamış değilim. Çok uzun süredir cesaret edemediğim tuhaf bir roman var, o olabilir. Daha çok genç kuşaklara yönelik olarak sosyalizmle ilgili bir kitabın notları birikiyor elimde. Senaryo işi güzel ama çok karışık, çünkü gerçekleşmesi size bağlı değil, birinin beğenip çekmesi gerekiyor, daha önce denedim oradan biliyorum. Yoksa çılgın bir Kürt bulsam var elimde bir şeyler. Böyle karmaşık bir durum işte. Yine de hep keşke memleket canlansa da ben bildiri yazsam derim yani; hiç küçümsemem o işleri çünkü. Edebi bir yanı vardır onların da. Slogancı sanat üzerine çok geyik yapıldı bu memlekette; evet doğrudur ama sloganın kendisinin suçu yok ki bunda! Binlerce insanın gırtlağını paralayan o muhteşem gümbürtüyü, kürsüleri dalgalandıran zehir zemberek bildirileri özlemeyen var mı aramızda? Onlar da çok kıymetlidir yani. Yeter ki iş oraya gelsin. Gelsin de edebiyat kendine oralardan da bir rota çizsin, yeni öyküler, yeni karakterler girsin hayatımıza. Sanat karışıklığı sever çünkü, bana kalırsa…
 
 
Son olarak dijital yayıncılık ve pandemi sonrası süreçte yazarlık/okurluk halleri değişiyor gibi. Bu yeni haller, nasıl etkileyecek bizi, hepimizi?
 
E, tabii ‘yazma’nın bir de ‘okunma’ karşılığı var. Yani siz kendinizi paralayıp bir şey yazdığınızda onun kendini sağlaması okurla mümkün ve bu konu artık çok sıkıntılı görünüyor. Epeydir benimki dahil birçok kitap bilinen kitapçılarda bulunamıyor, çünkü artık herkes ve tabii ki dağıtımcılar da kendini internet alışverişine vurmuş durumda. Pandemi bitecek mi, bittiğinde eski rutinlerimize geri dönebilecek miyiz, bilmiyorum. Birçok alanda olduğu gibi yayıncılıkta da bugün yaşadıklarımızın bir bölümü kalıcı olacak sanki. Yine de kitapçıları, sahafları, kağıt kokusunu tercih edenler az bir kesim olmayacak ama tahmin etmek zor. Bu arada, bütün bu maceranın belki de en ağır zararı yeni yazmaya başlayan gençlere, yani ‘ilk kitap’ peşinde koşan yazarlara olacak. Çünkü yayınevleri de gitgide daha ‘sağlamcı’ davranmaya başlayacak, başladı da. Editörler yayınevini ayakta tutmak için belki iyi metinleri bile eleyecekler, vb. Zor bir durum bu. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytül Hasaltun Bozkurt Arşivi