Dünyanın bütün sokaklarında seni yakıyorlar...

Şimdi hangi penceremden, hangi sokağa baksam senin yakıldığını görüyordum…

Ayrıldık… Bu sözcüğü buraya yazana kadar kaç yıl geçti bilmiyorum. Kanınla ıslanmış bir evrak tutuşturdu postacı elime. Açmadan anladım içinde ayrılığın yazdığını… Senin yazdığın bir veda mektubunu açar gibi değil, bir ayrılık haberi gibi değil, sanki kendime yazmışım gibi açtım o mektubu… Sanki çok uzaklardan, yıllar önce sürgüne gittiğim bir yerden kendime yazdığım bir mektubun zarfı gibi açtım o zarfı; Biz seninle yapamayacağız… Sana söyleyecek hiçbir şeyim kalmadı… Daha fazla üzülmek istemiyorum… En doğrusu ayrılmak… Mektubunda bunlar yazıyordu. Ama bunları sanki ben bana değil de ben kendime söylüyormuşum gibi okuyordum…

Bu yüzden bu sözlerin ne anlama geldiğini bir türlü anlamıyordum…

Ayrıldık… Sen değil, ben kendime söylüyordum bunu… Mektubu masanın üzerine bıraktım. Ona bir de uzaktan baktım. Masanın etrafında dönüp durdum. Bugüne dek inandığım ve inanmadığım ne varsa hepsine birden aynı anda bakar gibi baktım ona... Tutulmuş ve tutulmuş bütün yeminlerim baktım ona… Mührü çok erken açılmış sırlarıma bakar gibi baktım… Erken mi dedim kendi kendime… Gözlerime doldu bütün kanım. O zaman anladım, mührü çok geç açılmış sırlarıma bakar gibi, dedim… Tarifsiz bir acı yükseldi o an içimden. Daha önce hiç tanımadığım bir acıydı bu… Tanımadığım, yani çok yabancı bir acı… Kötü vuruyordu. Hiç tanımadığım biri gibi. Çok yabancım gibi vuruyordu. Bu acıyı durduracak hiçbir bilgim, hiçbir sözüm yoktu. O ana dek içimdeki bütün acılarımın tadını bilirdim ben… Hangisiyse ona nasıl söz geçireceğimi, onu nasıl durduracağımı bilirdim… Ama bu öyle bir acı değildi… Bu öyle bir kaybediş, bu öyle bir yokluk değildi…

Dışarıda büyük bir hayat olduğunu, dışarıda benim gibi, bizim gibi insanların yaşadığını unutturacak kadar hiç tanımadığım bir acıydı bu… Dışarıda senin de bir hayatın yoktu… Her şey, ama her şey gönderdiğin o ayrılık mektubunda gelip toplanmıştı… İçimde onca yıl ne denli büyük umutlar, ne denli büyük hayatlar yaşattığımı bu küçücük zarf unutturamaz, öyleyse hiçbir şey olmamış gibi yapmalıyım, dedim… Ocağı yaktım. Çay koydum demliğin içine. Ortalığı temizlemeye başladım. Pencereleri açtım ev havalansın diye… Masamı toparladım. Kitaplarımı yerleştirdim raflara. Kirli çamaşırlarımı sepetten alıp makineye koydum. Televizyonu, ardından radyoyu açtım. Haberleri dinlemeye çalıştım… Bütün bunları yaparken bir ara gücümün tükendiğini hissettim… Çünkü ben ne kadar kurtulmak istesem de o küçücük zarf beni geri çekiyordu yanına. Ona karşı büyük bir çaba harcamıştım, ama nafileydi… Ben ileri, hayata, gündelik yaşama, bildiklerim, tanıdıklarıma doğru her çırpındığımda benden uzak, bana çok yabancı olan o mektubun ruhu içime doluyordu hızla… Evde bir şeyler yapmak için çırpınıp duran ben değilim artık… O kısacık mektubundu. Ocağı yakan, kitapları raflara yerleştiren, haberleri dinlemeye çalışan ben değildim, oydu artık… O, ayrıldık, yazısıydı… Artık bir ayrılık halinde çıkıyordum kendimden dışarı doğru… Bana ayrıldık, diyen o çok uzaklardaki, o yıllardır sürgündeki kendime gidiyor, ona çok yabancı, hiç bilmediğim bakışlarla bakıyor, sonra yine kendime dönüyordum. Ama bu defa onca uzaklıktan dönüp geldiğimde kendime, hiç tanımadığım, o uzaktaki halimden çok daha yabancı biri karşılıyordu beni… Bu yabancıyla karşılaşınca, önce sokaktan gelen bir yanık kokusu duydum, sonra aklımdan hiç çıkmayan yüzün geldi aklıma, yüzünün o ışıklı, o kanayan hüznü geldi…

Sanki birileri sokakta ateş yakıyordu. Yoldan geçen yabancıyı, ama aynı zamanda çok yakınım olan birini yakıyorlardı sanki. Hiçbir şey yokmuş, çok sıradan bir işmiş gibi birini yakıyorlardı. İşte o duman kokularının arasından yüzün hiç çıkmamak üzere ömrüme giriyordu. Uzaklardan senin adını çağırıyordu birileri… Yüzün o anda bütün dünyaya yayılıyordu… Her yere, evime, odama… Bana kendini teslim ettiğin anlardaki yüzüne benziyordu bu… Sen benimle sevişirken yüzüne ansızın bir ışık dolardı… Dünyanın ruhu bu ışıkta gizliydi benim için. Gülümsemeden gülümserdin böyle anlarda, ağlamadan ağlardın. Bırakırdın kendini o ışığa… Ben de bir mucizeye bırakır gibi bırakırdım kendimi o ışığa… Ölümle yaşam arasındaki çizgide doğardın sen ellerime böyle anlarda… Her şeye razıyım, diyen bir ışıkla bakardın bana… İçimdeki sonsuzluk bu naçiz, bu gelip geçici ömrüme dokunup geçerdi… Eğilip bakardım böyle anlarda yüzüne; sen gerçek misin, diye bakardım. Gör isterdim, ne denli susadığımı o ana… Gör isterdim sana bir mucizeye bakar gibi baktığımı, gör isterdim, gözlerimden sana akan o sonsuz akışı… Yüzündeki ışık ikimizi de esir alırdı. Buydu, derdim işte, buydu hayatın anlamı… Kavuşmak, bir tek bu an, gerisi büyük bir ayrılıktı… İşte bu bir anlık kavuşma anı için değerdi onca ayrılığa… Gerçek olan bir tek o andı. Bütün yaşadıklarımız o tek bir anın içinde toplanırdı. Kırgınlıklar, özlemler, bencilliklerimiz, uzaklaşıp gitmelerimiz, sonra yeniden geriye dönmelerimiz, o zavallı gururlarınız, eski ve yeni korkularımız, bizim olmayan bu hayatımız hep bu ışığa doğru koşardı, bu ışık olmak için koşardı… Sevişirken birbirimize böyle bakabilmek için çekerdik ne çekiyorsak… Bir tek o an için katlanırdık bu yalan, bu paramparça hayata… Hayatın onca yalanı, onca parçalanmışlık yüzündeki hakikate, yüzündeki ışıkta birleşmeye koşardı…

Adın şimdi ayrılıkla anılıyor her yerde… Şimdi seni dünyanın bütün sokaklarında yakıyorlar… Yüzündeki o her şeyi birleştiren bütün ışık, bütün o anlamlar ayrılığa doğru parçalanıp gidiyor…

Şimdi hangi penceremden, hangi sokağa baksam senin yakıldığını görüyordum… Yüzün dumanların arasından o kadar kesin ve o kadar net görünüyor ki, sanki elimi uzatsam yüzüne dokunabilecekmişim gibi yakındı bana o… O an elimi uzatıyordum yüzüne, ama dokunamıyordum… Seni, yüzünü, kokunu dünyanın bütün sokaklarında yakıyorlardı, ama ben dokunamıyordum onlara… Yüzün… Kokun… Işığın… Sayıklar gibi çıktı bu sözler ağzımdan. Ocağa doğru yürüdüm, çay koymaya, ama birden nefesim kesilir gibi oldu, mutfağın tezgâhına başımı dayayıp kasıla kasıla ağlamaya başladım… Ağlarken bir taraftan tutuyordum kendimi dağılıp parçalanmamak için, ama kendimi tutan ellerim o an bana ait değildi sanki… Sanki ben değil, beni bir başkası tutuyordu… Ellerim, bedenim bana ait değildi sanki… O an ben diye bildiğim hiçbir şey bana ait değildi… Sadece senden kopup her yere dağılan yüzünün son ışıkları, varlığından çıkıp bu yalan hayata karışmaya başlayan kokun son kez gerçekti, ama ben onlara dokunamıyordum… Seni dünyanın bütün sokaklarında yakıyorlardı sevgili, bense hiçbir şey yapamıyordum…

Sense bu yakılmaya hiç karşı koymuyordun; her şeye razıyım, hazırım yakılmaya der, gibi bakıyordun… Yapmayın, diyordum, yapma, diyordum, ama ne sen, ne de seni yakanlar duyuyordu sesimi… Dünyanın bütün sokaklarında yüzünle, kokunla birlikte benim için tek gerçeği, tek kavuşmayı, tek anlamı yakıyorlardı… Seninle birlikte beni de yakıyorlardı…

Seninle birlikte bugüne dek kırdığım bütün sevdiklerimi, ertelediğim ve geciktiğim bütün eksik sevgilerimi, bir gün elbet telafi ederim, diye dilemediğim bütün özürlerimi, değerini bilmediğim dostlukları, hayat uzun bir gün söylerim, diye geciktirdiğim bütün itiraflarımı, kendimi korumak için söylediğim bütün yalanlarımı, göze alıp da çıkamadığım bütün yolculukları yakıyorlardı… Seninle birlikte benim sandığım, ama aslında hiç de benim olmamış ömrümü yakıyorlardı…

Doyumsuz yanlarım vardı… Her şeyi yaşamalı, her yeni insanda yeni hazlar, öğrenecekler yeni şeyler, yeni yolculuklar var, ben olduğumdan daha fazlayım, hayat önümde akıp giderken durup bekleyemem, diyordum… Kendime bakmadan, hep önüme, içime bakmadan hep dışarıya bakıyordum… Hayat, birine bağlanacak kadar uzun değil, diyordum…

Mektubun işte orada duruyor… Ayrılık mektubun… Ben onu okurken, bir daha okumaya korkarken seni dünyanın bütün sokaklarında yakıyorlar… Sen de beni yakıyorlar sevgili… Hiç tanımadığım bir acı sarsıyordu şimdi beni… İlk kez tattığım bu acı bana herşeyi kesin ve geriye dönüşsüz bir biçimde kanıtlamaya çalışıyordu sanki…

Her şey benim sanıyordum… Hayatıma bir tek ben sahibim, yaptıklarımın bedelini ödeyebilirim, her acıyı göğüsleyebilecek kadar güçlüyüm sanıyordum… Oysa şimdi hiç tanımadığım bir el başımdan tutmuş beni bilmediğim bir boşluğa doğru itiyor… Boşluğa düşmemek için zorluyorum kendimi, direniyorum… Ama başımı kaldırıp bakınca beni boşluğa doğru iten elin benim elim olduğunu anlıyorum… Kimse yapmıyor bana bunu, ben yapıyorum. O zaman anlıyorum, aslında bugüne dek boşluğun ne olduğunu hiç bilmemişim… Meğer asıl boşluk sen gidince başlayanmış…

Hayat kısa, hayat gelip geçici sanıyordum, sen gidince anladım, meğer hayat hiç de öyle gelip geçmiyormuş, çok uzunmuş… Uzun, bitmek bilmez bir çileymiş hayat… Meğer anlamı senmişsin çektiğim her çilenin… O çile uğuldayan bir hiçlikmiş, meğer sen varsın, diye ben ona katlanma gücü buluyormuşum…

Şimdi anlıyorum zamanın ne demek olduğunu… Sana kavuşmayı beklerken, benim sana, senin bana teslim olduğun anlarda yüzünde beliren o kutsal ışığını beklerken zaman geçmek bilmez sanıyordum… Meğer asıl zaman sen yokken varmış… Bilmediğim bir el etimi yırtıyor şimdi… Zaman asıl şimdi geçmek bilmiyor, etimi kanattığı yerde duruyor sık sık… Hiç sende insaf yok mu diye bakıyorum o elin sahibine… Nafile, duymuyor beni… Meğer etimi eriten yırtan el benim elimmiş… Sen değilmişsin o yabancı, o tanımadığım acı, meğer o acı içimde yıllardır gizliymiş de, ben onunla bir gün olsun böyle tanışmamışım…

Sen olmasan da yaşarım sanıyordum… Meğer hayatın içinde sanırken kendimi ruhumda benim varlığımdan habersiz ölü bir keşişi taşıyormuşum… Sen gittin, ben şimdi onunla baş başa kaldım…

Kim olsa beni anlar sanıyordum, kim olsa içimdeki o gizin varlığını çözer sanıyordum… Ben hep dışarıya bakıyordum, beni her seven, içimdeki yalnızlığı anlar ve onu benim için yatıştırıp dindirir sanıyordum… Ben hayata doğru koşarken, biri onu arkamdan taşıyıp getirir sanıyordum… Oysa onunla bir gün kesin olarak yüzleşmeden, bir gün onunla sonuna dek yüzleşmeden hiçbir yere gidemezmişim… Sen gidince anladım, meğer beni onunla bir tek sen buluşturabilirsin… Şimdi ben beni hiç tanımayan, beni bilmeyen bir kendimle yapayalnız kaldım…

Kaçan kovalanır derler, oysa şimdi beni içimde hiç tatmadığım bir acıyla geldiğim yere doğru, o asıl, o büyük yalnızlığıma doğru kovalanıyorum… Bildiğimi sandığım ruhumdan, onca yıl emin olduğum ömrümden, gizlediğim, ertelediğim bütün sevgilerden bilmediğim, hep bilmezlikten geldiğim bir yokluğa doğru kovalanıyorum…

Yaşadığım her şeyin bedelini öderim, diyordum… Hayat önümde durmadan açılıyor, biri için durup bekleyemem, diyordum… Oysa yaşadığım hiçbir şeyin bedelini ödememişim ben… Başka bir odası olmayan bir evin misafir odasında kendimi hep bekleyip durmuşum… Hayata geç kalmamak için sabırsızlanıp dururken kendime ait bir odam bile hiç olmamış, eğer varsa, olmuşsa bile o odanın anahtarını çoktan yitirmişim…

Kimdi bana her şeyi yaşamamı söyleyen, kimdi bana her yeni insanda yeni hazlar yaşarsın, yeni şeyler öğrenirsen, diyen… Kimdi bana aslında olduğundan daha fazlasın, diyen… Kendine ait bir odası hiç olmamış, olmuşsa bile onun anahtarını kaybetmiş biri için kim yeni ve farklı olabilirdi ki… Durmadan kendinden kaçan biri, nereye giderse gitsin, bir hayaletten başka nedir ki… Ne yaşarsa yaşasın, hayaletlere bedel sorulmazmış ki…

Meğer hayatıma giren herkesi kendime benzetmişim ben… Hayatıma giren herkes boşluğumu biraz daha büyütmüş… Kimse bana beni sormamış… Boşluğunu getirip bırakmış sadece… Onlarla birlikte ben hep dışarıya bakmışım… Her yeni insan başka bir yeni insana kışkırtmış beni… Her yeni haz, başka bir hazzı özletmiş bana… Hiçbiri gerçekten girmemiş benim içime, ben bu yüzden olduğumdan daha fazlasını istemişim onlardan… Meğer hiçbiri dokunmamış içimdeki büyük yalnızlığa… Bu yüzden geldiklerini fark etmediğim gibi, gittiklerini bile fark etmemişim…

e ben onca yıl içime değil, benimle birlikte hep dışarıya bakan insanları sevdiğimi zannetmişim… Hayatın ne denli kısa ve gelip geçici olduğunu hatırlatanları… Bana yaşanacak daha çok haz, yaşanacak daha çok insan olduğunu hissettirenleri almışım ömrüme… Beni kimler kendimden uzaklaştırmışsa hep onlara hayranlık duymuşum…

Çünkü ben kendime inanmadığım için hep onlara inandığımı sanmışım…

Şimdi sen giderek varlık diyerek yaşadıklarımın büyük bir yokluk olduğunu gösterdin… Kendi yalnızlığıyla bir kez olsun yüzleşmeyen kimsenin aşkına inanılmayacağını anlatıp da gittin…

Dokundun o büyük yalnızlığıma, gösterdin onu bana ve gittin… Sen benim o büyük yalnızlığıma dokunup giderken aslında bugüne dek o büyük yalnızlığımdan aslında hiç haberim olmadığımı anlatıp da gittin…

Asıl şimdi anlıyorum senin beni severken nasıl büyük acı çektiğini… Sen onca yıl benimle birlikte iki ayrı adamı sevdin… Bir o büyük yalnızlığımı… Bir de ondan habersiz çırpınıp duran adamı… Bir yalnızlığıma koştun, bir ondan habersiz olana… Anladın, sevginle, yüzündeki o ışıkla bile birleşemezdi o ikisi… İşte senin yapamadığını yokluğun yaptı… Bu ayrılık mektubun yaptı… Giderken bana bıraktığın boşluklara doğru çekiliyorum şimdi… Sana yönelirken o büyük yalnızlığıma doğru çekiliyorum aslında… Beni bırakma, bana bir şans daha tanı, derken artık sana değil kendime diyorum, bana bir şans daha tanı, diye…

Sen yoksun… Bunu iyi biliyorum artık; şimdi sana,  ne olur beni terk etme, diye yalvarırken o büyük yalnızlığıma yalvarıyorum aslında…

Senden değil, onca yıl sevgisiz ve aşksız bıraktığım o büyük yalnızlığımdan sevgi ve aşk dileniyorum aslında…

Hangi penceremden hangi sokağa baksam seni görüyorum…

Ah! Sevgili… Dünyanın bütün sokaklarında seni yakıyorlar şimdi… Yüzünü… Yüzündeki o ışığı… Kokunu yakıyorlar…

Ah! Sevgili… Dünyanın bütün sokaklarında seninle birlikte beni de yakıyorlar şimdi… 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi