Detant !

Muhalif sol güçler, egemen güçlerle her zaman gerilimi tırmandırmaktan yana olacaklardır diye bir şey yoktur. Tersine, gerilim, çoğunlukla egemenlerin işine yarar.

Detant (Yumuşama), ‘60’lar ve ‘70’ler Maocularının tepesini attıran bir kavramdır. O zamanki Sovyetler Birliği yöneticileri tarafından ortaya atılmıştı. Bu kavram karşısında "tepesi atan" eski bir Maocu olarak, 50-60 yıl sonra, bu kavramı ortaya atan Sovyet yöneticilerinin haklı olduğunu söylemek durumundayım. Neden haklılardı? Ya da Çin yöneticileri ve o zamanın Maocuları bu kavrama neden o kadar kızıyorlardı? Bunun için 60 yıl geriye gitmek gerekiyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan iki kutuplu dünya büyük bir gerilim içindeydi ve nükleer savaş tehdidi büyüktü. O kadar ki, 1962 yılının sonundaki Küba krizi sırasında dünya nükleer savaşın kıyısına kadar gelmişti. Bu gerilim, bir yandan Sovyet yöneticilerine, hâkimiyet alanlarındaki dayatmaları için olanak ve bahane sağlarken, bir yandan da Sovyet blokunun gücünü zorlamaktaydı. Sürekli silahlanma "ihtiyacı" Sovyet blokundaki ülkelerin ekonomilerine ağır bir yük oluşturmaktaydı.

Bunun üzerine, Sovyet yöneticileri, Batı ile ilişkilerdeki gerilimi azaltmak üzere Detant (Yumuşama) politikasını ortaya atmışlardı. Sovyetler Birliği’ne karşı muhalefet etmek için zaten bahane arayan Çin Halk Cumhuriyeti yöneticileri ise, "Detant"ı "emperyalizmle uzlaşma" hatta "teslimiyet" olarak yorumladılar ve dünya komünist hareketine böyle sundular.

Sovyetler Birliği ya da Sovyet bloku, özellikle içerdeki monolitik uygulamaları nedeniyle elbette eleştirilebilirdi ama bugün baktığımız zaman görüyoruz ki, onların eleştirilmeyi en az hak eden politikaları "Detant" adını verdikleri yumuşama politikasıydı.

Devrimci literatürde, elbette "gerilim" değil ama bunun daha estetize edilmiş şekli olan "kavga", "mücadele" "havaya kalkan yumruk", "uzlaşmazlık" vb. yüceltilmiştir. Devrimcilik bu tür şeylerle özdeşleştirilerek ileri sürülmüştür. Bu bakımdan, emperyalizmle ilişkileri yumuşatma yoluna giden "revizyonistleri" köşeye sıkıştırmak o kadar da zor olmamıştır. Gerçi, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren, pek "uzlaşmaz" Çin Halk Cumhuriyeti’nin emperyalizmle bırakın uzlaşmayı, doğrudan işbirliğine gittiğini hep birlikte gördük.

Oysa, gerilimi azaltmak, detant, yumuşama politikaları hiç de emperyalizmle uzlaşma ya da işbirliği anlamına gelmezdi. Bu, sadece silahlı güçleriyle karşı tarafı sıkıştıran Batı emperyalizminin tazyikini azaltma, bir nükleer savaş tehlikesini öteleme ve bu sayede biraz rahat nefes alma anlamına gelirdi. Gerilimi körüklemek ise emperyalistlerin tam da istediği şeydi. "Keskin sirke" her zaman kabına zarar verir.

Tabii 1990’lara kadar köprülerin altından çok sular aktı. Sovyet Bloku yıkıldı, 1960’ların keskin ÇHC’si tek parti diktatörlüğü altında dizginsiz bir kapitalizme yöneldi ve bu sefer devlet kapitalisti bir ülke olarak Batı kapitalizmiyle rekabete girdi. Bugün Çin, içte baskıcı, dışta uzlaşmacı bir ülkedir. Batı ile ilişkileri, kapitalizm çerçevesinde hem işbirliğine hem de rekabete dayanır. Bildiğimiz kapitalist ülkelerden daha fazla milliyetçidir. Uygur örneğinde gördüğümüz gibi, içerde farklı milliyetlerin ulusal talepleri karşısında anında bildik "toplama kampları"nı devreye sokar.

Son Tayvan krizinde ise Çin, "ulusal hassasiyetleri" söz konusu olduğu zaman, bölgesel hegemonyacı ulus-devletleri bile gölgede bıraktığını kanıtladı.

Tayvan adlı devlet, esasen Çan Kay Şek güçlerinin 1949 yılında Çin Halk Ordusu karşısında yenilgiye uğraması üzerine, Formasa adasına kaçmasıyla kurulmuştu. Aslında Mao zedung, adeta vücuttaki cerahati dışarıya atar gibi, yenilmiş Çan Kay Şek güçlerinin bu adaya sığınmasını teşvik bile etmişti. Aynı şekilde, ülkenin Batı’yla ticaret kapılarını tamamen kapatmamak için Hong Kong’u ilhak etme yoluna gitmemişti.

Ne var ki, geçen zaman içinde bu iki küçük ülke, Formasa’da kurulan Tayvan devletine "mililyetçi Çin" denmesine rağmen, kendileri de fazlasıyla milliyetçi olan Çin yöneticilerine, yanı başlarındaki iki çıbanbaşı gibi görünmeye başladı. İngiltere’yle yapılan anlaşmanın 1997’de sona ermesiyle birlikte Hong Kong Çin toprağı sayıldı. Fakat ÇHC’nin Hong Kong’a kendi hukuksal sistemini dayatması üzerine, bireysel özgürlüklere alışmış Hong Kong’lular direnişi geçti. Geçtiğimiz yıllarda bu mücadeleye tanık olduk.

Son Tayvan krizi, ÇHC’nin ulusal çıkarcılıkta ne kadar bağnaz olduğunu ortaya koydu. Amerika’yla birçok alanda "al gülüm ve gülüm" iyi geçiniyorlardı da, bir ABD’li yetkilinin Tayvan’ı ziyareti söz konusu olunca hop oturup hop kalktılar. Efendim, aslında Tayvan ÇHC’nin kendi toprağıymış. Birincisi, Tayvan, sizin izniniz olmasaydı kurulamazdı. Çan Kay Şek’i fena halde yenilgiye uğratan Çin Halk Ordusu, istemese Tayvan’ı vermez, anında topraklarına katardı. Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra mı aklınıza geldi Tayvan’ın Çin toprağı olduğu? İkincisi, ne olursa olsun Tayvan 70 yıldır "bağımsız" bir devlet olarak yaşadığına göre, hangi devlet başkanını kabul edip etmeyeceğine kendisi karar verir. Sizin ABD ile yürüttüğünüz ticari ilişkilerinize kimse karışıyor mu?

Yeniden Detant konusuna dönecek olursak, Detant ya da yumuşama kesinlikle karşı tarafa teslimiyet anlamına gelmez. Bu, genelde aklın emrettiği barışçı bir yoldur. Bırakın devletlerarası ilişkileri, bir aile içinde bile gerilim, sinir bozmaktan başka bir şeye yaramaz.

Bu konuda devrimci saflardaki yanlış önyargıların da giderilmesi zamanı gelmiştir artık. Muhalif sol güçler, egemen güçlerle her zaman gerilimi tırmandırmaktan yana olacaklardır diye bir şey yoktur. Tersine, gerilim, çoğunlukla egemenlerin işine yarar. Türkiye toplumsal tarihi de, dünya tarihi de bunun örnekleriyle doludur. 1921 yılında, Kronstadt bahriyelilerinin Bolşevik Hükümet adına Ada’ya gelen Kalinin’i bando mızıkayla karşılaması ve Ada’nın Bolşevik temsilcisi N. N. Kuzmin’in yaptığı konuşmayla ortamı germesine rağmen, Çapa Meydanı’ndaki mitingin dostane bir havada başlaması, ayaklanan o öfkeli Kronstadt bahriyelilerinin bile başlangıçta hiç de gerilimden yana olmadıklarını göstermesi açısından öğreticidir (P. Avrich, Kronstadt 1921, Çev: G. Zileli, Versus, 2006, s. 69).

Kaslar açısından bakacak olursak, gerilimin sonu spazm ve kramptır, bu bakımdan bünyeye hiç de faydalı değildir. Türkiye’de de gerilimi davet eden bir dönem var önümüzde. Bence bu dönemde gerilimi kışkırtan, dışa yayılma eğilimleri gösteren, Rojava’ya saldırıdan söz edip duran (ve bayır aşağı gitmekte olan) AKP iktidarı olacaktır. Bu durumda, gerilimi mümkün olduğu kadar azaltmak sol ve devrimci güçlerin yararınadır.

Bir de şu sıkılmış yumruk sembolünü olur olmaz kullanmasak iyi olur gibi geliyor bana. Pek keskin solcularımız, nobranlıkla "çiçek, böcek" diye küçümserler de, doğadan, hem mücadeleyi hem yumuşaklığı sembolize eden örnekler bulsak daha iyi olacak.

Örneğin bir filin dişleriyle hortumu iyi bir sembol olabilir. Filozof görünümleriyle o güzelim fillerin dişleri savunmayı, hortumları yumuşamayı sembolize eder gibidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gün Zileli Arşivi