Dağlık Karabağ hattında savaş - Bütün bunlar olmak zorunda mıydı?

Benim anladığım yedi rayon üzerinde tarafların bir biçimde anlaşmaya açık olduğu ama Azerbaycan tarafının Dağlık Karabağ halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımadığı

Dağlık Karabağ hattında geçtiğimiz Cumartesi öğlen başladığı ilan edilen insani ateşkes kararına iki taraf da daha başından uymayacağını karşılık saldırılarla gösterdi. Sonrası da maalesef  buna uygun bir biçimde gelişti.

Geçtiğimiz hafta içinde her iki tarafta da sivil ve askeri kayıplar sürdü. Hatta savaşın bu bölümünde önceki haftalara göre farklılaşan ögeler de oldu. Bunlardan biri Ağdere, Ağdam, Fuzuli, Hadrut ve Cebrail bölgelerinde çatışmalar sürerken Türkiye’nin desteklediği Azeri güçlerinin kısmi ilerlemeler kaydettiğinin Dağlık Karabağ ve Ermenistan yönetimlerince de kabulüydü. İkinci farklılıksa bu kez yine iki tarafın da kabul ettiği Azerbaycan’ın füze rampalarına dönük saldırısının doğrudan Ermenistan toprakları içinde gerçekleştirilmesiydi. Bu tam da Kremlin’in sözcüsü Peskov’un ağzından Ermenistan’a doğrudan saldırı yapılıp yapılmadığının Rus makamlarınca değerlendirildiği, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) kapsamında Ermenistan’ı savunmak üzere sürece müdahalenin sorgulandığının açıklandığı bir dönemde geldi.

Bir diğer yeni gelişme ise güneyde İran sınırındaki çatışmaların İran’ın bölgedeki yerleşimlerini etkileyerek şimdilik bir kişinin yaralanması bir evin yıkılmasıyla sonuçlanması oldu. Bir de İran’la ilgili bir not olarak İran’a akan bir su havzasının Azeri güçlerince ele geçirilmeye çalışıldığı. İran şimdilik gelişmelere somut tepki vermiş değil ama yakından takip ettikleri açıklamalarına yansıyor.

Önemli bir eşikse çatışma hattının dışında bulunan Gence kentine dönük gerçekleştirilen saldırıydı. Daha önce de olmuştu fakat bu kez daha kapsamlıydı. Füzelerle yapılan saldırıda on kişinin öldüğü kırka yakın sivilin de yaralandığı açıklandı. Saldırıyı eğer masada yer bulamayan  "sınırın ötesinden iki füze atarız…" diyen iyi saatte olsunlar yapmamışsa (Cuma günü de Azeri tarafının Nahçıvan’a saldırıldı iddiası pekala Türkiye’nin dikte ettiği savaşın alanını genişletme politikasının bir parçası olabilir.) bu adım Karabağ güçleri açısından önemli bir hata oldu. Çünkü Azerbaycan tarafı "ateşkesi asıl ihlal eden ve masum insanlara saldıran" retoriği eşliğinde uluslararası basını ve diplomatları bölgeye taşıdı. Sonrası gerçekleştirdiği saldırıları bu olayın üzerine bina etti. Savaşın aynı zamanda propaganda gücüyle yönlendirilebileceğini gösterdi.

Bunun karşısında Ermenistan’ın Suriye’den taşınan paramiliter güçler etrafında yarattığı tartışma kısmen etkili olurken;  Stepanakert’eki yıkımın ya da Şuşi merkezinde bulunan Ğazançetsots Katedrali’nin Azeri saldırıları sonucu aldığı hasarın sergilenmesi; simgesel önemi büyük olsa da çellist Sevak Avanesyan’ın yarı yıkık katedral binasında Komitas’ın bir eserini seslendirmesi o kadar yankı bulmadı.

Bu bölümü yukarıdaki videoyla bağlamıştım ama Cuma’yı Cumartesi’ye bağlayan gece Gence kentine yeni bir saldırı haberi geldi. Azeri tarafı 12 kişinin öldüğü 40 kişinin de yaralandığını açıkladı. Ermenistan adına yapılan açıklamalarda bu suçlamayı kabul etmedikleri gibi görüntülerin Suriye’den olabileceği ifade edildi. Dağlık Karabağ yönetimindense bir açıklama gelmedi.

Azerbaycan’ın yeni bir saldırı dalgası için bu zemini şimdiden kullanmaya başladığı Türkiye’nin de açıkça savaş kışkırtıcısı pozisyonunda bulunduğu görülüyor. Çünkü mevcut savaşı "fetih" için büyük bir fırsat, olanak olarak görüyorlar, dertlerinin sorunu çözmek olmadığı çok açık. Türkiye’yi yönetenler asıl olarak emperyal hedeflerinin bir ayağını sağlama alma derdinde.

İnsanlığın ortak geleceği olabileceğini umudunu taşıyanlar bütün bunları "olmaması gerekenler" kategorisinde değerlendirse de yeniden soykırım korkusu yaşayanların, her gün üstüne bomba yağanların, intikam ateşiyle gözü kararmışların, bölgenin "ağabeyi" olarak davrananların kısaca savaşanların aklının hiç de öyle olmadığını, başka hesaplar peşinde olabileceğini maalesef öteden beri biliyoruz…

Rusya’nın beklentileri

Savaşın sürmesi karşısında  Rusya’nın daha ciddi bir zorlamaya girmek yerine bölgeye iki tarafın onayı dahilinde Rus askeri gücünü konumlandırmayı teklif etmesi "insani ateşkes anlaşması"na dair asıl beklentinin bu yönde olduğunu gösterdi. Gerek Aliev gerekse de Paşinyan bu duruma açıktan yeşil ışık yakmasalar da kerhen böyle bir adımı kabullenebileceklerini işaretini veriyorlar. Rusya bu konuda her iki tarafı da tartmayı sürdürüyor. Bu beklentisinin gerçekleşmediği durumlarda başka politikaları gündemine alabilir, zorlayabilir. Mesela bir süredir Aliev’in yerini eşi Mehriban Alieva’nın almasını yollarını aramak gibi. Bana sorarsanız arkasında Rusya’nın desteği bile olsa bir kadın yöneticinin o topraklarda tutunması bir hayli zor olur.

Burada Rusya’nın asıl sorunu Türkiye’yle. Bu hafta Rus yönetimi hem Putin’in hem de Lavrov’un ağzından çeşitli kereler Türkiye’nin stratejik ortak olmadığı beyanını dile getirdi. Bu biraz da "bizim etki alanımızda olma ama başka alanlarda ortaklığımız sürebilir"in başka bir ifadesiydi. Aslında genel olarak AB ve ABD’nin Türkiye’ye yaklaşımı da bu çerçevede özetlenebilir. Rusya’nın Avrupa’nın içlerine doğru ilerleyen Türk Akımı-1’in üzerinden Türkiye’ye yüklediği misyon biraz böyle. AB ve NATO ile Türkiye’nin dalaşmasından da Putin yönetiminin hoşlandığı aşikar. Fakat bu kadarı Türkiye’deki diktaya yetmiyor. S-400’ün Sinop’ta denenmesi Putin yönetimine daha fazla yaslanma ihtiyacına işaret ediyor; aynı zamanda NATO ve ABD’nin acizliği sergilenmiş oluyor derken fakat aynı gün "Kırım’ın ilhakını tanımayız" açıklamasıyla bana sorarsanız saçmaladığını gösteriyor. Türkiye, dış politikada emperyal güç olmak gibi genel bir hedefi olmakla birlikte işin doğrusu cepheden cepheye sıçrayan, kiminle neyin ittifakını yapacağını kendine bile tarif edemeyen haliyle sürekli yeni çıkmazlar üretiyor. Aynı hafta içinde Oruç Reis’i yeniden sefere çıkararak AB ve NATO ile, İdlib’e yeni sevkiyatlar yaparak Rusya’yla, Kıbrıs’ta Maraş’ı açarak ABD ile de karşı karşıya gelmeyi becerebiliyor.

Fakat rakipleri/ müttefikleri öyle oynamıyor. Nitekim paramiliter güçleri Suriye’den nasıl taşıdığının, savaşı nasıl kışkırttığının ayrıntılarını Rus yönetimi açıklayıverdi. "Elinizde kanıt yok…" diyenler Suriye’den gelenlerin kimliklerinin alındığı belki de yerine Azeri askeri üniformaları giyip Azeri kimlikleri verildiğini muhtemelen bizden daha iyi biliyorlardır. ABD’nin mevcut yönetiminin inşallahlı, maşallahlı yaklaşımın da bu olanlar karşısında zorlanacağı açık.

Bütün bu olanlar Türkiye’deki mevcut iktidarın ne kısa zamanda gideceğine, ne de bu politikaları içe dönük yapıldığına işaret. Muhalefetin mevcut politikasızlık ve "milli cephe"de hazır ola geçen halinde buna ihtiyaç sıfıra yakın. Bence dışarıdaki bu saldırgan tutumu iç politik ihtiyaçlara bağlamak dünyada olan biteni anlama zahmetine girmek yerine muhafazakarlık şerbetinin tiryakisi olmaya işaret eder. Çünkü hali hazırda Libya, Suriye ve Irak’ta işgal gücü olmak, Güney Kafkasya’da işgal gücü olmayı hedeflemek bir çok alanda iktidar payandalığıyla meşgul bir muhalefeti ötelemek için olamaz.

Aliev ve Paşinyan’ın söyledikleri

Uluslararası basın doğal olarak hem Ermenistan hem de Azerbaycan yöneticilerine sık sık mikrofonu bu süreçte uzattı. Aliev ve Paşinyan’ın bu röportajlarda temel ilkelerimiz, kırmızı çizgimiz diye neleri niteledikleri dikkatimi çekti. Bu savaş kurtuluş savaşımız diyen Aliev "Temel ilkelere gelince, orada her şey açıkça ifade edilmiş durumda. İşgal altındaki Azerbaycan bölgelerinin aşamalar halinde kurtarılması öngörülüyor. İlk aşamada işgal altındaki toprakların güneydoğu kısmında beş bölge var. İkinci aşamada ise Dağlık Karabağ ve Ermenistan arasında yer alan Laçin ve Kelbecer bölgeleri var. Ermenistan-Azerbaycan sınırının diğer kısımlarında yer alan iletişim hatları dahil olmak üzere tüm iletişim hatlarının açılması. Sığınmacıların ve ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin sürekli ikamet yerlerine geri dönmesi, bu kapsamda Azerbaycanlı mültecilerin Şuşi topraklarına ve eski Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi'nin diğer bölgelerine geri dönmesi öngörülüyor. Ve nitekim taraflarca mutabık kalınması gereken Dağlık Karabağ'ın nihai statüsüne ilişkin müzakereler var…

"…Azerbaycan hiçbir koşulda Dağlık Karabağ'ın bağımsızlığına rıza göstermez. Ancak aynı zamanda önerimiz, gelecekte Ermenistan toplumunun ve Azerbaycan toplumunun Dağlık Karabağ topraklarında barış içinde ve bir arada yaşaması gerektiğine dayandırıldı…" 

Aliev’in açıklamalarında iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. İlki Dağlık Karabağ’ın statüsünün diğer rayonlardan farklı olması gerektiğinin farkındalığı. İkincisi ise söylenen büyük bir yalan daha doğrusu "barış içinde bir arada yaşanabileceği" düşüncesinin Aliev tarafından dile getirilmesi. Kendisi bir hanedan, Azeri halkına herhangi bir konuda söz hakkı tanımayan bu kişinin "düşman" diye nitelediği bir toplulukla "barış içinde bir arada yaşamayı" sağlayacağı sözü gerçekten ne kadar inandırıcı olabilir?

Paşinyan’sa bir uzlaşma için ilke olarak  "halkların kendi kaderini tayin etme hakkı, güç kullanmama veya güç kullanma tehdidinde bulunmama ve toprak bütünlüğünün yanı sıra  Dağlık Karabağ halkının kendi kaderini tayin etme hakkı, bizim için asla taviz vermeyeceğimiz bir kırmızı çizgidir" diyor.

Benim anladığım yedi rayon üzerinde tarafların bir biçimde anlaşmaya açık olduğu ama Azerbaycan tarafının Dağlık Karabağ halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımadığı. Peki Azerbaycan’ın milliyetçi yönetimi bu tanımama hakkını nereden alıyor? Dönemin Sovyetler Birliği yönetiminin Dağlık Karabağ’da Ermeni halkı çoğunluk olmasına rağmen Azerilere geçtiği bir iltimas politikasından öte nereden alıyor? Aynı mantıkla bir dönem bölgede Kızıl Kürdistan’ın ya da Moğolların bulunuyor olması burası bizim demeye yetebilir mi? Ya da koltuk çıkan politika sayesinde Nahçıvan’ın Azerbaycan’a verilmesi oradaki Ermeni nüfusu zamanla bölgeden göç etmeye zorlamaya zeval verir mi?

Soruları çoğaltabiliriz ya da çoğaltmalıyız. Mesela Dağlık Karabağ’da Ermeniler bir oylama yapıp Azerbaycan’dan "bağımsızlık" kararı aldılar diye Bakü yakınlarında Sumgayıt kentinde Ermenilere dönük bir katliam düzenlemek (26 Şubat-1 Mart 1988) evla mıdır? Ya da Azerilere ciddiyetimizi gösterelim diye Hocalı Katliamı’nı (26 Şubat 1992) yapmak hak mıdır? Neden 30 bin insan öldürüldü, bir milyondan fazla insan yaşadığı yerleri terk etmek zorunda kaldı, sürüldü? Karabağ savaşının "kahramanları"nın bir kısmı devlet başkanı da olsalar bugün Ermenistan yasaları nezdinde neden yargılanan, ceza alan kişilere dönüştü, bütün bunlar tesadüf mü?*

Sonuçta iki tarafın kendine her şeyi hak gören milliyetçilerinin ve toplumlarının geçmişleriyle bir hesaplaşmaya girmesi şart. Daha da önemlisi bu savaşı asıl olarak motive eden Türkiye’nin kuşkusuz şimdisiyle ve geçmişiyle hesaplaşması. Sonra sorularımız değişmeye başlar. Mesela burası kimin diye sormayız; burada doğanın varlığını, haklarını önceleyen bir tarzda nasıl birlikte mutlu olabiliriz diye konuşacağımız günler de gelir.

Ne dersiniz, çok mu naif geldi bu soru, birbirimizin kanını içmek varken.

* Biraz bu "hikayede" yukarıda işaret ettiğim durumu resmetmeye çalışmıştım

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aykan Sever Arşivi