'İnkâr politikasından nefret politikası'na transfobi devlet eliyle körükleniyor

'İnkâr politikasından nefret politikası'na transfobi devlet eliyle körükleniyor
Devlet yetkileri yaptıkları açıklamalarla nefreti, ayrımcılığı, homofobiyi ve transfobiyi körüklerken; polisin copu eş zamanlı LGBTİ+ aktivistlere iniyor.

Ayşegül BAŞAR


ARTI GERÇEK- Homofobi ve transfobi iktidar politikalarının bir yansıması olan 'nefret dili' aracılığıyla toplumda beslenmeye devam ederken, Türkiye'de son 13 yılda en az 54 transın öldürüldüğü LGBTİ+ derneklerince biliniyor. Onur Yürüyüşü’nün yasaklandığı 2015 yılına kadar 'inkâr', sonrasında ise 'nefret politikaları' ile saldırılar meşrulaştırılmaya çalışılırken her gün şiddet haberleri gelmeye devam ediyor.

İktidar çevresinden gerek medyada gerekse de sosyal medyada doğrudan hedef haline getirilen LGBTİ+ aktivistlere karşı saldırılar, Boğaziçi eylemlerinden 8 Mart'a artarak devam etti. Yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un ve AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın doğrudan hedef göstermesi, yine iktidar çevresinden kullanılan nefret diliyle şiddetin meşrulaştırılmasının, son zamanlarda artan trans saldırıları ile şüphesiz bir ilişkisi var. LGBTİ+’lar sokakta hak mücadelesi verdikleri için doğrudan kolluk güçlerinin şiddetine maruz kalırken; gündelik hayatta da maruz kaldıkları saldırılar karşısında yaşama, nefes alma mücadelesi veriyor.

SADECE MEDYAYA YANSIYANLAR:

2 Mart’ta İstanbul Şişli’de Harun S. isimli erkek, evine gittiği trans kadın Asel’e silah zoruyla cinsel saldırıda bulundu. Üzerinden silah dışında bir bıçak ve 11 adet kurşun da çıkan Harun S.’nin savunmasında 'Kadın sandım, erkek çıktı' dediği belirtildi. Harun S., adli kontrol ve yurtdışına çıkış yasağı ile serbest bırakıldı. 9 Mart akşamı Beyoğlu’nda 18 yaşında Suriyeli trans kadın Asya’nın yüzüne, Emre Bozkurt tarafından kezzap atıldı. Asya’nın yüzünde ve sırtında birinci derece yanık var, bir gözü kör oldu diğer gözü ise büyük oranda görme yetisini kaybetti. Dün, evinde ölü bulunan Miraş Güneş'in katili ise hâlâ serbest.

'BİZİ BIRAKMAYIN'

8 Mart Dünya Kadınları Günü öncesi Kadıköy'de yapılan eylem sonrası taksilere binerek alandan uzaklaşmak isteyen trans kadınlar polis tarafından durdurularak gözaltına alındı. Bu esnada gözaltına alınan trans aktivist Yıldız İdil Şen ve diğer arkadaşlarının 'Bizi bırakmayın' çağrısı karşılık buldu. Binlerce destek paylaşımın yapılmasının ardından trans kadınların çağrısı bu yılki 8 Mart'ın simgelerinden biri haline geldi.

Bir hafta içinde ardı ardına yaşanan tüm bu şiddet olaylarının anlattıklarını, faillerin rahatlıklarını ve cesaretlerinin kaynağını trans aktivist ve HDK LGBTİ+ Meclis Girişimi'den Yıldız İdil Şen ile Avukat Levent Pişkin Artı Gerçek'e anlattı.

'GETTOLARI DEĞİL TÜM ŞEHRİ İSTİYORUZ'

Hem sosyal hem de kamusal alanda trans olduğu için nefrete maruz kaldığını ifade eden Yıldız İdil Şen, "Her ne kadar gettolara (Taksim, Şişli, Beşiktaş, Kadıköy) sıkıştırılmış olsak da o gettolarda dışında da şiddete, ayrımcılığa vs. maruz kalıyoruz. Kısacası bu nefret her yerde, biz de her yerde var olmalıyız. Gettoları değil tüm şehri istiyoruz. Aslında her geçen gün LGBTİ+'lara yönelik şiddetin arttığını görebiliyoruz. Ve bu şiddetin arkasında erkek-devletin olduğunu da biliyoruz. LGBTİ+'ları hedef gösterenler, yaşam alanlarımıza saldıranlar, bu nefreti meşrulaştıranlara karşı mücadele vermek belki de üzerimize düşen görevlerdir." diyor.

'İNKAR POLİTİKASINDAN, NEFRET POLİTİKASINA GEÇİŞ'

2015 yılında İstanbul Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasının ardından gelen yasaklar silsilesi ve peşi sıra hükümetin LGBTİ+’ları doğrudan hedef alan açıklamalarının LGBTİ+ hareketi için de bir başlangıç olduğunu belirten avukat Levent Pişkin, "2015 yılı ile birlikte devletin inkâr politikasından nefret politikasına geçişine tanık olduğumuz bir dönemden bahsediyoruz. Bir toplumsal hareket olarak LGBTİ+ hareketin bu anlamda hedef olarak seçilmesi de dönemin ruhuna kuşkusuz uygun düşüyor. İlaveten milliyetçiliğin ve eril şiddetin yükseldiği bir toplumda homo-transfobinin yükselmesi doğal bir beklenen; bunlar aynı kandan gelen erkek kardeşler. Üstüne bir de Anayasa’nın 10’uncu maddesi uyarınca herkese eşit davranmakla yükümlü kamu görevini haiz kişilerin nefreti körüklemesi, transfobi ve homofobiyi cesaretlendirmeleri zaten polis alt kültürü içinde çöreklenmiş olan bu tür eğilimleri daha da zıvanadan çıkarıyor tabiri caizse. Doğal olarak da ciddi anlamda bir hedef olma söz konusu oluyor, var oluşa yönelik ciddi bir tehdit ve saldırganlık gözlemleniyor ve şiddet, kötü muamele ve işkence vakalarıyla karşılaşıyoruz LGBTİ+ gözaltı vakalarında." sözleriyle meselenin hukuki boyutuna da dikkat çekiyor.

'TOPLUM İKTİDAR TARAFINDAN HASSASİYETLEŞTİRİLİYOR'

Asya Cevahir'e kezzapla saldıran fail ile Mişra Güneş'in ölümüne sebep olan failin 'erkek devlet'ten beslendiğini ifade eden Şen, şöyle devam ediyor: "Asya'ya saldıran kişi eski sevgilisi Emre Bozkurt. Emre, Asya'ya saldırırken onun mülteci olduğunu biliyordu, yargılanmayacağını yargılansa dahi indirim alacağını biliyordu ya da Mişra Güneş'i katleden cani. Onlar için erkek devletin mahkemeleri karşısında erkek adalet tesis edilecek. Her iki cani de erkek devleti alarak bunları yapabildi. Bizler de bugün tüm bu saldırılar ve nefret sarmalına karşı birbirimizin çaresiyiz diyoruz. Tüm bunlar yaşanırken, her yeni güne bir saldırı haberiyle uyanırken, devlet 'toplum ahlakı', 'toplumun hassasiyeti' gibi söylemlerle bu saldırıları meşrulaştırıyor. Hassasiyeti olmayan toplum iktidar tarafından hassasiyetleştiriliyor."

‘BİREYSEL BİR KORKU DEĞİL, TOPLUMSAL MÜESSESE’

LGBTİ+’ların günlük hayatta kendini güvende hissetmemelerinin yasalar ve toplumsal dinamiklerle doğrudan ilişkili olduğunu vurgulayan avukat Pişkin, "Yasa aynı zamanda bir toplumu yaratmak/şekillendirmek için tıpkı ahlak, tıpkı din gibi öneme sahip. Bu zeminde düşündüğümüzde yasa koyucular ve yasa yorumlayıcıların da doğal olarak toplumsal ve siyasal olanın üstünde etkisi var. İkinci husus zaten transfobinin toplumsal gerçekliği. Hâlâ transfobi/homofobi denildiğinde bunun basit bir psikilojik mevzu, bireysel bir korku olduğu gibi çıkarımlar yapılıyor. Değil, açık ve net bunlar toplumsal müesseselerdir. Hatta müesses nizamın devamını sağlamak için bahsettiğimiz yasalar, yasa koyucular ve yasa yorumlayıcılar eliyle güçlendirilen, cesaretlendirilen oluşlardır. Bu şartlar altında, gündelik hayatının her alanında ayrımcılığa uğrayan/uğrama potansiyeline sahip kişilerin yasal anlamda da bir korumasının olmadığını, dahası yasama ve yargı pratikleriyle daha da çıplaklaştırıldığını düşündüğümüzde güvende hissetmemekten daha beklenen bir sonuç olmayacaktır. Toplumun ‘insan’ kategorisine-kurgusuna dahil edilmeyen ve üstelik yasanın koruması dışında, hatta yasanın da hedef aldığı var oluşlar söz konusu iken nasıl güvende hissedilebilir?" diyor.

‘MÜNFERİT VAKALAR DEĞİL, SİSTEMATİK SALDIRI’

8 Mart’tan hemen önce, 2 Mart günü trans kadın bir müvekkilinin uğradığı silahlı cinsel saldırıyı anlatan Pişkin, bu olayda da failin serbest olduğuna dikkat çekiyor. Pişkin, bu olayları münferit olarak değerlendirmenin doğru olmadığını belirterek, toplumsal olanın siyasal, siyasal olanın da toplumsal olduğundan hareketle şu değerlendirmelerde bulunuyor: "Kuşkusuz fail işlediği suçtan sorumlu ve usulüne uygun olarak cezalandırılmalı. Ancak ötesinde siyasal alandaki açıklamaların yoğunluğu, bakanların bizleri sapkın diye niteleyişleri, ahlaksızlar vurgusu, azgın azınlık gibi üst kademeden gelen söylemler, yine eşcinselliği bu topraklara aykırı gören açıklamalar ve hatta koronavirüsün varlığını eşcinselliğe bağlayan fetvaların olduğu yerde kim bu suçların münferit olduğunu iddia edebilir? Ya da nefret cinayetlerinde ahlak, namus gibi ne idüğü belirsiz kavramlarla, objektiflikten uzak değerlendirmelerle adeta cezasızlık politikasının egemen kılındığı bir yargı pratiğinde nasıl münferit olduğunu söyleyebiliriz? Adalete erişimde -ilk aşamadan son aşamaya kadar- ciddi sıkıntılar yaşayan bir toplumsal grubun, ihlal edilen bir hakkı için hak aramaya başkoyduğunda hakkının bizzat yetkililer tarafından ihlal edilip ayrımcılığa uğradığı yerde, bu açıklamaların gün gün dozu artırılarak transfobi ve homofobinin cesaretlendirildiği bu toplumsallıkta tabii ki bunlar sistematik bir saldırının beklenen doğal sonuçlarıdır."

‘KADIN SANDIM ERKEK ÇIKTI’ SAVUNMASI

Pişkin, faillerin yalan söylediği çok açık belli olan durumlarda dahi serbest bırakıldığını yakın zamanda yaşadığı bir deneyim üzerinden şöyle anlatıyor: "En güncel vakayı anlatayım size, az evvel bahsettiğim silahla cinsel saldırı, yani nitelikli cinsel saldırı vakasını. Trans kadın müvekkilim ile bir erkek görüşüyor, fail kondomsuz seks yapmak istiyor ve müvekkilim reddediyor. Bunun üstüne fail silahını çekiyor ve müvekkilin başına dayayıp müvekkile o şekilde tecavüz ediyor. Şansına müvekkil evden kaçma fırsatını yakaladığı an evden çıkıp failin üstüne kapıyı kilitliyor ve polise haber veriyor. Fail gözaltına alınıyor, karakolda, savcılıkta ve sorgu hâkimliğinde üç ayrı ifade veriyor ve ifadeler tamamen birbiriyle çelişkili. Aynı zamanda failin üstünden seri numarası belli olmayan bir silah, 13 cm uzunluğunda açılır kapanır bir bıçak ve 11 mermi çıkıyor. Şunu da belirtelim, failin ifadesi tüm nefret suçlarındakiyle aynı: ‘Kadın sandım erkek çıktı.’ Gayet açık bir şekilde yalan ifade olduğu anlaşılıyor. Hâkimlik bu kişiyi yeterli delil yok diye serbest bıraktı."

‘DAHA ÇOK DAYANIŞMA’

Transfobiye ve homofobiye karşı mücadelenin herkese düşen bir görev olduğuna dikkat çeken Pişkin, "Hâlâ muhalefet kesimlerinde kurumsal homofobi-transfobi ile karşı karşıyayız. Bulunduğumuz alanlarda, mücadele ettiğimiz yapılarda bunun mücadelesini de vermeliyiz. Bu çok katmanlı bir mücadele, sadece siyasal iktidara karşı verilen bir mücadele değil, iktidarlara karşı bir eşitlik ve özgürlük mücadelesi, beraber özgürleşme mücadelesi. Daha çok dayanışma, daha çok birlikte mücadele, başka seçeneğimiz yok." diyor.

'KURTULUŞ BİRLEŞİK MÜCADELEDE'

Trans kadın Şen de tüm bu saldırıların tekil değil, örgütlü bir saldırı ve nefret olduğunun altını çizerek, "Bir sevmeme hali değil, örgütlü ve sistematik bir saldırıdır ve temel hedefinde LGBTİ+ varoluşları vardır. Nerden mi biliyoruz? Cuma Hutbesinden biliyoruz, Erdoğan'ın nefret söylemlerinden biliyoruz, Soylu'nun hedef göstermesinden biliyoruz. Bu noktada bizlere düşen şey bu nefretin karşısında birlikte örgütlü ve sistematik bir mücadele vermeliyiz. Çünkü bu onur sadece LGBTİ+'ların değil, Alevilerin, Kürtlerin, Ermenilerin kısacası hepimizin onurudur. 6 Mart’ta ve 8 Mart’ta polis saldırısı ve tüm bu saldırılardan nasibini alan yine bizlerdik. Bizler ‘Ataerkiye, Kadın Kırımına, Kürt Düşmanlığına, Terf Şiddetine’ şiarıyla oradaydık ve polisin bize özel bir yönelimi vardı. Bu özel yönelimin nedeni muhakkak LGBTİ+ olmamızdı ama tek başına o değildi. Kürt LGBTİ+ olmamızdı. Aslında devletin de korktuğu yer işte bu kesişimsel yer hem Kürt hem de LGBTİ+ olmamız ve her iki mücadelenin de öznesi olmamız." diyor ve bu saldırılar karşısında kurtuluşun birleşik mücadeleden geçtiğini hatırlatıyor.

Öne Çıkanlar