Bir tabiat harikası olarak aile

Türk ailesi ya da kutsal aile kurumu diye bir şey yok. Varsa bile bunun bir tarihi var. Belirli bir tarihten itibaren ortaya çıkmış bir toplumsal tasarımdan söz ediyoruz.

Geçen hafta MUBİ’de Ceylan Özgün Özçelik’in Cadı Üçlemesi 15+ Cezaevinden Mektuplar belgesel filmini izledim. 2022 yapımı 71 dakikalık bu film, üçlemenin ilk ayağı olan 13+ kısa filmi ile henüz çekilmemiş olan üçüncü ayak 18+ kurmaca filmi arasında duruyor. Filmin tamamı kendilerine cinsel ve fiziksel şiddet uygulayan kocalarını öldürmüş Aylin ve Havva adlı iki kadın mahkûmun hapishaneden yazdıklarının Hare Sürel ve Gülçin Kültür Şahin’in sesleriyle izleyiciye ulaşmasından ibaret.

Aylin ve Havva, çizgisel olmayan biçimlerde hikâyelerini anlatırken, anlatılanlarla ilgili veya uyumlu görüntüleri izliyoruz. Hapishaneden yazılan pek çok metin gibi, burada da duygu yükü yoğun, hatta bazen melodramatik anlatılarla karşı karşıyayız. Aylin ve Havva’nın seslerine eşlik eden görüntüler ise, bu duygu yükünü desteklemenin ötesinde pek çok çağrışıma açıyor, yankılıyor ve derinleştiriyor. Film boyunca bir hikâyenin asla basit bir olay akışından ibaret olmadığını, pek çok ve olabildiğine derin anlam katmanına sahip olduğunu görüyor ve anlıyoruz. Film, bir tür görsel deneme ve bazen bir görüntülü şiir havası da taşıyor.

Yönetmen Özçelik, filmin adıyla "AB Temel Haklar Ajansı’nın 2014 tarihli araştırmasının sonuçlarına göre her üç kadından birinin 15 yaşından itibaren fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalması" durumuna gönderme yapıyor. Çok etkileyici bir belgesel sinema örneği olan filmin sonunda, Aylin ve Havva ile görüşmek bir yana, seslerinin kaydedilmesine bile izin verilmediğini ve cezaevinden yazdıklarının iki oyuncu tarafından seslendirildiğini öğrenmek insanı daha çok etkiliyor.

Kadınlardan biri bir noktada haklarındaki hükümle ilgili ironiye gönderme yapıyor. Kasten adam öldürmekten 15 yıl hapis cezası almış her iki kadın. "Bu kadar çok kadının öldürüldüğü bir ülkede suçun kasten adam öldürme olarak adlandırılması bile bir ayrımcılık içeriyor" mealinde bir cümle kuruyor Aylin ya da Havva.

Bu iki kadın ağır şiddete maruz kalmışlar. Öldürülenlerden biri kendi öz kızına da cinsel istismarda bulunmuş ve karısı bunu fark ettiğinde "ikinize de yeterim" demiş. Ağır işkence ve ateşli silah içeren şiddet söz konusu her iki durumda da. Canlarını kurtarmak için öldürmüşler. Fakat bunun genellikle tersten işlediğini, öldürülen tarafın ezici bir çoğunlukla şiddete maruz bırakılan kadınlar olduğunu biliyoruz. Bu iki kadın, hayatlarını cehenneme çeviren zebani kocalardan kurtulmak için ellerinden geleni yapmışlar, kurtulamamışlar. Sığınacak bir merci bulamamışlar. Bulsalar büyük ihtimalle öldürmeyeceklerdi. Belki o an öldürmeseler, bir sonraki an ölecekleri durumlarda hayatta kalan taraf olmuşlar. Şimdi bunun cezasını çekiyorlar.

Tam da bu durumla bağlantılı İstanbul Sözleşmesi konusunda olumsuz bir durumla karşılaştık geçen hafta. Tam adıyla "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi" Türkiye tarafından 2011’de imzalanmıştı ama 20 Mart 2021’de Resmi Gazete’de yayımlanan cumhurbaşkanlığı kararıyla feshedildi. Bu fesih kararının anayasaya aykırılığı etrafında gelişen süreç Danıştay 10. Dairesi’nin fesih kararını uygun bulmasıyla şimdilik sonuçlandı. Oy çokluğuyla verilen karar temyize açık.

Konunun özellikle anayasayla ilgili yönleri tartışılıyor ve tartışılmaya devam edecek. Ancak Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın 21 Mart 2021’de, fesih kararının ardından yaptığı açıklama çok çarpıcı. Bu açıklamada sözleşmenin fesih gerekçesi doğrudan LGBTİ+ hareketine bağlanıyor: "Başlangıçta kadın haklarının güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir. Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararı alması da bu nedene dayanmaktadır."

Açıklama haberine giderseniz, sözleşmeden çıkılmasına rağmen, kadına dönük şiddetle mücadeleye kanunlar çerçevesinde "sıfır tolerans" gösterileceği gibi ibarelerle de karşılaşıyorsunuz. Yani İletişim Başkanlığı diyor ki, "kadınları dövdürtmeyeceğiz, öldürtmeyeceğiz ama sözleşme eşcinselliği normalleştiriyor, eşcinselleri insan gibi gösteriyor, sanki eşcinsel olmaya ve açıktan böyle yaşamaya hakları varmış gibi yapıyor ve bu da bizim toplumsal ve ailevi değerlerimizi yerle yeksan ediyor."

Dünyada kadına dönük şiddet yükselir ve Türkiye’de zirve yaparken, iyi diyoruz bari, sözleşmeden çıkılsa bile işte eksik gedik bir şeyleri yapacaklar, bazı adamların kadınları dövmelerini, tecavüz etmelerini, bıçaklamalarını, kurşunlamalarını, boğazlamalarını, parçalara ayırıp yakmalarını filan falan engelleyecekler. İyi bari diyoruz, onu yapsınlar. Fakat pek de ikna olmuyoruz.

Başkanlığın açıklaması akla, artık siyaseten yanlış olduğu için ikinci kısmını söylemekle yetineceğim "şecaat arz ederken sirkatin söylemek," yani hırsızlığını anlatarak kahraman olduğunu göstermek biçimindeki atasözünü hatırlatıyor ve sanki şöyle diyor: "Kadınları onlara dönük erkek şiddetinden korumak için bu uluslararası sözleşmeye dahil olduk ama bir de baktık ki, sözleşme nasıl olduğunu (açıklayamadığımız değil) açıklamadığımız bir biçimde eşcinselliği normalleştiriyor. Bu normalleştirme de topluma ve aileye zarar veriyor. O yüzden sözleşmeden çıkıyoruz. Kadınları, sözleşme olmadan erkek şiddetinden koruyacağız. Böylece toplum ve aileyi de korumuş olacağız."

Bu durumda önceliklerimiz şunlar: 1. Toplum ve aile. 2. Kadınlar. Eşcinsellik toplum ve aileye uygun değil, o yüzden anormal ve bunun iyice anormalleştirilmesi, belki gelecekte yasaklanması ve kanun dışı ilan edilmesi de bir başka kapsamlı siyasal öncelik. Eşcinseller toplum ve aileye dahil olamazlar. Kadınlar olabilirler. Toplum ve aileye dahil olan kadınlar, kanunlar yoluyla o toplum ve aileye de facto dahil olan erkeklerin bir kısmının uygulayabileceği şiddetten korunacaktır.

Bu koruma nasıl olacak, bilmiyoruz. Artan erkek şiddetine karşı ne tür önlemler alınacağı açıklanmış değil. Sözleşmenin feshini destekleyen kesimler, sadece eşcinsellikten söz etmiyorlar. Doğrudan doğruya kadınların bazı haklar kazanıyor olmalarının kendilerini rahatsız ettiğini anlatıyorlar. Aklımız karışıyor bu açıklamaları, sözleşmenin iptaliyle ilgili savunuları dinledikçe. Eşcinseller, tabii daha doğru ifadeyle LGBTİ+ hareketi mi sözleşmeyi manipüle ve istismar etti? Kadınlar hak savunusu ve kazanımı konusunda fazla ileri gidip rahatsızlık mı yarattı?

Sözleşmenin feshiyle ilgili nedenler olarak bunlar gösteriliyor ama gayet iyi biliyoruz ki, ortada somut olgular, referans gösterilebilecek bir gelişim çizgisi vs. yok. İktidarın pek çok söyleminde görüldüğü üzere, burada da "hakikatimsiler" ön planda. Asıl dert "aile"! Ailenin kendisi dert değil tabii, iktidarın kafasındaki bir aile ideası ya da tasarımı sorunlara yol açıyor. Yukarıda andığım İletişim Başkanlığı açıklamasında "toplumsal ve ailevi değerler" kalıbının da işaret ettiği üzere, iktidar Türkiye’deki toplumsallığın temel unsuru olarak aileyi görüyor. İlgili bakanlığın adı bile buna işaret etmekte: "Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı." Her şeyin başı aile…

Ailevi değerler ve aile kurumu… Ailemiz. Türk ailesi. Ya da Müslüman Türk ailesi. Bunlar bizim değişmez değerlerimiz. Ya Orta Asya’dan Anadolu’ya gelirken ya bununla birlikte ama özellikle İslamlaşmanın ardından, her durumda çok uzun süreden beri değişmeyen, Türk milletinin ve dolayısıyla Türkiye toplumunun temelini oluşturan bir aile var. Bu bizim olmazsa olmazımız, neredeyse kutsalımız. Abartmıyorum, değil mi? Aile kutsaldır, onu korumak için her şeyi yapmak gerekir. Ailenin yapısını bozacak şeylerden kaçınmak gerekli. Aileyi korumalıyız.

Nasıl bir yapı bu? Karşı cinsten iki kişinin çoğalma amacıyla bir araya gelmesi ve bu birlikteliğin yasal ve dinsel biçimlerde onaylamasıyla kuruluyor. Baba ailenin reisi. Karısı ona tabi. Çocuklar da. Babanın dediği oluyor. Elbette baba, o kutsal aile tasarımında koruyucu, kollayıcı, ekonomik olarak ona bağlı olanlara bakıyor. Bunun karşılığında sözü dinlenecek. Aile, toplumda var olmasını arzuladığımız hiyerarşinin çekirdeği ve yansıması. Örneğin cumhurbaşkanı da tüm milletin babası.

Fakat bu bir kurmaca! Burada bir hikâye var. Türk ailesi ya da kutsal aile kurumu diye bir şey yok. Varsa bile bunun bir tarihi var. Belirli bir tarihten itibaren ortaya çıkmış bir toplumsal tasarımdan söz ediyoruz. Her ne kadar aile kalubeladan beri var olan, kültürle değil doğayla ilgili bir zorunluluk olarak yansıtılan bir kurumsa da, bugün yürürlükte olan aile kurumu modernite denen ve 15. yüzyıl civarında Batı Avrupa’da ortaya çıkan tarihsel süreçle ilgili. Bugün aile dediğimiz şey, modern aile.

Böyle bir tarihe sahip olan modern ailenin ülkemize gelişi daha da yeni. 19. yüzyıl ortası. Osmanlı modernleşmesi. Bunun öncesine baktığımızda, farklı bir yapı görüyoruz. Nasıl bir yapı? Gelecek hafta bunun üzerinde duralım. Kutsal ve ezeli ailemizin tarihsel hikâyesini görelim. O zaman belki aileyi bir baskı kurumu olmaktan çıkarmanın yollarını da konuşabilir hale geliriz. Görelim. Fakat her durumda, hiçbir kurum ya da değerin, bireyleri ezmek için kullanılamayacağını da unutmayalım.

Kadınlar var.

LGBTİ+ var.

Aile var.

Bunların hiçbiri birbirini dışlamıyor. Buna dair bir olgu yok. Sadece hakikatimsiler var. Ve hakikatimsiler, hakikat değildir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi