Bileklerinde jilet izleri... Dizlerinde çimen kokusu...

Anlamlar, duygular, yüzlerdeki öyküler, kanımızı coşturan anılarla beslenmiştik biz…

Sevince yaralanırdı o. Ama yarası henüz iyileşmeden yine sevmeye koşardı. Yaralanmaya… Çünkü bir yaban gibi severdi o. Sanki bu dünya onun kabilesi, kendisi kabilenin kraliçesi, sevdiği insansa, sanki henüz bir kazadan kurtulup kabilesine sığınmış, sevgiye ve şefkate muhtaç, korunması gereken ve hep giz dolu bir varlıktı…

Bu yüzden, duygularını alışveriş dünyasının kurallarına indirgeyen şehirlilerin oyunlarını hiç öğrenmemişti o… İyileştiren bir ısrarla ve şefkatle bakardı sevdiğine. Hayranlıkla. Bir yaban gibi sürekli dokunurdu ona. Bir hastanın ateşini ölçer gibi. Hep kulak kesilirdi sevdiğinin içinden geçen nehirlerin, trenlerin, rengarenk gemilerin sesini duyabilmek için… Her sevgisiyle önce kan kardeşi olmak isterdi. Kanını ve ateşli sırlarını paylaşmayı severdi. Severken ve paylaşırken yorulmayı da… Yanakları yorgunluktan hep yanardı. Dizlerinde çocukluğundan kalma çimen izleri, çimen kokuları hala dururdu. Parmak uçlarında bıçak çizikleri olurdu hep. Bileklerinde, atardamarlarının üzerinde ise derin, ama nedense kimseyi ürkütmeyen masum ve hüzünlü bıçak izleri vardı… Evet, yaşamayı ve sevmeyi çok sevdiği için intiharı çok denemişti…‘’Yaşamaya aşığım’’ derdi… Ama terk edilince hep bana gelirdi. Şaşkın, öfkeli, isyan dolu. Ve sorardı beş yaşındaki bir kız çocuğunun ısrarlı merakıyla: ‘’ Söyler misin, insanlar neden sevmekten bu kadar korkuyor, sevmekten ve bağlanmaktan? Neden biri onları çok sevince telaşla kalplerini kapatıyorlar?..’’

Böyle söyledikten sonra nasıl da acıyla sarılırdı bana. Göğsümde saatlerce ağlardı. Zorlukla çıkardı ağzından sözcükler: ‘’ çok bir şey değil, birazcık ilgi, birazcık sevgi bekledim ondan. Emin değilmiş bana olan sevgisinden. Ona çok bağlanmamam gerekirmiş, yoksa sonra çok üzülürmüşüm. Böyle çok sık değil, birbirimize ihtiyaç duyduğumuz zamanlar birlikte olmalıymışız… Ben çok duygusalmışım, benim sevgim onu boğuyormuş’’..

Sonra öfkeden ve hayal kırıklığından yorgun düşünce, onu yatağıma yatırır, üzerini yavaşça örter, uyumasını beklerdim. Uyurken seyredince sevgim çoğalırdı ona. Gözleri yarı aralık olurdu. Ağzı gibi. Kirpikleri, fakir çocukların rüzgarda can çekişen uçurtmaları gibi titrerdi. Yüzündeki çizgiler öylesine genişlerdi ki sanki biraz daha incelikle baksam bu çizgilere sığınmış melekleri görebilirdim. Ağzındaki, saçları ve tenindeki koku kendi kokuma öylesine benzerdi ki, bu benzerlik bana hem garip bir acı, hem de öfke dolu bir coşku verirdi. Evet, ikimiz de pek iyi beslenememiştik, vücutlarımız gelişmemişti, yiyip içtiklerimiz birbirine çok benziyordu. Biz ikimiz, başka bir yerinden gelmiştik bu vahşi, bu adaletsiz, bu herkesin birbirini kıyaslayıp durduğu hayatın…

Anlamlar, duygular, yüzlerdeki öyküler, kanımızı coşturan anılarla beslenmiştik biz…

Bütün bunları bildiğim, içime geçirdiğim halde, nedense birden kan beynime sıçrar, sevdiği insan tarafından bu çelimsiz bedeni ve bu yorgun yüzü nedeniyle terk edildiğini düşünürdüm. Ve onu uyandırmadan yataktan kalkıp telefon açardım onu yaralayan ‘’alçağa’’ ve ağzıma geleni söylerdim: ‘’ Sen ve senin gibiler. Çıkarın maskelerinizi. Hepiniz sınıf atlatmak istiyorsunuz. Hepinizin gönül gözü kapalı. Hiçbir şeyin ardındakini göremeyecek kadar bencil ve yüzeysiniz siz. Hepinizin aklı fikri iyi beslenmiş, protein almış, bakımlı, pahalı kokular sürünen, boylu boslu burjuva kızlarında. Bırakın artık bizim kızları. Onları daha fazla yaralamayın, oynamayın onlarla. Onlar sizin o hayran olduğunuz kızlar gibi değil. Sevgiyle çarpan kalpleri var onların. Sizi bir adam sanıp bağlanıyorlar. Kalplerine seviyorlar. Sonra sizden tekmeyi yiyince hasta düşüyor, sakat kalıyorlar aylarca’’…

Önce hiç sesini çıkarmazdı karşımdaki, öylesine öfkeli olurdum ki, öfkem korkutup sindirirdi onu. Hem sevgisiz insanlar suçlu hissederler kendilerini hep; suçlu ve korkak. Onlar da bilirlerdi aslında sevgisizliğin büyük suç olduğunu. Bir ara, ‘’ siz kimsiniz, ne karışıyorsunuz, onun nesi oluyorsunuz?’’ gibisinden bir şeyler sorarlar: ‘’ Ben onun benzeriyim, ama sen bunu hiç anlayamazsın’’, deyip, telefonu yüzlerine kapatırdım… Sonra böylesi olaylar çok oldu. O, ne zaman delice bir sevgiyle sevip, ardından yaralanıp ya da terk edilip bana gelse ona bu acıyı, bu hayal kırıklığını tattıranlara telefonu açıp ağzıma geleni söyledim hep. Ağır hakaret ettim. Tuhaftı, bana bir gün bile bu yüzden kızmadı. Tahmin etmek zor değildi. Bu telefonlarım yüzünden başı oldukça ağrıyor, iyi kötü sürdüreceği bir ilişkisi ise, ağır darbe alıyordu.

Hayır, pek pişmanlık duymuyordum bu yaptıklarımdan. Çünkü biliyordum ki, o adamların hiçbiri onun sevgisine layık değildi.

Biraz önce yine geldi. Yine terk edilmişti. Sarıldı. Göğsümde ağladı saatlerce. Ağzından sözcükler güçlükle çıkıyordu yine: Neden insanlar sevmekten, bağlanmaktan bu kadar çok korkuyorlar? ‘’ Neden biri onları çok sevince, kalplerini telaşla, hemen kapatıyorlar? Benim istediğim biraz ilgi, biraz sevgi. Çok şey mi istiyorum?’’

Sonra yatağıma yatırdım onu. Usulca örttüm üzerini. Yeniden kokladım ağzını, saçlarını, tenini. Benzerliğimizi bir kez daha içime sindirmek istedim.

Sonra o, yine öfkesinden ve isyanından yorgun düştü.

Ben yine yüzünü, yarıaçık gözlerini ve ağzını seyrettim. Fakir çocukların uçurtmaları gibi titreyen kirpiklerini… Meleklerin gelip sığındığı yüz çizgilerini. Sonra yine uykusunda sayıklamaya başladı. Sanki kirli, ölümcül, amansız bir sele kapılmış gibi, birden koynuma sarılıp, ‘’ Ne olur tut beni, sürükleniyorum, bu sel beni alıp götürmesin, ne olur sıkı sarıl bana,‘’ diye bağırmaya başladı yine…

O kirli, ölümcül, o amansız sele kapılmasın diye sımsıkı sarıldım ona, hep olduğu gibi… Biliyordum sabah uyanınca bu gece yaşadığı her şeyi unutacak… Onu üzen, yaralayan sevgilisine koşacak; dün gece sevgilisine açtığım telefonu bile öğrendiğinde hiç bunun sözünü etmeyecek. O yaban, o sımsıcak kalbiyle yine sevmeye, bağlanmaya devam edecek. Sevdiği insanla önce kan kardeş olmak isteyecek. Bir yerlerden hemen bir çakı bulup o uysal, cömert kanımı akıtacak, dokunacak sonra ona, bir yaban gibi dünyadaki tek kabilenin, tek kraliçesi gibi.

Kabilesinde, sevgilisini bir deniz kazasından henüz kurtulmuş biri gibi karşılayacak yine. İçinde sakladığı sırlarını kendi ateşli sırlarıyla değiştirmek isteyecek. Bunu ona büyük bir saygıyla teklif edecek. Bir kraliçe olduğu için; şehirlerin, duygularıyla alışveriş ilişkisine indirgeyen kurallarını hiç öğrenmeyecek…

Yine o çocuk uykusuna dalıyor. Onu sürüklemek isteyen sel geçip gidiyor yanından. Boynumu saran koları gevşiyor… Yüzündeki çizgilere yine melekler sığınıyor. Dizleri yine hep çimen kokuyor. Parmak uçlarındaki bıçak izlerine dokunuyorum, şefkatle. Bileklerinde, atardamarlarındaki derin, ama kimseyi ürkütmeyen masum ve hüzünlü jilet izlerini görünce yine, içim acıyla ve iyilikle ürperiyor. İyi ki biz böyleyiz, diyorum içimden…

Evet, onu çok iyi tanıyor ve anlıyorum. Peki, neden mi sevgili olmuyorum onunla? Yapmayın ne olur. Ondan başka kimim var benim…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi