'Aranan teröristler' skandalının Belçika cephesi

AB liderlerinin 26 Mart'ta Varna'da Erdoğan'la bir masaya oturacak olmaları, 1938'de Chamberlain'in Hitler'le masaya oturması kadar vahim bir gaflettir.

Brüksel'de devasa Avrupa kurumlarına bağlantılı Froissart Caddesi'ndeki Press Club son aylarda son derece hareketli…

Geçen yılın 1 Kasımı'ydı… İspanya'da Frankist hükümetin guardia civil'leri de kullanarak başlattığı insan avından kurtularak Avrupa kurumlarını Katalan ülkesinde uygulanan baskılar konusunda aydınlatmak üzere Belçika'ya gelen bağımsızlık hareketinin lideri Carles Puigdemont, Belçika yöneticilerinin kendisine salon vermekten korkması üzerine bu lokalde bir basın toplantısı yaparak eleştirilerini ve Katalan halkının istemlerini dünya kamuoyuna açıklamıştı.

Ardından Katalonya'da seçimler yapıldı. Puigdemont'un sürgünden başını çektiği bağımsızlik ittifakı Frankist başbakan'ı destekleyen partileri yenilgiye uğrattı, ama yeni oluşan Katalan Parlamentosu'nda halkın iradesine uygun bir hükümet kurulması için uygulanan engellemelerin ardı arkası kesilmiyor.

Dün 14 Şubat'tı… Benim ve yıllarca 12 Mart ve 12 Eylül faşist rejimlerine karşı birlikte mücadele verdiğimiz arkadaşlarımız için önemli bir yıldönümü…

37 yıl önce o gün Demokrasi İçin Birlik olarak, Türkiye İşçi Partisi'nin ve DİSK'in kuruluş yıldönümleri dolayısıyla, Avrupa'nın başkentinde 12 Eylül rejimine karşı uluslararası şahsiyetlerin de katılımıyla ilk kitlesel protesto gösterisini organize etmiştik.

Ve de dün, yine Avrupa'nın başkentinde ve de birkaç ay önce Katalan bağımsızlıkçı lideri Puigdemont'ın konuşmuş olduğu salonda YPG eski eş başkanı ve TEV-DEM dış ilişkiler sözcüsü Salih Müslim, Demokratik Suriye Meclisi eş başkanı Riyad Derar'la birlikte bir basın toplantısı yaparak Afrin işgali ve Kürt halkının buna karşı direnişi konusunda Avrupa kamuoyuna önemli açıklamalarda bulundu.

Türkiye’nin aralıksız bombardımanları sonucu yüzlerce sivilin hayatını kaybettiğini ya da yaralandığını hatırlatan Müslim "Biz demokratik bir Suriye istiyoruz, demokratik federal bir çözüm öneriyoruz, ama Türkiye demokratik bir çözümü reddediyor." dedi.

Türkiye’nin NATO üyesi ve AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke olduğunu da hatırlatan Müslim, bu iki uluslararası kurumun Afrin'de sivillerin katledilmesi karşısındaki sessizliğine tepki göstererek "Erdoğan’ın bu zihniyeti sadece Kürtler ve Rojava için tehdit değil, tüm dünya için tehdit oluşturuyor." dedi.

Salih Müslim'le Brüksel'de 2013'ün 22 Kasım günü Belçika Senatosu'nda "Suriye'deki Kürt bölgelerinin geleceği" konulu bir konferansta beraber olmuştuk.

O tarihte Türk Hükümeti de kendisini Ankara'da ağırlıyor ve görüşmeler yapmakta bir sakınca görmüyordu.

Konferanstaki konuşmasında Müslim, "Suriye devriminin başlangıcından bu yana bizler islamcı örgütlerin önderlik ettiği bu kör kanlı savaşın parçası olmamaya karar verdik. Suriye rejimini de asla desteklemedik. Sadece Kürdistan bölgesini ve onun Asuriler, Ermeniler, Aleviler, Sünniler, Türkmenler ve Çerkesler'den oluşan nüfusunu koruyacak alternatif bir güç olmayı amaçladık." demişti.

Türkiye konusunda da son derece barışçıl bir dil kullanmıştı: "Türkiye bizim komşumuz ve elbette, temel haklarımıza saygı duymaları halinde, iyi ilişkiler kurmak istiyoruz. Ancak Türkiye, Kürtlerin Suriye muhalefetinde temsil edilmesine engel koymak için çok çaba gösterdi. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın yanısıra aşırı dinci grupların destekçisidir. Türkiye ile iyi ilişkiler kurabilmemiz için Ankara terörist islamcı gruplara ve fanatik milliyetçi Araplara verilen desteği durdurmalı, Rojava halkını tehdit etmeyi bırakmalı ve kürtler arasındaki sınırı açmalıdır."

Anımsıyorum, bu konferanstan sonra da Ankara hükümetinin Salih Müslim ile görüşmeleri dolaylı da olsa devam etmişti.

Bittabi, Türkiye'de PKK ile sürdürülen barış görüşmeleri gibi, Suriye Kürtleri ile diyalog da 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP'nin tek başına iktidar olamaması üzerine birdenbire kesilmiş, seçmen kitlesini yeniden kendine çekmek için Erdoğan ultra nasyonalist ve en yobaz dinci söylemlerle sadece Türkiye'nin güneydoğusunda değil, Irak ve Suriye'nin kuzeyindeki Kürt halkına karşı yeniden savaş başlatmıştı.

Özellikle de 15 temmuz 2016 çakma darbe girişimi de bahane edilerek bugün Türkiye sadece Kürt halkına karşı değil, ülkenin tüm demokratik kurumlarına ve AKP'nin tüm muhaliflerine karşı akla hayale gelmeyecek baskı yöntemleriyle topyekun bir imha savaşına girmiş bulunuyor.

Bu imha savaşının en kusturucu silahlarından biri de sırf bu şovenist uygulamalara karşı mücadele verdikleri için "terörist" diye damgalanan kişilere karşı açılan yüz kızartıcı ihbar kampanyası...

Bizim kuşak organize ihbarcılığın ilk uygulamasına 12 Mart 1971 darbesinden sonra tanık oldu. Nisan 1971 sonunda sıkıyönetim ilan edilip kitlesel tutuklamalar başlatıldıktan bir süre sonra yakalananların sayısını yeterli bulmayan sıkıyönetim komutanlıkları 28 Mayıs günü devlet radyolarından "saygıdeğer muhbir vatandaşlar"ı göreve çağıran ve ihbar ettikleri her kişi başına ödüllendirileceklerini vaad eden bildiriler yayınlatmaya başlamıştı.

Bittabi Evren'in 12 Eylül rejimi de bu konuda geride kalmadı ve ihbarcılık bir "vatan görevi" haline getirildi.

Bunun sonucu, özellikle yurt dışında bulunan ya da darbeden sonra yurt dışına çıkmak zorunda kalan sürgünlerin konsolosluklar ve büyükelçilikler aracılığıyla ihbar edilmesiydi. Bu ihbarları kendi kriterlerine göre değerlendiren askeri cunta ilk önce ismi ihbar edilenlere radyolar ve gazeteler aracılığıyla teslim olmaları çağrısında bulunuyor, teslim olmayınca da vatandaşlıklarını kaybettirerek Türkiye'deki mal varlıklarına el koyuyordu.

Erdoğan'ın iki yıl önce başlattığı ihbar uygulaması daha da iğrenç... İçişleri Bakanlığı devletin tüm araçlarıyla vatandaşları "terörist" olarak damgalanan muhalifleri para karşılığında ihbar etmeye çağırıyor.

Herşeyden önce kırmızı, mavi, yeşil, turuncu ve gri renklerde olmak üzere düzenlenmiş beş ayrı listede yer alan muhaliflerden herhangi birini ihbar edene, listesinin rengine göre, 4 milyon Lira'dan 300 bin Lira'ya kadar mükafat veriliyor.

Bu listelerde yer almadığı halde kendisinden "terörist" diye kuşkulananları ihbar edenler de yine belli bir parayla ödüllendiriliyor.

Bu rezil uygulamanın son hedeflerinden biri de YPG eski eş başkanı Salih Müslim…

Üç dört yıl önce bu sıfatıyla Ankara'da devlet yetkilileri tarafından Suriye sorununun çözümünde muhatap alınan, günümüzde de TEV-DEM adına uluslararası planda Suriye kürtlerinin sözcülüğüne yapan Salih Müslim'in 14 Şubat günü Brüksel'de basın toplantısı yapacağı Brüksel Kürt Enstitüsü tarafından ayın 9'unda tüm medyaya duyurulmuştu.

Duyurunun hemen ertesinde Tayyip yalağı Türkçe medyada bir Kürt teröristin Avrupa Birliği merkezinde konuşmasına izin verildiği gerekçesiyle Belçika yöneticilerine bir saldırı kampanyası başlatıldı.

O da yetmedi, Avrupa'daki Türk göçmenleri Tayyip'in müridi haline getirmek amacıyla kurulmuş olan Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD) 11 Şubat günü Belçika'daki tüm Türkleri 25 şubat pazar günü Avrupa kurumlarının yakınında "Birlik ve Kardeşlik" mitingine katılmaya çağırdı.

"Türk Silahlı Kuvvetlerimizin Afrin operayonunu başlattığı günden bu tarafa dünya basını va kamuoyunda Türkiye aleyhine kampanyaların yürütülmekte olduğunu görüyoruz. Terör örgütü mensupları ve yandaşları tarafından da Türkiye’yi haklı davasında haksız duruma düşürmek ve terörle mücadelede geri adım atmasını sağlamak için çok yoğun bir algı operasyonu var" denildikten sonra milletini ve vatanını seven her Türk'ün bayrağını alıp vatan görevine koşması isteniyordu.

Türk lobisi ve onu hizmetindeki dernekler, camiler, işadamları, esnaf ve türkçe siteler bu çağrıyı tüm olanaklarıyla desteklerken, İçişleri Bakanlığı'nın "aranan teröristler" listesine, hem de kırmızı olanına, Salih Müslim'in de dahil edildiği haberi medyaya servis edildi.

Ardından da "kırmızı liste"de yer alan bir teröristin Brüksel'de konuşturulmaması için Belçika makamları üzerinde baskılar yoğunlaştırıldı.

Bu baskılar şimdilik sonuç vermedi ve Suriye Kürtlerinin iki temsilcisi hiçbir müdahaleyle karşılaşmadan kamuoyuna barışçıl mesajlarını kamuoyuna ilettiler.

Ancak bu "aranan teröristler" listesi Belçika makamlarına ilk kez de dayatılmıyor.

Örneğin eski DEP milletvekilleri Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar iki yıldan beri kırmızı renkli listede… O da yetmiyor, aynı zamanda haklarında Türk emniyetinin Interpol'e gönderdiği uluslararası tutuklama müzekkeresi var… Bundan dolayı Belçika'da ve Avrupa ülkelerinde birkaç kez tutuklandılar.

Son anda "aranan teröristler" llstesinin yeşil renkli olanına Belçika'da doğup büyümüş arkeolog ve yazar Bahar Kimyongür de dahil edildi. O da daha önce Türk emniyetinin Interpol'e gönderdiği kırmızı bülten nedeniyle hem Belçika'da hem de Hollanda, İtalya ve İspanya'da tutuklanmıştı. Ancak mahkemelerin kendisini hakkındaki suçlamalardan aklaması üzerine İnterpol  kırmızı bülteni işlemden kaldırmıştı.

Türk medyasında büyük yaygara konusu olan yeni "aranan teröristler" listesi neye yarar, bir sorudur.

Örneğin yukarıda isimleri geçen muhalifler Belçika sosyal ve siyasal yaşamının içinde son derece aktif, herhangi bir muhbir Türk vatandaşı tarafından ihbar edilmeyi gerektirmeyecek kadar nerede yaşadıkları ve ne yaptıkları Türk Büyükelçiliği tarafından bilinen kişiler.

Bu yeni listeler yayınlandıktan sonra kendilerini tanıyan ve nerede olduklarını bilen kaç muhbir vatandaş tarafından ihbar edilecekler? Hele hele ihbar edenler için söz verilen milyonluk sadakalar kaç kişi arasında hangi oranlarda, nasıl paylaşılacak?

Dahası, bu ihbarlar üzerine nerede oldukları belirlenen bu muhalifleri Türk devleti hangi yöntemlerle derdest edip sallabaş kadıların huzuruna çıkaracak? Belçika güvenlik güçleri, Belçika adaleti bu konuda Ankara'nın "terörist avcıları"na el verecek mi?

Belçika demokratik güçlerinin tepkisine yol açan bu renkli listeler skandalının yanısıra bir gelişme daha var ki, bu da bir başka ciddi sorun.

Evet, tam da bu listeler soytarılığı sürüp giderken Türk sitelerine nereden kaynaklandığı bilinmeyen bir haber daha düştü.

Türk Devleti'nin dayatması üzerine Belçika Kraliyet Savcılığı sekiz yıl önce aralarında Zübeyir Aydar ve Remzi Kartal'ın da bulunduğu 36 Kürt kökenli siyasal sürgün hakkında terör faaliyetinde bulundukları iddiasıyla soruşturma açmış, ancak geçtiğimiz Kasım ayında istinaf mahkemesi "PKK'nın yürüttüğü silahlı mücadelenin terör suçlaması kapsamında değerlendirilemeyeceği" gerekçesiyle sanıkların "terörden yargılanamayacağı" yolunda karar vermişti.

Anadolu Ajansı'nın verdiği habere göre Türkiye'nin de dayatmasıyla Belçika Kraliyet Savcılığı'nın yaptığı itiraz üzerine Yargıtay alt mahkemenin kararını bozarak dosyayı Soruşturma Dairesi'ne iade etmiş bulunuyor.

Türk Devleti Kürdistan'ın tüm bölgelerinde bir halka karşı yakın tarihin en haksız ve acımasız silahlı operasyonlarını yürütüp kürt köy, kasaba ve kentlerini tarümar ederken Belçika'da kürt ulusal direnişini temsil eden örgüt ve kişilerin hâlâ terörizmle suçlanabiliyor olması sadece Belçika için değil, aynızamanda Avrupa Birliği için de utanç verici bir durum...

Hele hele Avrupa Parlamentosu'nun Afrin işgaline tepki gösteren kararından sonra AB Konsey ve Komisyon başkanlarının 26 Mart'ta Bulgaristan'ın Varna kentinde islamofaşist despot Erdoğan'la bir masaya oturacak olmaları, en azından 1938'de Chamberlain'in Münih'te Hitler'le bir masaya oturması kadar vahim bir gaflettir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi