Ali Duran Topuz

Ali Duran Topuz

Kürt siyasetinde mektum devri ve kayyım olarak CHP

Sezgin Tanrıkulu'na “hesap sormak” için adını en öne yazdıran CHP, Kürt siyasetinde iktidarın yürüttüğü “mektum” devrinden gayet memnun, dönemin yeni siyasetinin “kayyımı” olarak elinden geleni yapmaya yeminli. Kendi parlamenterini ketmetmek dahil.

Bir parlamenter, Sezgin Tanrıkulu konuştu ve şimdi herkes onu cezalandırma peşinde, savcılık, CHP ve kamuoyunu yönlendirme kapasitesi olan görünür ve görünmez güçler.

Mektum, konuşamayandır. Ketmedilmiştir. Konuşmak için ortaya çıkmak gerekir, mektum gizlenmiştir, ortaya çıkamaz. Konuşamaz, ne konuşması ses çıkaramaz. Yok gibidir, varsa da.

Yakın tarihte en bilinen “mektum” vakası Suriye’de sayısı birkaç yüz bini bulan Kürt gruplardır; Şam yönetimi, bütün Kürtlere değil ama özellikle Kuzey Kürdistan’dan gitmiş bir nüfus kümesine yok muamelesi yaptı yıllar yılı. “Mektum denildi onlara, ketmedilmiş, dilsizleştirilmiş, yok sayılan anlamlarında. Vatandaşlık verilmedi. Hiçbir hakları yoktu çünkü yok sayılıyorlardı resmi kararlara göre. “Kaydı yok” ya da “ağzı bağlı” yahut da “gizli” yani varsa da aşikar olamaz, ortaya çıkamaz, konuşamaz demekti.

Malumatfuruşluk için bağışlayın: Konuşmak, parlamenter olmanın anlamıdır. Parlamento kelimesi “konuşma” anlamına gelen “parle” kelimesinden türemiştir. Parlamento konuşulan yer, parlamenter de konuşan kişi. Sezgin Tanrıkulu bir parlamenter olarak konuştu ve şimdi bir daha konuşmasın isteniyor. Peki ne dedi? Niye dedi? Niye herkesten önce CHP “hesabını sormak” için adını en öne yazdırdı?

Adım adım gidelim, Sezgin Tanrıkulu nerede konuştu? “TV 100” adlı bir televizyon kanalında. Niye? Çünkü hakkında söylenen sözlere cevap vermek istedi. Ne söylenmişti hakkında?

TV 100’deki programda konuk olan Bizim TV Yayın Yönetmeni Şaban Sevinç, iki iddia atmıştı ortaya. 1) “Sezgin Tanrıkulu, PKK’nın kimyasal silah iddiasına inanıp Meclis’e önerge verdi.” 2) “Sezgin Tanrıkulu geçen yıl ‘Atatürkçü ve ulusalcı kafa CHP’yi mahvetti’ dedi.”

Tanrıkulu da bu iddialara cevap vermek için bağlandı.

Önce ikinci iddiaya cevabının özetini aktaralım:

“Atatürk'le ilgili olarak söylediğimi iddia ettiği şeylerle ilgili olarak benim yazılı, görsel, herhangi bir toplantı kaydı gibi bir yerde Cumhuriyetin kurucusu, partimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal'le ilgili bir şey bulunursa çıkartın konuşalım."

İlk iddia için de açıklamalar yaptı, PKK’ye inandığı için değil, bir parlamenter olarak kuşkulanmak, sorgulamak, araştırılmasını istemek, hasılı konuşmak için vermişti önergeyi, çünkü “TSK tarihi” kuşkulanmaya yol açacak vakaları içeren bir tarihti. Darbeler yapmıştı, mesela 12 Eylül darbesi. Faili meçhuller, köy yakmalar, havadan bombalamalar (Şırnak Kuşkonar ve Koçağıllı köyleri), köylüleri helikopterden atmalar (Diyarbakır Kulp’a bağlı bir köyden alınan köyüler) gibi fiillerden mesuldü. AİHM tarafından verilmiş mahkûmiyet kararları vardı.

Tanrıkulu’na “tepki”ler gecikmedi, Milli Savunma Bakanlığı atıldı hemen: İftira. Yalan. Gaflet. Dalalet. Tanrıkulu Roboski örneğini de vermişti ama AİHM’den getirdiği örnekler AK Parti iktidarından önceki işlerdi. Hem AİHM’de hem de iç hukukta verilen mahkûmiyet ya da haksız fiilleri tespit eden, örneğin tazminat ödenmesine hükmeden iç hukuk kararları da MSB için önemsizdi. “Bütün faaliyetler hukuka uygun” icra ediliyordu, hem geçmişte hem şimdi. MSB’nin son iki bakanı orduda genel kurmay başkanlığı yapmış askerlerdi zaten. 2015’te çözüm süreci “buzdobalı”na kaldırıldıktan sonra 1930’ları andıran yöntemlerle Kürt meselesi tamamen ve mutlak biçimde bir güvenlik sorunu olarak ele alınıyor, operasyonlar konusunda en ufak bir kuşku belirtenler “müfteri, hain, alçak, satılmış” ilan ediliyor, malum. Dolayısıyla MSB son dönemde yaptığı ve yapacağı bütün operasyonlar için dokunulmazlık isteğiyle hiçbir suçlamayı kabul etmiyor, en küçük bir eleştiri ihtimalini bile ortadan kaldırmak istiyor. Kimilerinin “Erdoğan bu dönemde yumuşama eğiliminde” sözümona gözleminin tam aksine son kabinenin bir “savaş kabinesi” olduğu düşünülürse MSB’nin tutumu “anlaşılır” bir tutum.

Peki CHP? Onlar niye böyle? Uzun yıllar sonra Diyarbakır’dan seçilmeyi başarmış bir parlamenteri niye böyle iktidar yetkililerinden önce ve daha şedit biçimde cezalandırma arzusuyla yanıp tutuşuyor?

Cevaba geçmeden önce “10 yıl içinde değişen” şeylere biraz bakmakta fayda var: 2009, 2010 ve sonrasında bu tür tartışmalar gayet açık biçimde yapılabiliyordu. Bizzat iktidarın kendisi, sadece 12 Eylül sonrasında değil, cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt meselesinde yapılanları kamu önünde tartışmaya açıyor, gayet ciddi ve sert eleştiriler yapıyordu. Mesela Erdoğan 2010’ların ilk birkaç yılında Dersim meselesini hep gündemde tutuyor, “gerekirse özür dilenir” sözüyle hükümet olarak geçmişle yüzleşmeye hazır olduğunu dosta düşmana gösteriyordu. Özür dilenmedi elbette, o yüzleşme de hiç olmadı, ama en azından mesele “konuşulabiliyor”du.

7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra MHP ile ittifak kurulup, süreç “buzdolabı”na kaldırıldıktan ve “seni başkan yaptırmayacağız” iddiasını ortaya koyanlar hapse konulduktan sonra, özellikle de (Tanrıkulu’nun da vurguladığı gibi) 15 Temmuz darbe girişiminden sonra iktidar ortakları için “Kürt meselesi” sadece sınırsız, sorgulanamaz, tartışılamaz askeri, polisiye ve adli operasyonlar meselesi olarak tanımlandı. Artık yerine göre “Kürtçe konuşmak” ya da “şarkı söylemek” bile cezalandırılabilecek hale geldi. Parlamento, ola ki konuşmalar kamuoyunu etkiler diye, etkisizleştirilerek şekli bir kurum haline getirildi. Yerel yönetimlere “kayyım” atanarak Kürtlerin siyaseten var olma çabaları tamamen kriminal girişimler biçiminde tanımlandı. Kürtler artık ya iktidar partisine seçmen olacak ya da her durumda, her konumda, her fırsatta sistem tarafından cezalandırılacaktı.

İktidarın bu politikasının “başarı”sında en büyük pay ne AK Parti’nin ne MHP’nin ne de BBP’nin, son iki iktidar bloku üyesi Huda-Par ve YRH de bu başarının ortağı ya da garantisi değil; bu başarının en büyük ortağı ya da garantisi, Tanrıkulu vakasında da görüldüğü gibi bizzat ana muhalefetin en büyük partisi CHP.

Partinin genel başkanı “helalleşme”den dem vuruyor, Roboski’den bahsediyor, ara sıra Selahattin Demirtaş adını anıyor ya da işte Urfalı Şenyaşar ailesinin derdiyle dertleniyor gibi görünüyor diye aldanmamak gerek; iktidarın yeni stratejisinin en büyük güvencesi özel bir bilgiye dayanıyor: Türkiye’nin en büyük partisi “anti-Kürt” partisidir ve CHP de bu ortaklığın önemli paydaşlarından biri.

CHP 14 Mayıs (ve 28 Mayıs) 2023 seçimlerini kazansaydı “güçlendirilmiş parlamenter sistem”i kuracaktı, öyle söz vermişlerdi. Güçlendirilmiş parlamenter sistem demek, “konuşma”nın korunması ve güçlendirilmesi demek değilse yalandan ibarettir.

Sezgin Tanrıkulu’nu cezalandırmak için harekete geçtiklerini açıklayan parti yetkilisi, iddia ve vaatlerinin yalan olduğunu ilan etti, sadece. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verilmesi, askeri-polisiye operasyonlara ses çıkarılmaması, politikacı ve gazetecilerin tutuklanmasına (birkaç seçilmiş isim hariç) sessiz kalınması sadece iktidarın bunları kötüye kullanmasıyla bağlantılı değil, doğrudan iktidarın politikalarına bal gibi ve gayet içten biçimde ortak olmakla bağlantılı. İktidar TSK’nin kendisine karşı bir “vesayet makamı” olma hevesini kırdı ve böylece Kürtlere karşı bir vesayet makamı ve operasyon mercii olarak kalması da sorun olmaktan çıktı. Gerisi CHP’nin bileceği iş ve anlaşılan CHP, TSK’nin kendisine karşı bir vesayet makamı olarak durmasında hiçbir sorun görmüyor.

O zaman özetleyelim: CHP, Kürt siyasetinde iktidarın yürüttüğü “mektum” devrinden gayet memnun, dönemin yeni siyasetinin “kayyımı” olarak elinden geleni yapmaya yeminli. Kendi parlamenterini ketmetmek dahil.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ali Duran Topuz Arşivi