Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Kış geliyor

Bütün ahmakça kurallara sorgusuz biçimde riayet eden adamlara ve kadınlara doğru bağırdım. Bu çocukların açlığından hepiniz sorumlusunuz! Bana insanlık taslamayın.

Kaba bir gerçeklikten başka hiçbir şeyle uğraşmamıza izin vermeyen bu hayat, her yerde her zaman böyle mi akmıştı? Küçücük çocukların bile okul kantinindeki fiyatları konuştuğunu duyduğum da bu kadarı fazla dedim. İnsan en azından çocukluğunda, yoksulluğun ortasında bile olsa, bir parça ekmekle suyun hesabından anlamamalıydı. “Bizim kantinde bir şişe su”, diyordu çocuk arkadaşına “bizim bakkaldan pahalı.” Hani bir yığın şeye katlanırsınız da, sonra minicik bir şey bütün o sindirdiklerinizi açığa çıkarır ve o minicik şey sinir krizi geçirmenize sebep olur; öyle oldu.

İlkokul birinci sınıf öğrencilerine bir şişe suyu konuşturan bu düzenek, düzen değil düzenek, ironik bir akılla bastırmaya çalıştırdığım bütün öfkemi açığa çıkardı. Uzun bir savaşın ortasında elinde silahla nereye koşacağını bilemeyen bir asker gibi kalakaldım. Tek duygum koşarak gidip bir yerleri yıkmaktı.

Hep böyle olur. Bu çocukların anaları babaları tepemi başka türlü attırır ama kendi seçimlerinin sonuçlarını yaşayan yetişkin bireyler için koşarak bir yerleri yıkma arzusu yaşamam. Tersine bu cehennemi inşa etme konusundaki kararlılıklarını, ancak başka gerekçelere bağlayarak, onlardan nefret etmemeye çalışırım. Sosyolojiyi, kültür tarihini bir çeşit yatıştırma kılavuzu olarak kullanıp gücün inşasına yakıt sağlayan insan topluluklarını, “kabahatin çoğu senin kardeşim” şiirini unutarak anlamaya çalışırım. İktidarların mikro ölçeklerde taklidiyle kurdukları balçık hayatlarını, insan dışı varlıklardan oluşturduğum bir orduyla tam karşıdan koşup toslayarak dağıttığımı sık hayal ederim.

Ama küçücük çocuklar, onlar çok başka. Okula aç giden çocukların sayısı diyordu bir araştırma, bir başkası besin yetersizliğinden oluşan mental ve fiziksel geriliğin oranından söz ediyordu. Birilerinin tıkınmaktan öldüğü dünyada, servetine servet kattığı bir dünyada, nasıl kazandıkları belirsiz paraların istifini yaptığı bu dünyada...Kimse bana devlet taklidi yapmasın o zaman; eğitimden, sağlıktan hiç söz etmesin. Kimse ele geçirdiği bu ülkeyi kendisi ve yandaşları için rant bahçesine çevirirken, minicik çocukları, daha çarpım tablosunu bilmeyen çocukları besleyemeyip, onları erken bir muhasebenin soğuk kollarına atmışken bana devletlik taslamasın.

Delirmiştim ya, okula doğru bağırdım. Bayrak töreni vardı. Bayrağa doğru bağırdım. Önünü iliklemiş müdüre doğru bağırdım. Yoldan bir polis grubu geçiyordu, onlara doğru bağırdım. Kamu binalarına, askerlik şubelerine, sevkiyat araçlarına, meclisin giriş yoluna, hepsine her şeye bağırdım: Bana devletlik taslamayın! Çocuklarını açlıktan öldüren bir ülke olarak geçeceğiniz tarih, önceki tarihiniz kadar berbat. Bana şanlı tarihinizden, vatan sevginizden mümkünse söz etmeyin. Her şeyi sadece ve sadece kendiniz için bir aparat haline getirdiğiniz bu düzenekte, size verecek bir inanç kırıntım bile yok. Bana devletlik taslamayın.

Bütün ahmakça kurallara sorgusuz biçimde riayet eden adamlara ve kadınlara doğru bağırdım. Bu çocukların açlığından hepiniz sorumlusunuz! Bana insanlık taslamayın.

Böyle zamanlarda kendimi gerçekten bir ordu gibi hissediyorum. Çok izlediğim fantastik filmlerden çıkmış, insan olmayan bir karakter olarak, elimde bir ışın kılıcıyla ülkenin bütün iç odalarına dalıyordum. Kendini muhalefet sanan ihaleci, rantçı, işbirlikçi, patron sever grupların, toplantı odalarındaki gizli konuşmalarını ortadan bölüyor, bütün duvarları yıkıyor, uçarak başka binalara geçip, utançlarını gizledikleri bütün duvarları ortadan kaldırana kadar sürdürüyordum saldırıları. Minicik çocuklar su ve ekmek fiyatından konuştuğunda, benim geçiş yaptığım evre, böyle bir şeydi. Uçarak bütün duvarları geçen, önüne çıkan her şeyi dümdüz eden bir öfkeye fantastik bir gövde giydirmiştim. Bu kadar öfkelendiğimde ben, bütün uzlaşmalarınıza çarpayım diye bağırıyorum; serinkanlılığınıza.

Burası böyle düzelmez. Herkesin giderek birbirine benzediği bir yerde uçan varlıklara, ışın kılıçlarına ve duvarları yerle bir edecek bir öfkeye ihtiyaç var. Siz sakin, akıllı falan değilsiniz diye fısıldadım sonra, çok yorulmuştum. Siz sadece eylemin ruhunu unuttukça içbükey hayatlarda hapsolup, karşı çıkmanın bütün anlamlarını kaybetmiş kişilersiniz. Bana muhalefetlik taslamayın!

Okulun önünde çocuklar, emekliler gibi ekmek fiyatlarını tartışırken, velilerden biri, diğerine, “ortada kaldık” diyordu, ev sahibi evden çıkarıyormuş ve kentte onların bütçesine uygun bir ev bulmaları imkânsızmış. Ev sahipleri ve kiracılar arasındaki sorunları çözmek için İstanbul'da çeteler müdahil oluyormuş bu işe. “Bunlar daha iyi günlerimiz” dedi kadın, arkadaşına. “Kış geliyor.”

Gözümün önünde yeni okuduğum kitaba konulmuş bir fotoğraf belirdi. Helmut Lethen'in Soğuk Temas'ında Kuzey Kutbu kâşifi Adolf Erik Nordenskjöld'in bir fotoğrafı. Buzlarla kaplı bir doğa manzarasında duran bir adam. Altında şöyle yazıyor: “Çiçekler içinde bir yaz günleri yok önümüzde.” Şüphesiz başka bir tartışmaya bağlıdır bu fotoğrafın temsil ettiği ama kadın “kış geliyor” dediğinde patlattığı imge buraya bağlandı zihnimde. Weber'in sözleriyle, “Çiçekler içinde yaz günleri değil, şu sıralarda dışsal olarak hangi grup zafer kazanırsa kazansın buz gibi karanlık ve kaskatı bir kutup gecesi var önümüzde.”

Kış geliyor.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi