Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Herkesin kendi hayatını mahvetme hakkı var

Bir koro sürekli bağırıyor ve kendini yaşamın sahibi sanıyor. Yerine ölmediğiniz insanların bedenleri hakkında, sizin çocuğunuz yaşasın diye ölen başka çocuklar hakkında yapabileceğiniz şey, ölümleri durduracak çözüm için ortak aklı konuşmaya çağırmak.

Sürekli aynı biçimde davranıp farklı sonuç beklemek meselesi, kişisel hayatlarımızı düzenlemeye çalışırken bir ikaz lambası olarak karşımızda durur ve sonucu değiştirmenin tek koşulunun davranma biçimini değiştirmek olduğuna, herkes kendi aydınlanma zamanında çarpar; er ya da geç genellikle çarpar, hiç çarpmayanlar için diyecek bir şey yoktur.

Denenilen bir yöntemi sonuç almasa bile sürdürmeyi inat, inadı ise murat sananlara esasında hiçbir söz ulaşmaz, hemen aynı cümlelerle karşılık verirler, bir sonraki hamlede her şeyi nasıl çözeceklerine ilişkin planlarından söz ederler. Bu ısrar eğer sadece tekil bireyin yazgısını ilgilendiriyorsa, ümitsizliğe kapıldıktan sonra, en fazla “herkesin kendi hayatını mahvetme hakkı vardır” der ve olay yerinden uzaklaşırsınız. Ancak bu ısrar toplumu ve geleceğini ilgilendiriyorsa, mahvedilen başkalarının hayatıysa oradan o kadar kolay uzaklaşamazsınız. İşin fenası toplumu ilgilendiren meselelerde tasarruf hakkı, kendini her şeyin üzerinde konumlandırmış bir zümreye aitse, ağzınızı açmanız, eleştirmeniz bile kriminal bir bölgeye havale edilir ve benzer bütün durumlarda olduğu gibi hatayı onlar yapar bedelini de siz ödersiniz.

Burada susmayı alışkanlık haline getirmiş olanlara, kendini yönetenlerin gözünün üstünde kaşı var diyenleri hain olarak damgalayan yığının refleksleri de eklenince manzara tam olarak bir çıkmaz sokakta günbatımı temalı bir koleksiyona eklenir ve ne çıkmaz sokak hakkında ne de günbatımının doğal olmayışı hakkında ağzınızı açamazsınız. İyi de yol bir yere çıkmıyor, bin defa yürüyüp geri döndünüz, iyi de erken batırdığınız güneşler başkalarının evini karartıyor, iyi de her seferinde “daha fazla şiddet” diye bağırdığınızda kimse ama kimse geleceğine umutla bakamıyor.

Dün bir tiyatroda performans üst başlığı altında aslında sorumluluk etiğinden konuşuyorduk. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında antropolojik araştırmaların etkisiyle hızlanan, dilbiliminden siyasetbilimine, sosyolojiye ve sanata etki eden, yaygınlığı ve kapsamı yüzünden bir “şemsiye terim” olarak nitelenen performansın, özellikle tiyatroda nasıl bir değişime yol açtığına odaklanan bir konuşmaydı.

Klasik temsilin bir çeşit suç ortaklığına dönüşmesi ve onun yarattığı krizin tiyatroda yol açtığı yeni denemeler, oyuncuya ve seyirciye bakışın kökten değişimi türünden pek çok meseleyi içeriyordu. Ama bu değişimin en önemli parçası, çıkış noktasında duran ve belki de giderek başlangıçtaki yakıcı niteliğini kaybeden şey, bir tanıklığa, seyir edimine yüklediği sorumluluktu. Canlandırılan kostümlü hikayenin yerini alan, virtüelden gerçek olana, gelecek yönelimlilikten şimdiki zamana dönüşen olayın merkezinde, özellikle ilk sınır örneklerde, kendini bir kurbana dönüştüren bedenin, üstlendiği riskin- ateş ettirip kendini yaralattıran Eric Burden, jilet ile dilinin ucunu kesen Gina Pane gibi pek çok örnek- tartışılabilir olmasına rağmen yöneldiği şey, onu seyredenin yüklenmesi gereken sorumluluktu.

Klasik seyrin konforundan çıkıştaki ilk örneklerin avangard olması bildik bir şeydir, üstelik o dönemin politik ortamı hesaba katıldığında, aksiyon sanatının toplumsal düzlemde yankısı olan radikal uygulamaları düşünüldüğünde. Sahnesel olanın dramatik canlandırmanın önüne geçmesi ile sonuçlanacak bu süreç, tiyatroda performatif unsurların yani mevcudiyetin, şimdi ve burada birlikte olmanın getirdiği öngörülemezliğin, “varlık üretiminin”, bedensel süreçlerin simgesel olmayan vuruculuğunun daha yoğun ve bilinçli biçimde kullanılmasıyla sonuçlandı.

Bakılan şeyle kurulan ilişkinin niteliğine dair ilksel itirazlarda beliren etik sorumluluk meselesini, bir kadın performansçı, Lenin'in “geleceğin estetiği etiktir” cümlesini tekrar ederek performans fikrinin asal parçası haline getirdi.

Antropolojik tiyatronun bir gösterimden topluluk yaratma hayali, 1960'lı yıllarda yapılan ve heyecan uyandıran pek çok uygulama zaman içinde etkisini yitirdi ve performe etme yoluyla kurulan kimlikler meselesi, toplumsal cinsiyet çalışmalarına, siyasetbilimine önemli etkiler yaparak, esasında özcü denilebilecek açıklamaların karşısında etkili bir tartışma alanı oluşturdu. Ancak tiyatro yoluyla, eski ritüelistik edimleri çağırarak yeni bir kolektif oluşturma fikri, artık homojenlik, sadece futbol müsabakalarındaki taraftarlıkta ya da bir cemaatin ortaklığında görülebilen bir özellik olduğu için istediği sonuçlara ulaşamadı. Fakat orada başlayan ve zihinsel dünyaya, mitin kuruculuğuna, temsil fikrine yöneltilen itirazlar, başka biçimlerde karşılığını buldu. Seyir mefhumu da aslında daha önceden başlayan itirazlara, edimsel olanın dönüştürücülüğü fikri eklenerek esaslı bir değişime uğradı.

Bir şeye tanık olmak sorumluluk yükler, bir felakete sadece bakarak hatta gözünüzü kaçırarak eşlik edemezsiniz. Eski temsilin yazar tarafından yazılan ve bir estetik ürün olarak karşınıza çıkarılan üretimlerinde, sizden beklenen alkışlamanız ya da homurdanmanızdı. En ufak sorumluluk duymadığınız gösteriden elbette duygusal-zihinsel olarak etkilenebilir, temsilin çerçevesinin izin verdiği ölçüde tepkinizi belirtebilirdiniz. Ama kurulan şey, canlandırılan olay örgüsü, sizde bir empati ya da antipati yaratsa da tamamiyle dışınızda bir şeydi. Bu tür temsillerde eleştiri ise topluluğun niteliğine bağlıydı, kabul ya da ret. Beğenmeyene, “daha iyisini sen yap” diyen bir dünya.

Bütün tanıklıklar bir sorumluluk yükler seyredene, özellikle seyredilen bedenlerin geri alınamaz dönüşümlerine ait bir şeyse. Birileri ölüyor, hakkında konuşmanız gerçeklik iddiasındaki kurguyu yapanlar tarafından engelleniyorsa, burada hep birlikte durup düşünmemiz gerekiyor. Şöyle düşünmemiz gerekiyor, “o yaralı, ölü bedenlere karşı sorumluluğumuz her şeyin üzerinde.” Bir antoganizmaya dönüşmüş toplumsal çatışmaları eski kabilelerde olduğu gibi, bir müzakere sınırı kurarak tartışabilmeyi ve yeniden çelişki haline getirmeyi başarmamız gerekiyor. Bu seyretmekten artık içimizin çürüdüğü felaket dünyasında, fikirlerimiz ne kadar farklı olursa olsun, mantıklı bir biçimde konuşmayı öğrenmemiz gerekiyor.

Aynı şeyi tekrar ederek bir sonuç alamayacağız, aynı şeyleri bağırarak ve sadece başkasını suçlayarak da öyle. Kişisel hayatımızda yaşadığımız bütün olumsuz şeylerin aslında kendi seçimlerimizle ilgili olduğunu kavradığımız zaman değişir ve gelişiriz ya, tıpkı ona benzer bir şey. Serinkanlı bir akılla, bu defa felaket bizim uğradığımız değil- daha büyük sorumlulukla, hep birlikte sormamız gerekiyor: Bütün bu acıları dindirmek için bir planımız yok mu?

Biz artık, çerçevesini kötü edebiyatla yazdığınız o parçalanmış bedenlere daha fazla bakmak istemiyoruz. Bir çocuğun evine neşeyle döndüğü bir ülke istiyoruz. Şiddetin şiddetle bitirilemeyeceğini iyi şairlerden okuduk, iyi romancılardan. Ve kimseye bir mutluluk getirmediğini de öğrendik birilerinin yıkımları üzerine kurulmuş hayallerin. Bir koro sürekli bağırıyor ve kendini yaşamın sahibi sanıyor.

Yerine ölmediğiniz insanların bedenleri hakkında, sizin çocuğunuz yaşasın diye ölen başka çocuklar hakkında yapabileceğiniz tek şey, ölümleri durduracak bir çözüm için ortak aklı konuşmaya çağırmak. “Geleceğe karşı gerçek cömertlik, her şeyi şimdiye vermekle mümkündür.”


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi