Gökçer Tahincioğlu: Sabahattin Ali Gladyovari bir yapı tarafından işkencede öldürüldü

Gazeteci Tahincioğlu “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” romanıyla 75 yıl önce katledilen yazarın aslında katil olarak sunulan Ali Ertekin tarafından değil, Gladyovari bir derin organizasyonca öldürüldüğünü, ilk kez yayınlanan belgeler eşliğinde gösteriyor.

“Sabahattin Ali’yi kim öldürdü” diye bir internet taraması yaptığınızda karşınıza, kendisini Bulgaristan sınırından kaçırmaya çalışan Ali Ertekin tek fail olarak çıkıyor.

Yıllarını devlet içindeki derin güçlerin işlediği suçları, faili meçhullerin akıbetini araştırmaya adamış gazeteci Gökçer Tahincioğlu ise geçtiğimiz hafta İletişim Yayınları’ndan çıkan “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” romanına işlediği bilgi ve belgeler sayesinde 75 yıl sonra hakikatin böyle olmadığını hepimizin yüzüne ayna tutarak, etkili bir biçimde ortaya çıkarıyor.

Cinayetten altı ay sonra polise gidip “Sabahattin Ali’yi ben öldürdüm” itirafında bulunan, fakat sadece iki yıl hapis yatan Ali Ertekin’in karanlık yüzüne Tahincioğlu tarafından tutulan ışık, devletin dehlizlerini de aydınlatıyor.

Etkileyici kalemi ve olay örgüsüyle okuyucuyu bugünün karanlığından geçmişin puslu ortamına götüren Tahincioğlu’yla derin devletin ilk cinayetlerinden biri olan Sabahattin Ali olayının ince ayrıntılarını, “bebekten katil yaratan” sistemin nasıl işlediğini konuştuk…

Hem yaşamı hem de öldürülmesi üzerine pek çok kitap, sayısız yazı ve makale yazılmış, bu açıdan “dosyası kapatılmış” olan Sabahattin Ali’nin failleri üzerine yeni bir araştırma yapmaya sizi iten şey ne oldu?

Sabahattin Ali öldürüldükten sonra yok edilmeye, unutturulmaya çalışılan bir yazar. 1948’te öldürüldükten hemen sonra kitapları yasaklanmış, 1970’li yıllara kadar basılmamış. Beni bu romanı yazmaya iten esas şey bu ülkedeki faili meçhul cinayetlerin ve cezasızlığın derinliğini göstermeye çalıştığım Beyaz Toros isimli kitabımdı. Beyaz Toros kitabında her on yıldan birkaç faili meçhul cinayet ve cezasızlık olayını anlatarak aslında bunun uzun döneme yayılmış bir sistem olduğunu göstermek istemiştim. Sabahattin Ali’nin öldürülmesi ise bunun ilk halkalarından biriydi.

Ama Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinde olduğu gibi, bunun 1940’lardan öncesi de var…

Var tabii ama o dönemlerde zaten yargılama süreçleri de yok. Sabahattin Ali cinayetini ve sonraki süreci öncekilerden ayıran temel husus, bugünkü aydın cinayetlerine ve yargılama süreçlerine neredeyse tıpatıp benziyor olması.

Olayı araştırmaya nereden başladınız?

Yaklaşık on yıl önce, Beyaz Toros kitabını hazırlarken Sabahattin Ali’nin ailesine de ulaştım. Kızı Filiz Ali’den o dönem” ben yeni ne anlatabilirim, hepsini yazdık. Siz yeni ne yazabilirsiniz ki” gibi bir yanıt aldım. Başta çok üzülmüştüm, ama sonra hak verdim. Çocukluğundan bu yana bununla yaşayan bir kadın… Ayrıca Sabahattin Ali cinayeti üzerine neredeyse bıkkınlık verecek fazlalıkta yazılar, makaleler, kitaplar yazıldığını da biliyordum. Aynı iddialar yıllarca birbirini tekrar etmiş, ama yeni bir bilgiye, belgeye hiç ulaşılamamıştı. Yeni ne söyleyecektim? Beyaz Toros’a Sabahattin Ali dosyasını koymadım ama hep aklımda kaldı ve vazgeçmedim. Nihayet “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” romanını bitirdiğimde benim için de yeni bir dönem, aydınlanma dönemi başlamış oldu.

5d4ba53e-8bc6-4633-95b5-03b442d7aa70.jpg

SABAHATTİN ALİ CİNAYETİNİ AYDINLATMAK İÇİN BULABİLDİĞİM HER İPİ UCUNDAN TUTUP ÇEKTİM

Nasıl bir aydınlanma?

Birazdan anlatırım ama yeni bir belge bulma umudunun olmadığı bir noktadan hareket etmek, bunu ancak bir gazetecilik takıntısı haline getirmekle mümkündü. Takıntı haline getirdim. Cinayeti aydınlatmak için bulabildiğim her ipi ucundan tutup çektim.

Ve ne buldunuz?

O dönemin herhangi bir politik figürünün hayatıyla ilgili araştırma yapan bir gazeteci, iyi bir araştırmayla klasörler dolusu belgeye ulaşabilir. Fakat Sabahattin Ali hakkında yazılan kitaplarda bile, öldürüldüğünde üzerinden çıkan eşyalara dair tutanaklar ve belki davanın karar tutanağı dışında bir belge yok. Bunlar da o dönemin gazetecilerinin çabalarıyla ortaya çıkan belgeler. 1949’dan sonra, cinayet davası sürecini izleyen gazeteci Kemal Sülker mesela, bu süreci “Sabahattin Ali Cinayeti” ismiyle kitaplaştırmış. Sivil toplum örgütlerinin yaptığı gözlem raporu gibi bir kitap yazmış Sülker. Duruşmaları, oralara kimlerin geldiğini, cinayet yerindeki keşif sürecini anlatmış ama o kitapta da belge yok. İddianame, ara karar, karar yok kitapta. Mesela bir duruşmadan hemen önce gizlilik kararı veriliyor ve katil olarak gösterilen Ali Ertekin’in avukatlarından biri “tehdit ediliyorum” diyerek çekiliyor.

Kimden tehdit alıyor?

Muhtemelen devletin bazı birimleri tarafından. Ali Ertekin’in ailesi ve parasını nasıl ödediği meçhul olan diğer avukatı da “hayır, o avukat davayı bırakmadı, biz azlettik” diyor ve gizli duruşma öyle yapılıyor. Gizli duruşmadan sonra da Ali Ertekin dört yıl gibi komik bir ceza alıyor.

SABAHATTİN ALİ’Yİ ÖLDÜRDÜĞÜNÜ SÖYLEYEN ALİ ERTEKİN MUHBİR OLARAK KULLANILAN KARANLIK BİR ADAM

Ali Ertekin kim?

Sabahattin Ali’nin kendisini Bulgaristan sınırından geçirmek üzere anlaştığı adam. Sabahattin Ali’yi kendisinin öldürdüğünü söyleyerek teslim olan Ali Ertekin’in o zamanın ismiyle Milli Emniyet’ten para aldığı, muhbir olarak kullanıldığı sonradan ortaya çıkan bilgilerden biri. Daha önce de astsubayken hırsızlık iddiasıyla ordudan atılmış ilginç, karanlık bir adam. Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğu. Babası da aile Türkiye’ye göçerken yolda, çeteler tarafından öldürülmüş. Dolayısıyla Ali Ertekin Bulgaristan sınırını, oradaki köyleri, geçiş yerlerini çok iyi bilen biri. Zaten Sabahattin Ali’den önce çok sayıda insanı sınırdan kaçırdığı da biliniyor.

Az önce “kitabı bitirdikten sonra aydınlanma yaşadım” demiştiniz. Neydi o aydınlanma?

İttihat ve Terakki’den beri Türkiye’de “muhalifi yok etme” politikası istikrarlı bir biçimde sürdürülüyor. Yakın zamanda katledilen Hrant Dink’i, Uğur Mumcu’yu, Musa Anter’i düşünüp bir de Osmanlı’nın son, cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan cinayetleri düşündüğümüzde bunu daha net görürüz. Bu tür cinayetlerin aynı zamanda kritik dönemeçlerde işlendiğini de görüyoruz. Sabahattin Ali cinayeti Türkiye’nin Sovyetler Birliği’yle ilişkileri minimize edip ABD ve NATO’ya yanaştığı bir dönemin hemen öncesinde işlendi. Sabahattin Ali 1948’de öldürüldü, Türkiye’nin NATO üyelik protokolü ise bundan sadece üç yıl sonra, 1951’de imzalandı. Türkiye bu makas değişikliği sürecinde kendini ABD ve NATO’ya kanıtlamak, SSCB karşıtı blokta yer aldığını göstermek için çok büyük çaba içinde. Ayrıca Nihal Atsız’ın 1946’da Sabahattin Ali’yi hedef gösteren yazılarına, tüm solcuların SSCB ajanı olarak afişe edilmesine, eski TKP’ye yönelik soruşturmalara baktığımızda, solun ciddi bir biçimde köşeye sıkıştırıldığı bir dönemden söz ediyoruz.

Peki Sabahattin Ali o dönem ciddi bir tehdit oluşturacak kadar etkili bir kalem mi?

Aslında Nazım Hikmet’le mukayese edildiğinde, hayır. Sabahattin Ali elbette önemli bir yazar ama belli bir çevre dışında bilinen, sokakta yürürken önü kesilip imza istenecek kadar popüler de değil. Ayrıca Nazım Hikmet’ten farklı olarak herkesle ilişkisi olsa da belli bir örgütsel bağlantısı yok.

SABAHATTİN ALİ, NİHAL ATSIZIN HEDEF GÖSTERMESİYLE TÜRKİYE’DE YAŞAYAMAZ HALE GETİRİLİYOR

O halde neden hedef alınmak isteniyor?

Çünkü o dönem Aziz Nesin’le birlikte çıkardıkları Markopaşa dergisi inanılmaz etkili. Dolayısıyla Sabahattin Ali de sıkı bir devlet gözetimi altında. Hakkında çok sayıda dava da açılıyor, Nihal Atsız’ın hedef gösteren yazıları, sonrasında yaşananlarla birlikte hayatını sürdüremez, Türkiye’de yaşayamaz hale getiriliyor. Fakat Sabahattin Ali her şeyi uluorta, rahat konuşan bir adam olduğu ve zaten sürekli izlendiği için, kaçma planları yaptığı da biliniyor. Sol aydın ve yazarlar içinde kırka yakın kişi mesela, Sabahattin Ali’nin yurtdışına çıkma planları olduğundan haberdar.

sabahattin-ali-sabahattin-aliyi-ben-oldurdum-gokcer-tahincioglu.jpg

Ve kitapta bunlardan bazıları hakkında ajanlık iddiaları olduğunu sıklıkla ima ediyorsunuz…

Tabii, çünkü örneğin Alev Çukurkavaklı açıkça Aziz Nesin’in sonradan MİT’e dönüşen Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti’ne (MAH) ajanlık yaptığını iddia ediyor. Keza Sabahattin Ali’nin çok yakın arkadaşları olan Avukat Mehmet Ali Cimcoz ve eşi, hatta Neyzen Tevfik için bile bu tür iddialar ortaya atılıyor.

AZİZ NESİN GİBİ HAYATI BOYUNCA CEFA ÇEKMİŞ BİR AYDIN İÇİN AJANIMIZDIR” NOTU DÜŞÜLMÜŞSE, DURUP DÜŞÜNMEK GEREKİYOR

Siz araştırma yaparken bu tür iddiaları doğrulayan herhangi bir belgeye ulaştınız mı?

O dönemin devlet kayıtlarında bazı isimler hakkında gerçekten de bu tür notlar var. Ama bunlar bizzat devlet tarafından bu isimlerin yıpratılması için mi yapıldı, bilemiyoruz. Bilinçli bir biçimde, böyle bir şüphe uyandırılmak üzere kayıtlar düşülüp sonra bunlar piyasaya sürülmüş olabilir. Örneğin Aziz Nesin gibi bu ülkede sürekli cefa çekmiş, hapis yatmış, tehdit edilmiş, Sivas’ta yakılarak öldürülmek istenmiş bir aydın için “ajanımızdır” türü bir kayıt düşülmüşse, durup düşünmek gerekiyor. Bugün de bazı isimleri yıpratmak için bu tür manipülasyonlar yapılıyor. Ben bunu belge olsa bile söyleyemem.

Devlet kayıtlarından kastınız istihbarat belgeleri mi?

Evet. O dönemde istihbarat Aziz Nesin dâhil bir sürü muhalif aydın için “şu bilgi için kendisinden yararlanıldı” denilerek kayıtlar düşülmüş.

SABAHATTİN ALİ KAÇABİLSEYDİ, ARKASINDAN RASİH NURİ İLERİ GİDECEKTİ

Sabahattin Ali’nin yurtdışına çıkacağı bilgisi istihbarata nasıl ulaşmış olabilir?

Sabahattin Ali hapisteyken Ali Ertekin’le beraber Bulgaristan sınırından insan kaçıran Berber Hasan diye biriyle tanışıyor. Bu arada Ali Ertekin’in daha önce istihbarat tarafından hapisteki komünistlerden bilgi toplaması için, defalarca birkaç günlüğüne hapse sokulup çıkarıldığını biliyoruz. Yani bir mahkûm gibi hapse giriyor, komünistlerle arkadaşlık kurup bilgiler topluyor ve çıkıyor. Berber Hasan’ın da böyle biri olup olmadığına dair bir belgeye ulaşamadım ama Sabahattin Ali davası sırasında ona da bu sorular soruluyor. Berber Hasan, Ali Ertekin kadar öne çıkmadığı için çok ürkek beyanlarda bulunuyor. Ama cezaevinde bir biçimde Sabahattin Ali’nin kulağına kaçabilecek şekilde insanları Bulgaristan sınırından kaçırdığını fısıldıyor. Bu arada Sabahattin Ali 10 Eylül 1947’de hapisten çıktıktan sonra ailesine bakabilmek, hayatını idame ettirebilmek için, Mehmet Ali Cimcoz’un da telkinleriyle kamyonculuk işine giriyor.

Nasıl yani?

Gümrükte tutulan bir matbaa makinası var; onu bir biçimde satıp Cimcoz aracılığıyla bir kamyon kiralıyor. Şoförlüğü yok, bir şoför de tutuyor ve Urfa’ya mal taşıyor. Dönüşte Ankara’ya, ailesine uğruyor, ki bu onları son görüşü. İkinci ve son mal taşıyışı da İstanbul’dan Trakya’ya oluyor. Bir iddiaya göre Ali aslında Urfa’dan Suriye’ye geçmeyi planlıyor ama çok sıkı gözetim altında olduğu için bunu yapamayıp şansını Trakya’da denemek üzere geri dönüyor. Bunun üzerine cezaevindeyken tanıdığı Berber Hasan’a gidiyor. Berber Hasan da onu Ali Ertekin’le tanıştırıyor. Bir sabah Sabahattin Ali, Ali Ertekin ve kamyonun şoförü Salim, Trakya’ya doğru yola çıkıyor. Sabahattin Ali, Ali Ertekin’in parasını da Berber Hasan’a teslim ediyor. Anlaşmaya göre Sabahattin Ali sınırı geçtikten sonra Ali Ertekin’e, Berber Hasan’a iletmek üzere yeşil mürekkeple yazılmış bir not gönderecek ve Ali Ertekin o zaman parasını alacak. Ayrıca Sabahattin Ali’nin kaçabildiği bu şekilde kesinleşince, o zamanın komünist aydınlarından Rasih Nuri İleri ve bir arkadaşı da aynı yoldan kaçacaklar. Planlama bu.

SABAHATTİN ALİ OLAYINDAKİ EN ENTERESAN OLAY, ALİ ERTEKİN’İN KENDİ KENDİNE POLİSE GİDİP CİNAYETİ “İTİRAF ETMESİ”

Bu planlamayı kim yapıyor?

Aslında bireysel bir planlama bu. Oysa Nazım Hikmet’in kaçış planlamasında kimin nereye götüreceği, kimin nereden karşılayacağı belirlenmiş, hepsi komünistlerden oluşan örgütlü bir yapı var. Sabahattin Ali herhangi bir biçimde kaçmaya çalışıyor. Trakya yolculuğundan önceki gece Cimcozların evinde saklanıyor zaten.

Mehmet Ali Cimcoz kim?

Sabahattin Ali’nin yanısıra Nazım Hikmet dâhil pek çok sol aydının avukatlığını yapan, Osmanlı sadrazamlarından Topal Osman Paşa’nın torunu. Eşi Adalet Cimcoz ise dublaj sanatçısı. Karı-koca o dönemin sol çevrelerine çok yakın ve Sabahattin Ali ikisine çok güvendiği için saklandığı dönemde onların evinde kalıyor.

Ama kitapta aktardığınıza göre Sabahattin Ali yakın çevresi tarafından Cimcozların ajan olabileceği konusunda uyarılıyor…

Evet, ama Sabahattin Ali bu uyarıları “öyle olsa bile ben onların yanında güvendeyim” diyerek dikkate almıyor. Öte yandan Mehmet Ali Cimcoz defalarca yalanlamasına rağmen kendisi ve eşi hakkındaki iddialar yakın zamana kadar devam etti. Velhasıl 1948’in Mart ayının son günlerinden birinde Sabahattin Ali, “peynir taşımak için” Trakya’ya gitmek üzere Cimcozların evinden ayrılıyor. Ali Ertekin ve şoför Salim’le kamyona atlayıp yola çıkan Sabahattin Ali, bir noktada şoförle birlikte kamyonu bırakıp Ali Ertekin’le Istranca ormanına doğru yürümeye başlıyor. Sonrasını Ali Ertekin’in iddialarından biliyoruz.

Ne diyor Ali Ertekin?

Akşama kadar yürüdüklerini, karşı köylerden görülmemek için sabahı beklemeye karar verdiklerini, Sabahattin Ali’nin yol boyunca “milli duygularını tahrik eden” şeyler anlattığını, komünistleri getirip ülkeyi yıkacağını, gençleri ayaklandıracağını söylediğini, babasının öldürülmüş olması nedeniyle bu konuda çok hassas olduğunu ve milli hisleri galeyana geldiği için için mola yerinde kitap okuyan Sabahattin Ali’ye arkadan sopayla vurduğunu iddia ediyor.

Ali Ertekin’in Sabahattin Ali’yi “öldürdüğü” nasıl ortaya çıkıyor?

Aslında Sabahattin Ali olayındaki en enteresan mesele, Ali Ertekin’in cinayetten altı ay sonra, kendi kendine polise gidip cinayeti “itiraf” etmesi. Çünkü Ali Ertekin polise gidip bunu söylemeseydi, o aşamada Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü bile bilinmeyecekti.

DEVLET SABAHATTİN ALİ’ FAİLİ MEÇHUL BIRAKABİLECEKKEN ÖLDÜRÜLDÜĞÜNÜN BİLİNMESİNE KARAR VERİYOR

Ama çobanlar cenazeyi bulmamış mıydı?

Evet ama çobanlar buldukları cenazenin Sabahattin Ali’ye ait olduğunu bilmiyor ki! Hatta o bölgede kayıp bir köylü olduğu için, haber verilen Jandarma önce kayıp köylünün ailesini teşhis için çağırıyor. Fakat cesedin köylüye ait olmadığı anlaşılınca “bir cenaze bulundu” haberi yayılıyor. Bana göre bu noktada devlet, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünün bilinmesine karar veriyor. Çünkü devlet pekâlâ cenazeyi saklayıp “akıbetini bilmiyoruz” diyebilir, Sabahattin Ali’yi faili meçhul bırakabilirdi. Ertekin gelip “ben öldürdüm” diyerek itirafta bulunuyor, ondan sonra cenaze defnedildiği yerden çıkarılıp otopsisi yapılıyor. Otopsiden sonra ilk önce Aziz Nesin ve Mehmet Ali Cimcoz’a haber veriliyor, birkaç gün sonra bu bilgi basına sızdırılıyor, hemen arkasından da “katil Ali Ertekin yakalandı” haberi yayılıyor.

Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü haberi neden ilk önce ailesine değil de Aziz Nesin ve Mehmet Ali Cimcoz’a veriliyor?

Sabahattin Ali’nin Markopaşa dergisini Aziz Nesin’le birlikte çıkardıkları biliniyor. Cimcoz’a haber verilmesi ise, muhtemelen Trakya seyahatine onların evinden çıkarak gittiği devlet tarafından bilindiği için… Ali Ertekin ise 1948’deki ilk ifadesini, çeşitli çelişkileri bir yana, öldüğü 1990’lara kadar hiçbir zaman değiştirmiyor.

SABAHATTİN ALİ’Yİ ALİ ERTEKİN’İN ÖLDÜRMEMİŞ OLABİLECEĞİNE DAİR ELİMİZDE ÇOK FAZLA KANIT VAR

Ne tür çelişkiler?

Bir ifadesinde “üç kere”, birinde “bir kere” vurduğunu söylüyor mesela. Keza keşif sırasında cenazeyi bıraktığını söylediği yeri de bulamıyor. Ama “Sabahattin Ali’yi ben öldürdüm” iddiasını hiçbir zaman değiştirmiyor. İşte “Sabahattin Ali girdabı” dediğim süreç de Ali Ertekin’in gidip teslim olmasından itibaren başlıyor.

Siz kitabınızda neden Sabahattin Ali’yi aslında Ali Ertekin’in öldürmediğini ima ediyorsunuz?

Sabahattin Ali’nin Ali Ertekin tarafından öldürülmediğini düşünüyorum. Nitekim bu cinayeti Ali Ertekin’in işlememiş olabileceğine dair şüpheyi güçlendiren çok fazla kanıt da artık elimizde. Sabahattin Ali’yi kendisinin öldürdüğünü söyleyen adam, hakkında müebbet hapis istenen bir duruşmada bayılıyor. Daha sonra akıl hastası rolü oynuyor. Anlatımları çelişkili… Para karşılığında sınırdan geçireceği bir adamı, sırf “milli hassasiyetleri depreşti” diye öldürmüş olması da, Sabahattin Ali’nin bu adamın “milli hassasiyetlerini depreştirecek” şeyler anlatması da akla yatkın değil. Öte yandan Sabahattin Ali’nin kaçması halinde başkalarının da kaçacağı biliniyor ama kimler olacağı bilinmiyor. Dolayısıyla o isimleri, bu kaçışların organizasyonunu öğrenmek üzere Sabahattin Ali’yi sınırda Ali Ertekin’den alıp sorgulamış oldukları anlaşılıyor. Her şeyi bir kenara bıraksak bile, Ali Ertekin’in “cinayeti itiraf etmesine” rağmen sadece dört yıl ceza aldığına, onun da sadece iki yılını yatıp çıktığına bakıldığında bile ortada bambaşka bir hakikat olduğunu görmek mümkün.

Sabahattin Ali’nin mezar yeri biliniyor mu?

Otopsiden sonra cenaze kimsenin bilmediği bir yere gömülüyor. Şu anda Sabahattin Ali’nin cenazesinin nerede olduğu da bilinmiyor. Belki de Bulgaristan sınırına yakın, Sazara Köyü’nün yakınlarında, Istranca ormanlarında bir yere gömüldü.

SABAHATTİN ALİ’NİN ÖLDÜRÜLDÜĞÜ BÖLGEDE İSTİHBARAT VE EMNİYETİN BİNALARI VAR

Siz gittiniz mi oraya?

İz bulabileceğim her noktaya gittim.

Romanda anlattığınız gibi gerçekten de o yıllarda istihbaratın orada bir binası var mı?

Sadece istihbaratın değil, ordunun da orada binaları var. O yıllarda aynı bölgede, Edirne Sınır Tugayı’nda üsteğmen olarak görev yapan, daha sonra 12 Eylül döneminin Sıkıyönetim Komutanı olacak Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten Geleceğe” isimli anı kitabı bu açıdan çok önemli. Bölügiray anılarında, tugayda tanık olduğu bir olayı anlatıyor. Bölügiray, sınırı geçmek üzereyken yakalanan bir “profesörün” korkmuş ve bitkin halde yanlarına getirildiğini, subayların MAH’dan (o dönemki MİT) gelen notu okuduklarını, notta “kendisi Bulgaristan sınırından ‘usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden sınırdışı edilecektir” yazıldığını, fakat bu ifadenin aslında infaz anlamına geldiğini, nitekim ertesi gün de adamın iple boğularak öldürüldüğünü ve ormana gömüldüğünü öğrendiğini anlatıyor açıkça. Sabahattin Ali’den kısa süre önce ya da sonra…

SABAHATTİN ALİ BİRKAÇ GÜN TUTULUP İŞKENCEDE ÖLDÜRÜLÜYOR

Yani Bölügiray’ın bahsettiği profesör” aslında Sabahattin Ali mi?

Hayır. Ama Bölügiray anılarında buna benzer infazların daha önce de yapıldığını aktarıyor. Bulgaristan sınırını geçmeye çalışırken yakalanan komünistleri alıp tutuklamak yerine öldürmüşler. Daha kaçma planları yaparken yakından izlenen ve Berber Hasan’la ilişkisinden itibaren bu yola bir biçimde yönlendirilmiş olduğunu da söyleyebileceğimiz Sabahattin Ali’nin yakalanıp sorgulandıktan sonra infaz edilenlerden biri olması kuvvetle muhtemel. Sabahattin Ali gibi zaten hedefte olan bir komünisti öldürmekle yetinmeyip pekâlâ gizleyebilecekken açık etmek, istihbarat tarafından kullanıldığı bilinen Ali Ertekin’i de bunun faili olarak göstermek, komünizme karşı sert bir tutum içinde olduğunu NATO’ya, ABD’ye göstermek isteyen o dönemin devleti açısından akla yatkın. Sabahattin Ali cinayeti bu açıdan sadece ABD ve girilmek istenen NATO’ya verilmiş bir mesaj değil, aynı zamanda içerideki komünistlere de gözdağıdır. Sanıldığı gibi uzun bir sorgudan sonra da değil, bana kalırsa Gladyovari bir yapı tarafından işkencede öldürüldü.

Cinayetten kısa süre sonra unutturulan Sabahattan Ali, ne oluyor da 1970’li yıllarda tekrar konuşulmaya, cinayet üzerine tartışmalar yapılmaya başlanıyor?

1960’lı yıllardaki göreli ılımlı ortamın ve 68 hareketlerinin estirdiği rüzgârın da bir sonucu olarak Sabahattin Ali’nin kitapları 1970’li yıllarda tekrar bastırılmaya başlanıyor. Bu süreçte devletin komünist avında neler yaptığı da konuşulur, tartışılır hale geliyor. Sabahattin Ali cinayetine kafayı takmış gazetecilerin de etkisi çok önemli tabii. Ayrıca devletin içinden birkaç kişi Sabahattin Ali’nin Ali Ertekin tarafından öldürülmediğini sağda-solda konuşmaya başlıyor ve bunlar da aydınların kulağına gidiyor. Gazeteci Kemal Bayram Çukurkavaklı muazzam bir iş yaparak otopsiyi yapan doktordan o zamana kadar ortadan kaybolmuş Ali Ertekin’e kadar herkesi bulup konuşuyor. Asım Bezirci oturup Sabahattin Ali’nin hayatını silbaştan yazıyor. Ali Ertekin’le ilişkisi olan, Milli Emniyet’te çalışmış insanlarla 1970’lerin sonunda Birikim dergisinde röportajlar çıkıyor. Neticede Sabahattin Ali cinayeti tekrar mercek altına alınıyor. Bir Emniyet mensubu “bir polis bana, Sabahattin Ali’nin kollarında öldüğünü anlattı” diyor. Ama ortada yine belge yok. Ve resmi olarak bunları söylemiyorlar. O yüzden kimse çıkıp “devlet Sabahattin Ali’yi şöyle öldürmüştür” diyemiyor.

CİNAYETTEN 70 YIL SONRA BİR AİLE FİLİZ ALİ’Yİ ARAYIP SABAHATTİN ALİ’NİN KAYIP FOTOĞRAF MAKİNASINI SATMAYA ÇALIŞTI!

Bu arada Ali Ertekin aranmadığı, hakkında herhangi bir iddia olmadığı halde mi kalkıp polise gidiyor ve “ben öldürdüm” diyor?

Aynen öyle oluyor. Hatta önce tanıdığı bir istihbaratçıya söylüyor, ardından gidip emniyette anlatıyor. Sabahattin Ali’nin bazı eşyalarını götürüp kendi bahçesine gömdüğünü söylüyor. Gidip bakılıyor ve gerçekten de o eşyalar bulunuyor. Fotoğraf makinası dâhil bazı eşyalarını sattığı da sonradan öğreniliyor. Romanda da anlattığım gibi, cinayetten 70 yıl sonra, birkaç yıl önce bir aile Filiz Ali’yi arayıp Sabahattin Ali’nin kayıp fotoğraf makinasını satmaya çalıştı!

O aileye ulaştınız mı?

Bir baba ve avukat kızıydı fotoğraf makinasını satmak isteyen. Filiz Hanım o makinanın babasına ait olduğunu doğruluyor. Muhtemelen bu makina elden ele gezmiş, defalarca satılmış.

FİŞLEME BELGELERİ İLK KEZ ORTAYA ÇIKTI

1950’lerden beri Sabahattin Ali cinayetinin arkasında devletin olduğuna dair ulaşılamayan bazı belgeler nihayet sizin kitabınızda var.

Evet, Sabahattin Ali’nin ölümüne giden süreçte istihbarat tarafından hakkında tutulmuş fişleme belgeleri ilk defa ortaya çıkıyor. Sabahattin Ali’nin öldürülmeden önce nasıl adım adım izlendiği, etrafındakiler dâhil nasıl fişlendiği ve aslında cinayete giden yolun nasıl döşendiği görülüyor.

Siz bu belgelere nasıl ulaştınız?

Osmanlı’dan beri bu devlet, özellikle yok etmek istedikleri hariç, tüm belgeleri bir biçimde arşivliyor. Ben güvendiğim, olayla ilgisi olabilecek, olamayacak ama devleti bilen hemen herkese ulaşmaya çalıştım. Dava dosyası bile yok ortada. Ama bazı yerlerde belgelerin kalmış olabileceğini düşünüyordum. Çok yakın gazeteci dostlarımın, eski istihbaratçıların, avukatların desteğiyle bazı belgelere ulaştım. Bir yerden fişlenme belgesi, bir başka yerden ifade… Arşivlerden gizli belge listeleri… Velhasıl yıllara dayanan yoğun bir çalışma sonucunda kitaptaki belgeleri elde ettim. Ama ben hâlâ çok az da olsa Sabahattin Ali cinayetine ilişkin ulaşamadığımız başka belgelerin olduğuna inanıyorum.

SABAHATTİN ALİ’NİN ÖLÜMÜ GLADYONUN İLK CİNAYETLERİNDEN BİRİ

Ne tür belgeler olabilir?

“Sabahattin Ali’yi şu organizasyonla, şu şekilde öldürdük” diye bir devlet belgesi yoktur zaten ama bizi bu sonuca götürecek belgeler olduğuna inanıyorum. Araştırmam sırasında görüştüğüm eski bir istihbaratçı bana tam olarak şunu söyledi: “Bu tür infazların belgesi olmaz. Bunlar bilgi olarak verilir ama belgeleştirilmez. Sistem bu şekilde işler.” Ama ben özellikle Ali Ertekin’le ilgili ulaşamadığımız belgeler olduğuna inanıyorum.

Romanda üzerinde çok duruyorsunuz ama cinayetin arkasında devlet varsa, failin Ali Ertekin olup olmamasının ne önemi kaldı?

Bunca araştırmanın sonucunda vardığım sonuç, cinayeti zaten Ali Ertekin’in işlemediği yönünde. Bana göre Sabahattin Ali’nin ölümü Gladyo’nun ilk cinayetlerinden biri.

KENDİ KENDİNİ İMHA ETME KARARI VERMEDİĞİ SÜRECE GLADYO’NUN YOK OLMASI NEREDEYSE İMKÂNSIZ

Ama Türkiye o zaman daha NATO’ya üye bile değil…

Doğru, ama Sabahattin Ali cinayetiyle NATO şemsiyesi altındaki komünist karşıtı derin yapılanmanın ve sonradan göreceğimiz üzere Gladyo’nun amaçları birbiriyle doğrudan örtüşüyor. Cinayetin tıpkı daha sonraki infazlarda olduğu gibi cezasızlık zincirine eklemlenme biçimi de bana Türkiye’deki Gladyo yapılanmasını çok net ve ürkütücü bir biçimde anlatıyor. Kitabı bitirdiğimde yaşadığım aydınlanma, Gladyo’nun ancak kendi kendini imha etmeye karar vermesi ya da büyük bir toplumsal hareket ve itiraz halinde yok olabileceği, aksi halde yok edilmesinin neredeyse imkânsız olduğuydu.

Yani sizce Türkiye’de hâlâ Gladyo yapılanması var mı?

Evet, Türkiye’de hâlâ Gladyo yapılanması var ve sistem de böyle çalışıyor. Sabahattin Ali cinayeti üzerine araştırma yaparken vardığım sonuç umutsuzluk veren ürkütücü bir manzaraydı.

ORGANİZASYONUN SÜREKLİLİĞİNİ GÖRÜNCE ÇARPILDIM, UMUTSUZLUĞA KAPILDIM

Yıllardır faili meçhul cinayetleri, davaları, süreçleri izleyen bir gazeteci olarak bu aydınlanmayı neden Sabahattin Ali cinayetini incelerken yaşadınız?

Bu davaları izlerken olayı inceleyen savcı, başsavcı, polis ekibi, avukatlar, ortaya çıkan belgeler dışında büyük resmi göremeyebiliyorsun. Türkiye’de tek tek cinayetleri büyük resmin içine koyabildiğimiz hepi-topu iki dönem yaşadık: Susurluk olayı ve çözüm süreci. Fakat Sabahattin Ali cinayeti için araştırma yaparken görüştüklerim, okuduklarım, ulaştığım belgeler, olayın çerçevelenme biçimi, ulusal ve uluslararası politik bağlamı aynı zamanda bugünden uzak geçmişe doğru bir yolculuktu benim için. Bir cinayetin izinden geçmişe yolculuk yaptığınızda tanık olduklarınız size bugünü geçmişe bağlama fırsatı veriyor. Ve nihayet Sabahattin Ali cinayeti konusunda bugünden geçmişe doğru yaptığım yolculuğun sonucunda, ilk defa büyük ve ürkütücü resmi gördüm. Sabahattin Ali’den Musa Anter’e, Uğur Mumcu’dan Hrant Dink’e ve sayamadığım sayısız insana uzanan faili meçhullerin arkasındaki organizasyonun sürekliliğini görünce çarpıldım, hatta açıkçası umutsuzluğa düştüm. Türkiye’nin bu cinayet sistemini aşabilmesi için çok güçlü bir kamuoyu desteği, bunun çok güçlü bir iradeyle istenmesi gerekiyor. Tek tek davalarda bunu deşifre etmeye çalışmak çok önemli ama bütününü göremedikten ve bütüne karşı bir irade gösteremedikten sonra bu karanlık sistem aşılamaz.

ABLAM GÜPEGÜNDÜZ EVİNE GİREN İKİ HIRSIZ TARAFINDAN, ÜÇ AYLIK BEBEĞİNİN YANINDA 58 YERİNDEN BIÇAKLANIP VAHŞİCE ÖLDÜRÜLDÜ

“Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” romanınızda cinayetin izini süren gazetecinin anlatısını kaza süsü verilerek öldürülmüş ablasının hikâyesi kuşatıyor. Anlatıcı Sabahattin Ali cinayetiyle eşzamanlı olarak ablasının cinayetinin de izini sürüyor. Sizin de akademisyen ablanız Zerrin 2005 yılında öldürülmüştü. Roman boyunca anlatıcının ablasıyla ilgili bireysel hikâyesi, bu cinayetle hesaplaşması süreci, Sabahattin Ali olayına eklemleniyor. Bu açıdan “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” romanını yazma süreci sizin açınızdan nasıl bir dönem oldu?

Elbette romandaki karakterin, kurgunun ablamla ilgisi yok. Zerrin öldürüldüğünde 30 yaşındaydı, iki yaş büyüktü benden. Hacettepe Üniversitesi’nden araştırma görevlisiyken bebeği oldu ve izne ayrıldı. O süreçte, güpegündüz evine giren hırsızlar ablamı 58 yerinden bıçaklayarak, vahşi bir biçimde öldürdü. Üç aylık bebeği saatlerce annesinin başında ağlayarak kaldı. Çünkü eşi sabah çıkıp işe gidiyor, annem işi olduğu için öğleden sonra uğrayacak, ben işteyim, kardeşim başka bir yerde. İki hırsız Ankara’nın göbeğindeki Gaziosmanpaşa’da güpegündüz, sabah saatlerinde katlediyor ablamı. Ben o sırada adliye muhabirliği yaparken yazdığım hikâyelerden, izlediğim davalardan birinin öznesi haline geldim. Elbette ailem de. Katillerin bulunması, yargı sisteminin işleyişi toplamda on yıl sürdü ve biz birçok delili kendi başımıza iz sürerek bulabildik.

Savcı, polis bu konuda aktif bir çalışma yürütmedi mi yani?

Hakkını yemeyeyim, çok yardımcı olanlar, hayatını tehlikeye atarak o hırsızların yakalanmasını sağlayanlar oldu. Katillerden biri yakalandı; sonradan milletvekili olan avukat Ali Haydar Hakverdi’nin emeği sonucunda diğer katil bulundu. Ailemizin avukatı Şenal Sarıhan’ın emekleri sayesinde ciddi bir dava açılabildi. Cemil Çiçek o sırada Adalet Bakanı’ydı ve ailemle çok ilgilendi, elinden geleni yaptı. Bu kadar açık bir cinayette, bunca desteğe rağmen dava on yıl sürdü. Katillerden biri ağırlaştırılmış müebbet, diğeri ise sadece gasp suçundan 15 yıl hapis cezası aldı.

Sonuçta katil hâlâ yatıyor mu?

Hayır, aramızdalar. “Kader mahkûmu” sayıldılar. Gasptan ceza alan çok erken tahliye edildi, diğeri de salgın zamanında “bu af değildir” dedikleri af sayesinde çıktı. İnsanların iki tane tweet nedeniyle yıllarca hapiste tutulduğu bir sistemde katiller için süreç böyle işliyor. Üstelik bu tür insanlara hâlâ “kader kurbanı” denebiliyor! Elbette suça sürüklenen bu insanların “kaderi” ayrıca tartışılabilir ama esas sorgulanması gereken böyle katiller yaratan sistemdir.

CEZASIZ BIRAKILAN HER CİNAYET HAYATTA KALAN YAKINLARINI DA HER GÜN ÖLDÜRMEK DEMEK

Nasıl yani?

Şiddet üreten ve şiddeti teşvik eden bir sistem yaratır, silah kullanmayı kahramanlıkla özdeşleştiren bir kültürü yaşatmaya devam eder, gayrimeşru yollardan kolay para kazanmayı bir yola dönüştürür, suç işleyenleri de “kader kurbanı” olarak meşrulaştırıp cezasızlığı bir kültür haline getirirseniz bu suçlar işlenir. Ablamın katilleri daha önce de suça bulaşmış, cezaevinde tanışmışlar. Bir tanesinin on tane sabıkası var, diğerinin başka sabıkaları var. Biri yetiştirme yurdunda büyümüş, diğeri küçük yaştan itibaren ailesinden uzakta, sürekli cezaevlerine girip çıkmış. Yani ablamın katilleri, binlerce katilden herhangi ikisiydi. Sonuçta cezasız bırakılan her cinayet, hayatta kalan yakınlarını da her gün öldürmek demek. Annem yıllarca “keşke trafik kazasında ölseydi” diye dua etti benim.

O yüzden mi romanın anlatıcısının ablası “trafik kazasında” ölüyor?

Romandaki anlatıda elbette Zerrin’in başına gelenlerin üzerimdeki etkisi belirleyici. Ama bu, Zerrin’in hikâyesi değil. Yıllarca adliye muhabiri olarak ağır ceza mahkemelerini izlerken, Zerrin’in katillerinin yargılanması sürecinde bizimkine benzer sayısız davaya tanık oldum. Bir gazeteci olarak yakınlarını kaybetmiş insanların acısına, adalet mücadelesine tanık olmakla aynı acıyı yaşamış biri olarak o süreçlerin içinde bulunmak çok farklı. Öte yandan bizim açımızdan kişisel olan bu acıların arkasındaki süreç hem toplumsal hem de politik. Bizim gibi sayısız insan bütün ömürlerini adliyelerde adalete erişmek için geçirirken, bir anda “kader mahkumlarına af” çıkarılıyor, üstelik bunlar siyasi iktidar tarafından oya tahvil ediliyor ve kimse dönüp sizin acınıza bakmıyor.

HRANT DİNK CİNAYETİNİN AZMETTİRİCİSİ YASİN HAYAL NEYSE, ALİ ERTEKİN DE ODUR

“Kader mahkûmu” aynı zamanda bireyi suça iten sistemi referans almıyor mu?

Olabilir ama “kader mahkûmu” dediğiniz anda, başka bir seçeneğin olmadığını söylemiş olursunuz. Borçlandırılmış, sokakta bırakılmış ve karnını doyurmak için bir ekmek çalmak zorunda kalan insana “kader mahkûmu” diyebilirsiniz örneğin. Ama daha fazla kazanmak, bunu yaparken insan öldürmek bir tercihtir, kader değil. Bir bebekten katil çıkaran sistem var, evet ama hırsızlık için girdiğin evdeki bir kadını katletmek senin kaderin değil, tercihindir. Katille kurbanı ayırt edebilmeli, sisteme o gözle bakmalıyız.

Ali Ertekin açısından nasıl bir tanımlama yaparsınız?

Asla bir kader mahkûmu değildi. Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi Yasin Hayal neyse, Ali Ertekin de odur. İster Sabahattin Ali’yi başından vurarak öldürmüş olsun, isterse onu ölüme sürüklesin, yaptığı bir tercihtir. Bunu da kendisi açıkça söylüyor ve bu cinayeti milliyetçi duygularla işlediğini söylüyor. Beklentileri olduğu da belli.

ALİ ERTEKİN AÇIK KİMLİĞİYLE, RAHAT BİR YAŞAM SÜREREK 1990’LARIN BAŞINDA HUZUR İÇİNDE’ ÖLÜYOR

Romanda yazdığınız üzere gerçekten de Ali Ertekin’in ailesine ulaştınız mı?

Evet ama haklarında bir şey yazmama sözü karşılığında görüştüm kendileriyle. Ali Ertekin söylendiğinin aksine soyadını filan da değiştirmeyerek, açık kimliğiyle, görece rahat bir yaşam sürerek, çocuklarını büyütmüş, torunlarını görmüş olarak 1990’ların başında evinde, “huzur içinde” yatağında ölüyor. Ailesinin onun tercihleriyle bir ilgisi yok, deşifre etmek de manasız.

Belki de başta konuşmamız gerekiyordu ama, Sabahattin Ali cinayetiyle ilgili araştırmanızı neden bir gazetecilik dosyası değil de roman olarak yazdınız?

Haber günümüzde saatler içinde tüketilen bir metaya dönüştürülmüş durumda. Öte yandan romandaki belgeleri tek başına haber olarak yayınladığınızda bütünlüklü bir anlam da ifade etmiyor. Sabahattin Ali’yle ilgili araştırmalar birbirlerine eklemlenerek değerlendirilmesi gereken çalışmalar ve ben edebiyatı, bunu kalıcılaştırmanın bir yolu olarak seçtim. Kendi hayatıyla ilgili de arayışları olan bir roman kahramanı üzerinden bu olayı anlatarak kişisel hayatımızla politik olayların birbirinden kopuk olmadığını, toplumsal yüzleşmeyle kişisel yüzleşmenin iç içe olduğunda sağaltıcı bir etki yaratacağını anlatmak istedim. Ayrıca edebiyatın, özellikle de romanın sınırı yok. Bizi de 12 Eylül sonrası gibi içe kapatmaya çalışan bir sistem var. Edebiyatın olanaklarını kullanmak, sınırlarını zorlamak istedim. Dünyada bunun örnekleri var. Ancak bu örnekler büyük keyifle okunurken bizdeki çok az sayıdaki örnek görmezden geliniyor. Son dönemde dünya edebiyatında “hakikat-kurmaca” ikiliği güçlenmiş durumda. Bizim de bu alanı açmamız, sınırları zorlamamız gerekiyordu. Hakikat ve kurmaca aslında o kadar da farklı değil. Bunu göstermenin yollarında biri de buydu.

SABAHATTİN ALİ CİNAYETİNİN YÜZDE 98’İNİ ÇÖZMÜŞ DURUMDAYIZ

Siz hakikat ve adalet arayışı üzerine çok düşünen ve yazan bir gazetecisiniz. Siz dâhil, yakınlarını kaybeden insanlar açısından adalet mücadelesiyle hakikat arasında nasıl bir ilişki var?

Yas tutmayı hak etmek için öncelikle hakikate erişmek zorunda olduğunuzu hissediyorsunuz. O yüzden hakikat sizin açınızdan adalete erişmenin ilk aşaması haline geliyor. Cumartesi Anneleri’nin yakınlarının akıbeti hakkındaki hakikat arayışı da böyledir. İnsanın kaybedilen yakınının yasını tutabilmesi için öncelikle ona ne olduğunu, kimin ona ne yaptığını, nasıl yaptığını öğrenmesi gerekiyor. Bunu öğrenemeden, yakınınızın cenazesini, kemiklerini, mezar yerini öğrenemeden yas aşamasına geçemiyor ve aslında sürekli bir şiddete maruz kalıyorsunuz. Zaten kaybedenlerin hedefi bir kişiyi kaybetmek değil, bunu yaparken aynı zamanda yakınlarına, çevrelerine ve giderek tüm topluma o ezayı çektirmektir. Ablamın öldürüldüğünün ertesi günü sabah 6’da adliyenin kapısındaydım ben. Çünkü önce katilleri bulmalı, ondan sonra da cezalandırılmalarını sağlamalıydık.

Romanınıza “Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” ismi vermenizin nedeni neydi?

Devletle ilgili bölümleri okuduğumuzda, aslında devlet “Sabahattin Ali’yi ben öldürdüm” diyor. Bunun için aparat olarak kullanılan Ali Ertekin, “Sabahattin Ali’yi ben öldürdüm” diyor. Geldiğimiz noktada cinayeti yüzde 98 oranda çözmüş durumdayız. O açıdan bakıldığında da aslında Sabahattin Ali’yi biz öldürdük. Çünkü tepkisiz kaldığımız sürece insanları öldüren bu sistem devam eder.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi