Festival günlüğü 3: Hemşerim memleket nere?

'Başlangıçlar' ve 'Büyük Kuşatma' bugünün Türkiye’sinde ‘tutunamayan’ farklı kuşaktan iki insana dair. Fakat artık hayatın her yerine sirayet etmiş siyasal alana girmeme korkusu, hikaye ve karakterleri akamete uğratıyor.

Daha önce yazıldı, söylendi ama tekrar tekrar altını çizmekte fayda var. Türkiye’de sinema üretim modeli yani film üretimi için gereken kaynaklar üzerinde kimin söz sahibi olduğu gerçeği en temel belirleyen haline gelmiş durumda. Bakanlık desteğinin, TRT fonunun en büyük kalemler olduğu ‘sanat sineması’ daha yaratım aşamasında kadük kalıyor. Siyasal alanın belirlediği kırmızı çizgiler, fikirleri proje aşamasında boğmaya, ülkenin günlük/ dönemlik pratiğinden uzaklaştırıp kendine özgü ve kendisi için filmler ortaya çıkmasına neden oluyor. Buna bir de sinema dışında hiçbir şeyle ilgilenilmediği belli olan entelektüel kısırlık eklendiğinde, bu kuşatmayı yaracak parlak buluşlar da ortaya çıkmıyor.

26934-1-baslangiclar-1366x550.jpg Başlangıçlar/ Yön: Ozan Yoleri

BAŞLANGIÇLAR

İstanbul Film Festivali ulusal yarışma bölümünde izlediğimiz iki film “Başlangıçlar” ve “Büyük Kuşatma” tam da böylesi yapımlar. Aslında iki film aynı şeyi, farklı karakterler ve dünyalarla anlatıyor denilebilir. Ozan Yoleri’nin yönettiği “Başlangıçlar”, Avrupalarda okumuş başarılı bir resim restoratörü olan yirmili yaşlarındaki Defne’nin dünyasına götürüyor bizi.

Doktorasını yarım bırakıp Türkiye’ye dönen Defne, annesinin ısrarına rağmen evde kalmayıp bir arkadaşına taşınıyor. Geçici olarak bir küratörün yanında resim onarmak için çalışan Defne bir yandan kanser tedavisi gören dedesiyle ilgilenirken, diğer yandan annesiyle de arasını düzeltmeye çalışıyor.

Çok hırpalanmış Osmanlı’dan kalma bir tabloyu onarma çabası aslında onun yaralarını da onarma sürecine dönüşüyor. Bu paralellik güzel. Ve fakat dışarıdan bakınca her çocuğun sahip olmak isteyeceği, her ailenin gururlanacağı bir tablo varmış gibi görünüyor öte yandan. Daha o yaşta bir sürü ülke görmek, belli ki hiçbir ekonomik zorlukla karşılaşmadan iyi bir eğitim almak gibi olanaklara rağmen bir türlü sahici olamayan sıkıntıları görünce “daha ne istiyorsun” dememek elde değil.

Bu çağda her yaştan, sınıftan ve eğitim düzeyinden gençlerin kendilerini bu ülkeye ait hissedememe duygularını küçümsüyor değilim. Ancak Defne’nin ‘sıkıntı motivasyonu’ olarak öne sürdüğü şeylerin, örneğin annesiyle arasına açan şeyin yurtdışından çok özel bir iş teklifi almış olması gibi, ‘Allah başka dert vermesin’ kabilinden olması ikna edici değil maalesef. Ozan Yoleri, karakterinin sorunlarının sahiciliğine o kadar inanmış ve öylesine ciddiye alıyor ki, eğlenceye, sarkazma hiç alan açmıyor. Temayı Defne’nin derdi olmaktan çıkarıp aidiyet, varoluş gibi asıl meselelere getiremiyor.

Çünkü aslında yazının girişinde dikkat çektiğim gibi ‘siyasal alana’ giremeyen bir anlatı ister istemez kendisini daraltıyor. Siyasal alandan kasttettiğim doğrudan politik meselelere girmesi değil. İş sahibi olmak ya da olamamak, bir kadın olarak sokaklarda özgürce dolaşabilmek, tek başına yaşayacak kadar para kazanabilmek, erkeklerle eşit bir ilişki kurabilmek, sanat piyasasındaki iktidar odaklarına daha yakından bakmak da siyasal alana dahil. Türkiye’deki genç bir kadının dünyasını bütün bunlar, onları belirleyen toplumsal/ ekonomik koşullar yokmuş gibi anlatmayı başarmak için de ayrı bir yetenek gerekiyor. Hatta anlatmaktan çok daha zor bu alanlara girmemeyi başarmak.

26928-1-buyuk-kusatma-1366x550.jpg Büyük Kuşatma/ Yön: Sinan Kesova

BÜYÜK KUŞATMA

Benzer bir başarıyı hatta çok daha ileri seviyede “Büyük Kuşatma”da da görüyoruz. Hakkını yemeyelim Sinan Kesova’nın filmi çok daha derli toplu, senaryo matematiği kendi içinde tutarlı ve akışkan bir yapım. Bu bakımdan beğenenleri de var. Yine not düşmeden geçmeyelim filmin ana karakteri Macit önümüzdeki yıllarda bu dönemi anlamak için sinemaya dönüp bakıldığında başvurulacak kaynaklardan birisi olacak. Ancak, Macit’in dertlerinin de kendinden başka hiç kimseye ayan olmaması filmin en büyük sıkıntısı.

70’lerinde olduğunu anladığımız iş insanı Macit, ünlü bir akademisyen olan eşi Berna Tuna’yı kaybetmiştir. Hep annesinin gölgesinde yaşamış oğlu Alp ile baş başa kalır. Macit, bir an önce Berna hanımın eşyalarından kurtulup kendisine yeni bir hayat kurmak isterken Alp ve Berna’nın asistanı Feyza hatırasını yaşatmak için sürekli gündemde tutarlar mevzuyu. Öte yandan Macit’in ilk eşinden olan ve Fransa’da yaşayan kızı İpek de babasını görmek için gelir. Film, ‘bir Cumhuriyet neferi’ olan Macit’in çocukları ve çevresine bakarak başaramadığı şeylerle yüzleşmesi ve giderek paronayak hale gelmesi şeklinde ilerliyor.

Özellikle finale doğru Alp ve Feyza’nın yakınlaşmasının Macit’in psikolojisi üzerinde yarattığı etkinin gelişimindeki kimi ikna edicilik sorunlarını görmezden gelirsek memleket vasatını yakalıyor “Büyük Kuşatma”. Ancak bu vasatı yakaladığı bir nokta daha var. Adının vaat ettiği ‘kuşatma’yı görmekte zorlanıyoruz. Filmin anlatısı tıpkı “Başlangıçlar” gibi bugünün Türkiye’sinde, bugünün sorunlarıyla cebelleşen insanlara dair. Ve fakat ülkenin günlük rutinini biçimlendiren siyasal alanın etkisini, gölgesini görmek imkansız.

Önlük giyip marş okuyan yetişkinlerden, utançtan Atatürk posterine bakamamaya kadar bir tarafın politik simgelerine özgürce yapılan göndermeleri ‘kuşatma’yı yapanlar için göremiyoruz mesela. Kimler, hangi durumlar, günlük hayatın değişen hangi yönleridir Macit Bey’i kuşatma altında hissettiren şey. Bir türlü yetişkin olamamış oğlu ve Berna’nın gölgesinden çıkamamış asistanı dışında yaşadığı toplumun hangi dinamikleri tetiklemektedir ondaki bu kuşatılmışlık duygusunu misal? Macit hakkında biz nasıl düşünmeliyiz örneğin. Kafayı yemek üzere olan Kemalist bir meczup mudur? Yoksa Cumhuriyet değerlerine, aydınlanma ideallerine yapılan saldırılar karşısında çaresizlikten asabileşen birisi midir?

“Başlangıçlar” ve “Büyük Kuşatma” bugünün Türkiye’sinde kendilerini var etme olanakları daralmış, boğulan ve aidiyet duygularını kaybeden farklı kuşaktan iki insana dair. Ve fakat bu kaybedişin ardındaki toplumsal dinamikleri görmeyip/ göstermekten kaçınıp karakterlerini kendi buhranlarıyla baş başa bırakıyor yaratıcıları. Siyasal alana girmeme korkusu hikayeleri de karakterleri de akamete uğratıyor. İlkinde şımarık bir ergene, ikincide kafayı yemiş bir yaşlıya dönüştürüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şenay Aydemir Arşivi